[Bibliotech, Mayıs-Haziran 2013, 5(18):78-84]
19. yüzyılda sosyoloji bir disiplin halinde ortaya çıkarken kendini felsefe
ve edebiyattan tümüyle ayrıştırarakdoğa bilimlerinin yöntem ve diline öykünmeye
çalışıyordu. Ancak, başından beri bu ayrıştırma mücadelesine kuşkuyla yaklaşan,
bu yöndeki aşırılıklara karşı çıkan bir sosyologlar kümesi de varolagelmiştir[i].
Öyle ya da böyle, pozitivistlerin düşlerini süsleyen, felsefe ve edebiyattan
(norm, değer ve kurgudan) yalıtık bir sosyal bilim fikri, geçen iki yüzyıla
yakın sürede gerçekleşmedi; sosyolojik bilgiyle edebiyat alanı arasındaki
keşişmeleri, geçirgenlikleri gözardı etmek de şu halde pek güç olacaktır. Ayrıca,
bu ikinci gruba dahil olunsun ya da olunmasın, Balzac ve Zola başta olmak üzere
kimi yazarların en alasından ‘sosyolojik romanlar’ yazdıkları, hatta bunların
‘betimleyici’ bir tür sosyolojiye yakınsayılması gerektiği de kabul görensavlardır.Bu
yazıda, iki alan arasında ortaya konulabilecek ‘bariz’ farklılıkları gözardı
etmemeye çalışarak, Fransız yazar Michel Houellebecq’in (d.1956) edebi
eserlerinde, günümüz Batı toplumlarını ve hatta küresel toplumsal dinamikleri
anlamamızı sağlayabileceğini düşündüğüm çeşitli ‘sosyolojik’ gözlem, veri veya
kavrayış ipuçlarını ele almaya çalışacağım. Aslında, Houellebecq’in ‘sosyolog’
yönüne işaret eden ilk ben olmayacağım[ii].
Şüphesiz, realizm ve natüralizme yakın, okurunda yaşadığı hayatla kurgu
arasında rezonans yaratmayı başarabilmiş pek çok yazarda üst düzey bir gözlem
yeteneği, detayları yakalama ve aktarma kabiliyetinin teslim edilmesi doğaldır.
Ancak bu yazarların pek azı, bunu belli bir sistematik haline getirip, adeta
tezi olan roman (roman à thèse) tabir
edilen bir biçime sokarak neredeyse bir ‘sosyal teori’ sunmuştur.
Tanrısız Dünya
Auguste Comte vasiyetinde öldükten sonra evindeki eşyaların yerlerinin
değiştirilmemesini istemiş.Kullandığı yazı masasının tam karşısındaki duvarda
ise aynı uzunlukta bir ayna bulunuyormuş. Comte’un yazılarını kendine bakarak
yazdığını çıkarabiliriz[iii].
Sosyolojinin vaftiz babası, şimdi küçümsemek için kullanıldığı şekliyle bir
‘masa başı sosyologu’ idi;pek belirtilmeyen lirik bir tarafı da vardı. Temel
problematiği ise, başta din olmak üzere temel değerleri gittikçe daha fazla sarsılan,
değişim hali hızlanan bir toplumda düzenin başka hangi türyollardan sağlanabileceğiydi.
Tarihi, ilerleme ile düzenin bir sentezi olarak gören Comte, metafizik çağda
başgösteren reform yanlılarının fikirlerinin düzeni es geçtiğini, ancak kendi
pozitif felsefesinin bu düzeni yeniden sağlayabileceğini söylüyordu. Sekülerleşme
baskısıaltındaki metafizik dinler hükümlerini yitirirken; yerine akıl ve
sevgiye dayalı İnsanlık Dininin geçmesini öneriyordu[iv].
Michel Houellebecq birçok bakımdan Comte’un sadık bir öğrencisi sayılır. Romanlarında
hocasından alıntılar yapar, kahramanlarından birinePozitif Felsefe’yi okutturur ve oradaki pasajları tartıştırır (Platform, 2002). İleride değineceğim
üzere, kendisi Comte’un felsefesini ve ütopyasını da benimser, hattabunları
kurgusal düzeydegerçekleştirir. Ama herşeyden önce, o da bütün herşeyi aynada
kendine bakarak, kendinden yola çıkarak yapar –Houellebecq’in bütün romanları
otobiyografik unsurların kullanılması veya bunların kısmen değiştirilmesiyle
kurulmuştur[v].
Otobiyografisinden yola çıktığı ve kişi/yer isimlerinin bile çoğu zaman
gerçeğe uyduğu ilk romanının (Kuşatılmış
Yaşamlar [1994]) kahramanı, Fransa’da orta sınıfa mensup bir bilgi-işlem
sektörü çalışanı ve konusu onun sıradan, yalnız, tekdüze, konformist, sinik,
kötümser yaşamıdır. Bu yaşamda somut, dişe dokunur bir işlevi olmadığını hisseder
-nesnelerin kullanım değerlerini sorgular, onların nasıl üretildikleri hakkında
hiçbir bilgisi olmadığını görür, kendisi de onlara bir şeyler katmamaktadır.
“Bu dünyayı sevmiyorum. Kesinlikle
sevmiyorum. İçinde yaşadığım toplum beni iğrendiriyor; reklamcılık midemi
bulandırıyor; bilgisayar dünyası beni kusturuyor. Bilişimci olarak bütün
yaptığım, referansları, veri akışını, rasyonel karar ölçütlerini çoğaltmaktan
ibaret. Bunun hiçbir anlamı yok. Hatta açıkça konuşmak gerekirse, bu olumsuz
bir şey; nöronlar için gereksiz bir kalabalık. Bu dünyanın, daha fazla bilgi
dışında her şeye ihtiyacı var” (s.85-6)
Hiçbir ideali veya doktriner ideolojisi yoktur. Din ve aile gibi tutunacak
eski değerleri olmadığı gibimodern dünyanın kendisine sunduklarını da saçma,
nafile ve kifayetsiz bulur. Hiçbir kolektif girişimi ve
yakınlaşması/özdeşleşmesi olmamasıyla beraber, tümüyle içtenlikle katıldığı tek
eylemi, tek projesi “sigara içmek”tir (s.84).Ne kadar değişik ve marjinal
olursa olsun, hiçbir deneyim kişiyi başkalarından farklılaştırmayı
başaramamaktadır. Bu eyleyememe ve deneyimsizlik hali kendi içinde bir çöküntü/bastırma
ve kendine dönük şiddet (özlemi) halini alır. Houellebecq’in romanı, resmettiği
bunalımdaki toplum modeli ve onun depresif, yabancılaşmış bireyleri açısından
hiç de sıradışı gelmeyecektir kulağa. Ancak onu edebi açıdan diğerlerinden öne
çıkaran, bu tabloyu gerçekçi kılmak için kullandığı stilizmden uzak, düz
anlatım tarzı; okuru kurbanlarla özdeşleşme kurmaktan kaçındıran, yer yer
alaycı dilidir[vi]. Goffmanvari
karşılıklı rol yapışlarkurgulanır metinde. Kullandığı bir diğer yol, metnin
arasına farazi sosyal psikoloji ve etoloji deneyleri sokmaktır. Burada sosyal
bilimsel bir dilin parodisini kullanmasına rağmen, aslında insan
davranışlarının sosyolojik belirleniminin üzerinde de vurgu yapmış oluyor.
Unutmayalım ki, Comte ve ardıllarının sıkı bir izleyicisi olan Houellebecq,
olguları açıklama çabasında psikolojik etkenlerin rolünü öne çıkaran
teorilerden hiç hazzetmemektedir. Öyle ki, her fırsatta sorunu yaratan
toplumsal süreçlerin eziciliğini, roman karakterlerini sağaltmaya çalışan
psikologların hep bireysel kökene inme gayretkeşliğiyle tezatlaştırarak güçlendirir.
Toplumsal süreçler içerisinde de öncelikli belirleyeni bilimsel ve teknolojik
gelişme olarak görür.Aynı zamanda, hayvan davranışlarından verdiği örnekler ve
kurduğu analojiler, insandaki katı biyolojik belirlenimin altını çizmeye yarar.
Vurgulanan bu yönlerin, Houellebecq’in her fırsatta özellikle belli etmeye
çalıştığı derin anti-hümanizminin tezahürü olduğunu da belirtmek gerekir[vii].
Tez
Bu noktada, Houellebecq’in diğer bütün kitaplarında da tekrarlanacak olan
tezini, yani sorunun ana kaynağıyla ilgili tespitlerini belirtelim. Svend
Brinkmann, Houellebecq okuyarak çağımız sosyologlarından Richard Sennett, Jean
Baudrillard veya Zygmunt Bauman’ın tüketim toplumu hakkında yazdıklarından öğrendiğimiz
şeylere benzer bilgiler öğrenebileceğimizeişaret etmekte[viii].
Belli bir süredir, sanayi-sonrası Batı toplumları başta olmak üzere, tüketim ve
haz toplumu olarak kavramlaştırılan bir yapılaşmada yaşıyoruz. Kesintisiz halde
tüketmeye ve her türlü hazzı tatmaya davet ediliyoruz; ki Houellebecq bunu,
eserlerinde metaların reklamlarının cezbetmeye yönelik metinlerini, aynen Frédéric
Beigbeder’in 99 francs romanında
olduğu gibi sık sık tekrarlayarak bir an olsun gözdenkaçırmamızı önlüyor. Ancak
bu haz vaadinin, genel tüketim talebi göz önüne alındığında,karşılanmasının olanaksız
olduğu da açık. Çoğunluk açısından, vaadedilen hazların birçoğu elde edilemez[ix].Birçoklarımıza
kalan, hüsran, yalnızlığın derinleşmesi, bunun doğurduğu eziklik ve
hırçınlıktır, ‘loser’ olmak, kaybeden
olmaktır! Modern toplumloser’ları
yaratmakla kalmaz, bu yükükişilerin kendi suçları olarak görmelerini de sağlar[x].
“Hiçbir
uygarlık, hiçbir devir insanlarında bunca burukluk yaratmayı başaramamıştır. Bu
bakımdan bizler hiç görülmemiş anlar yaşamaktayız. Çağdaş zihniyeti tek bir
sözcükle özetlememiz gerekseydi, ben hiç kuşkusuz şunu seçerdim: burukluk”
(s.150)
Bilgi-işlemci için çağın semptomu burukluktur, kaldı ki bu düzen ne kadar
yetersiz ve acı verir olursa olsun değişebileceğine dair en ufak bir umut da ufukta
görünmemektedir. Peki nasıl bu hale geldik, neden günden güne daha da
yalnızlaşıyoruz? Metinde edebi oyunlar yapmayacağını not eden Houellebecq,
bunun yanıtını kitabın orijinal başlığında göstermekte: Savaş Alanının
Genişletilmesi. Burada kastedilen, ekonomik aklın diğer yaşam alanlarını istila
etmesi; pazar ilişkileri mantığının, rekabetçiliğin, bireyciliğin ve özgürlük
mitinin yaşamın her alanına yayılması.Başat rolü oynayan kapitalist dinamikler
ve ona meşruiyet sağlayan liberal ideolojidir. Bunun yanısıra, buna bağımlı
ikinci bir sürecin daha işlediği belirtilir. Aynen Pierre Bourdieu’nun
sermayeyi üçlü bir ayrıma tabi tutmasında olduğu gibi bunu da toplumu kesen
ikinci bir fay hattı olarak düşünmemiz gerekir. Cinsellik de tıpkı diğer
alanlarda olduğu gibi bu liberalleşmeden etkilenerek toplumda ikinci bir
hiyerarşik düzen oluşturur. Aynenekonomi alanında olduğu gibi,bu alandaki liberalleşmeden
bir azınlık galip ayrılır: Kazananlar,Alpha erkekleri, Mike Jaggerlardır. Özgür
aşk ve limitsiz cinsellik çoğunluk için ancak hayallerde kalır. Çirkinler (‘sıradan’
çirkinler de dahil olmak üzere) ve fiziksel normlardan sapanlar (şişmanlar,
engelliler, deforme olmuşlar) zatenyarışa başlayamadan kaybetmiş esaslı bir
grubu oluşturur. Hatta, toplumda yaygın olan gençlik ve tazelik kültü nedeniyle,
yaşamlarının bir döneminde kazananlar safında olsalar bile yaşlılar bu son demlerini
mağlup geçirmeye yazgılıdır. Yazarın bu tezi şöyle özetlenmekte:
“Tıpkı sınırsız ekonomik liberalizm
gibi ve benzer nedenlerle, cinsel liberalizm de mutlak yoksullaşma olguları
üretiyor. Bazıları her gün aşk yapıyor; bazıları hayatlarında sadece beş-altı
kez yapıyorlar; ya da hiçbir zaman yapmıyorlar ... ‘piyasa kuralları’ denen şey
işte bu. Serbestliğin yasak olduğu bir sistemde, herkes iyi kötü yerini bulur
... Ekonomik liberalizm savaş alanının genişlemesidir, her yaşta ve toplumun
her katındaki savaş alanının genişlemesidir.” (s.102)
Houellebecq’in ayırt edici bir yanı, bu karamsar vizyonda değişim
olasılığına fazla yer açmaması, okuyucusuna ümit verici en ufak bir açık kapı
aralamamasıdır. Ekonomik aklın istilası geri dönülmez ve nihaidir. Yaşamı
kolaylaştırdığını düşündüğümüz ve her geçen gün gelişen ama anlamakta dahi
zorlandığımız teknolojik gelişmeler de buna destek olup hız kazandırmaktadır.
Edebiyat da bir işe yarayamaz: Hem okur tarafında hem de yazar tarafında pazara
tamamıyla entegre olmuştur. Psikanaliz bile hesapçı, bencil bir benlik
oluşturulmasına yardımcı olduğu için suçlanır. Muhalif hareketler ise son
tahlilde, narsisizmleriyle sistemiyeniden üretmek veonu daha da kıyıcı hale
getirmekten başka bir şey yapamamıştır. Bilhassa bu son nokta,yazarın kendi
ülkesinde hayli eleştirilmesini de beraberinde getirdi. Houellebecq, 68’
kuşağının, feminizmin ve diğer ‘yeni toplumsal hareketler’in günümüzdeki
durumun başlıca müsebbiblerinden olduğunu iddia etmektedir. Aslında, Mayıs
68’in Fransa’nın sorunlarının temelinde yattığına dair eleştirel bir bakış
Fransa için pek de yeni sayılmaz –sağ kesimin yıllardır sahiplendiği, hatta
Sarkozy’nin seçim kampanyalarında öne sürdüğü iddialara benzemekte[xi].
Houellebecq’in kendisi dinsiz olsa da gençliğinde Katolik eğitimi aldığı,
üniversitede odasına o zaman bakan olan De Gaullecü Chirac’ın (ve Iggy Pop’un)
posterlerini astığı[xii],
Bernard-Henry Levy ile mektuplaşmalarında Sarkozy’den sitayişle bahsediyor
oluşu doğru olsa da[xiii],
kendisinin bu toplumsal hareketlere eleştirisinin kalkış noktasının gerici/muhafazakar
bir konumdan olmadığını düşünüyorum. En basitinden, Sabine van Wesemael’in
iddialarının aksine, Houellebecq geleneksel değerlere (din ve aileye) dönüşü
savunmuyor[xiv]!Modern
öncesi yaşamı şöyle tanımlıyordu
Houellebecq: “Çok soylu, sade ve kaba saba bir hayat. Bu arada oldukça sersemce
bir hayat” (s.108)[xv].
Dini bir inancın kahramanlarının ikilemlerine bir çözüm oluşturabileceğine dair
kitaplarında en ufak bir ima bile bulunmaz; çünkü metinler alenen ateisttir[xvi]!
Houellebecq’in eleştirilerindeki kimi yönler artık pek az kimse tarafından
reddedilebiliyor: hippi kuşağının bir sonraki onyılda New Age hareketlere yol vermesi, özgür seksin bir zaman sonra çeşitli
durumlarda, kadınların aleyhine bir istismara dönüşebilmesi, feminizmin bir
bölümünün ana akıma tahvil olması gibi[xvii].Sonuçta,
geriye yönelik bir özlem olmadığının altı çizilmeli:
“Beni reaksiyoner, gerici olarak
tanımlıyorlar. Oysa ben, içinde bulunduğumuz durumun, ‘mutlak olarak geri
döndürülemez bir çürüme’ olduğunu söylüyorum”[xviii]
Anti-Tez
İkinci kitabı Temel Parçacıklar’da
[1998] tezini mantıki olarak takip ederek, insan soyunda giderek derinleşen
ıstıraba,bizatihi soyu sona erdirerek noktayı koyar.Kahramanlarımızdan biri,
Michel, insanlar arasındaki biyolojik cinsiyet ayrımını aşmaya yönelik insan
klonlama, daha doğrusu yeni bir tür geliştirme yolunu açacak olan bir
bilimadamıdır. Yazar, geriye dönük olarak, Michel ve onun üvey kardeşi Bruno üzerinden
Fransa’nın savaş sonrası toplumsal tarihini yeniden yorumlar, ‘çöküntü içindeki
Batı uygarlığı’nın son dönemlerini anlatır. Metnin anlatıcısının gelecekteki
bir noktadan bugünü değerlendirmesi, anlatının inandırıcılık etkisini arttırıcı
bir otorite sağlar. Bunun kurgulanmasındaki söylem, kimi zaman fiziğin ve biyolojinin
bilimsel jargonuna döner, kimi zaman da sosyolojik gözlemler içeren bir bildungsromanhavasına bürünür. En başta,
iki kardeşin gelişimleri boyunca, cinsellik kodlarının değişmesi, kalıpların
‘özgürleşmesi’, popüler kitaplar, dergiler, filmler, müzik, yargı mevzuatı,
boşanma ve suç oranları, gebelikten korunma yolları ve kürtaj konularında
yaşanan gelişmeler, eğlence hayatı ve turizm gibi aktiviteler alanlarından
örneklerle sergilenir.
Michel ve Bruno, cinsel özgürleşme döneminin mağluplarındandır. Michel hayli
başarılı ama cinsellikten uzaklaşmış, münzevi bir bilimadamı olurken Bruno ise
ezilerek geçirdiği ergenlik yıllarını yetişkinliğinde hedonizm peşinde koşarak
telafi etmeye çalışan bir lise edebiyat öğretmeni olmuştur. Bruno evli olduğu
halde arzularını, eski 68’lilerin ideallerini sürdüremeyip işi ticarete
dönüştürdükleri, yuppielere New Age tarzı mistisizm pazarlayan ‘aşk
kampları’nda arar. İki kardeş, bir süreliğine de olsa, karşılıklı sevgi ve aşka
ulaşır gibi olurlar; ancak sevgililerinin ölümleriyle bu kısa mutluluk anı
sonlanır. Bruno örneğindeki bir sınırsız hedonizm arayışı[xix]
ya da Michel örneğinde asketik bir keşiş yaşamı da temel soruna çare
olamamaktadır. Mutluluk anları, aynen özgür irade gibi, tesadüfi, kısa süreli
ve geçicidir; oysa yaşlanma ve nihai olarak ölümün çok açık gösterdiği gibi
mutsuzluk bakidir. Bruno bir yerde Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı için şöyle der:
“Huxley’in evrenini genellikle
totaliter bir karabasan olarak betimlediklerini, bu kitabı zehir zemberek bir
ihbar gibi sunmaya çabaladıklarını biliyorum; basit ve açık bir ikiyüzlülük bu.
Cesur Yeni Dünya her açıdan –genetik denetim, cinsel özgürlük, yaşlılıkla
savaş, boş zaman uygarlığı-, bizler için bir cennet, şimdiye dek başarısızca
ulaşmaya çabaladığımız dünya” (s.175)
Sonunda Houellebecq, gelecekte önce UNESCO, daha sonra diğer kurumlarca
destekleneceğini kurguladığı toplu bir intihar/yeniden doğuş hamlesiyle “maymundan
çok az farkı olan, bununla birlikte çok soylu istekler barındıran bu dertli ve
aşağılık türü; işkence görmüş, çelişkilerle dolu, bireyci ve kavgacı,
bencilliği sınırsız, bazen görülmedik şiddet patlamaları yapabilen ama iyiliğe
ve aşka inanmaktan hiç vazgeçmeyen” (s.350) bu türü yok etmekte
duraksamayacaktır.
Houellebecq, klonlama yoluyla daha üst bir türe geçiş temasını, The Possibility of an Island [2005]
kitabında tekrarlar. Günümüzde de var olan bir UFO tarikatının inançları
nedeniyle giriştikleri insan klonlama çalışmalarının uzak gelecekte sonuç
vermesiyle, genetik teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde, seks, beslenme
ve diğer pekçok temel ihtiyaçtan büyük ölçüde kurtulmuş yeni nesillerin ortaya
çıkması sağlanmıştır.Yeni ileri-insanlar acı çekmezler, hissetmezler; kısacası
akıllı birer bitki halini almışlardır.Hikaye, tarikatın günümüzdeki ilk
üyelerinden ve ünlü bir komedyen olan Daniel ile onun gelecekteki 24. ve 25. klonları
ağzından anlatılır. Liberal uzlaşım ve hoşgörü, politik doğruculuk veher tür
ahlaki değere saldırmakla ününe ün katmış, medyada büyük paralar kazanmış ancak
yaşlanmakta olduğunu farkedince çareyi genç bedenlerde arayan Daniel1, yazara
diğer romanlarında olduğu gibi günümüz toplumlarına karşı olanca hıncını kusma
olanağı verirken; Daniel24 ve Daniel25 ile de post-apokaliptikbir bilim-kurguya
girişmesini sağlar. İlginç olarak, bu kez ileri-insan türü ne olduğu belirsiz
bir eksiklik duygusu yaşamakta, eski insanlar gibi ontolojik sancılar çekmektedir.
Herşeye rağmen Daniel1 ölmeden önce “zamanın bir yerinde/ bir ada mümkünatı”
(s.378) olduğunu da söylemekten geri durmaz.
Comte kadar Schopenhauer’in de izleyicisi olan Houellebecq’e için, insan
yaşamının tartışılmaz tek gerçek hedefi sekstir –liberalleşme süreci, bu alanı
serbestleştirdiği ölçüde rekabete de açmış, idealleştirerek bariyerleri de
yükseltmiştir. Daha da kışkırttığı arzuları tatmin yolunu birçokları için
kapamıştır.Bunun sonucunda Batı’da bazıları çareyi seks turizminde aramaktadır.
Houellebecq, Lanzarote [2000] ve Platform’da odağını bu konuya kaydırır.“Artık
daha fazla yaşamanın olanaklı olmadığı bir sistem yarattık, dahası, onu ihraç
etmeye devam ediyoruz” (s.258) der. Tipik bir Houellebecq kahramanı olan, orta
sınıf bir bürokrat, yalnız ve insansevmez Michel, turizm sektöründe üst düzey
bir kademede çalışan bir kadınla tanışır; yeni sevgilisiyle birlikte Batılı
erkek ve kadınların seks ihtiyaçlarını dünya çapında karşılayabilecekleri cazip
gezi paketleri düzenlenmesinde öncülük ederler. Böylece anayurtlarında şans bulamayan
çirkin, şişman ya da aciz düşmüş her insan, fantazilerinin bedelini
ödeyebilecek kadar zengin olan herkes; temel ihtiyaçlarını bile temin
edebilmekte zorlanan ve paraya ihtiyaç duyan Taylandlı, Kübalı, Afrikalı vb. seks
işçisiyle beraber olabilecek, ideal bir mikro-ekonomik değişimle palyatif de
olsa sorunlarınıkarşılıklı olarak giderebilecektir. Diğer kitaplara göre daha
alaycı ve sözünü sakınmaz bir dil kullanılır; çoğu parodileştirilen alt ve orta
sınıf mensubu kişiler ırkçı veya kadın düşmanı lafları ağızlarından eksik etmez.
Yığınlar halinde, aynı ‘herşey dahil’ turlarda devamlı farklı bir egzotik
deneyim arayan turist klişesiylemutat olduğu halde yine dalga geçilmektedir[xx]
–metni sıradan olmaktan kurtaran, yazarınusta kara mizahı ilebir etnolog
titizliğiyle göz önüne serdiği gösterge bolluğudur (broşürler, havalimanlarında
satılan popüler tatil kitapları, pazarlama stratejileri gibi). Yazar süpermarket
kataloglardan, tatil rehberlerden, haritalardan kültürel tarih okuması yapar;
bu tür banal/gündelik şeylerdeki cezbetmeye yönelik şiirimsi üslubu hayranlıkla
inceler. Tüketici davranışı modeli için Gary Becker ve Veblen arasında
karşılaştırma yapar,topluluklar halinde seyahat eden turist dinamikleri için
ilk anda Simmel’i hatırlatacak izahlar geliştirir,Annals of Tourism Research dergisinde uydurma bir makaleyi kaynak
gösterir, yardımlarına başvurdukları bir sosyologun sorunları önce uzun uzadıya
teşhis etmesi ancak pratik bir çözüm üretmekten aciziyetiyle dalga geçer.
Romanın sonunda, çiftin kaldıklarıotele düzenlenen ve 11 Eylül saldırılarıyla
2002’de Bali adasındaki saldırının sanki kehaneti olan bir İslamcı terörist
saldırı sonrasında sevgilisini kaybeden Michel için mutluluk anı sona erer;
gelen tepkiler üzerine büyük turizm acentaları seks turizmi paketlerini rafa
kaldırmak zorunda kalırlar.
Provokasyon
Houellebecq’in açıksözlülüğü, ‘hassas’ toplumsal olgulara yönelttiği alaycı
saldırıları kendi ülkesi kamuoyunda hayli tartışma yarattı[xxi].
Çoğu kimseye göre Houellebecq, göçmenlere, İslama, siyahilere, kadınlara
yönelik sözleriyle, eserlerindeki pornografi ve şiddet öğeleriyleiflah olmaz
bir gerici, provokatör, Fransa’nın medyaya oynayan yeni kötü çocuğuydu.Aslında
kendi metinlerindeki söylem çeşitliliği, herhangi bir söylemin baskın veya
doğru sayılabileceği bir noktaya pek getirilmez: hep birbirleriyle çelişir, bir
diğerini yanlışlar. Houellebecq’in düz dilinin ironi mi yoksa kendi düşüncesi
mi olduğu tartışılır ve içinden çıkılmaz bir sorun halini almaktadır. Örneğin,
“Ne zaman Gazze’de bir Filistinli teröristin, Filistin bir çocuğun veya hamile
bir Filistinlinin vurulduğunu işitsem, dünyadan bir Müslüman’ın daha eksildiği
düşüncesiyle zevkten titriyorum” (Platform,
s.250) cümlesi bağlamından kopartıldığında haklı olarak tepki toplayacaktır. Bu,
saldırıda sevdiğini yitiren Michel’in kendi sınırlı bakış açısının ve kin
duygusunun dile getirilişidir. Çoğaltılabilecek buna benzer örnekler, bir sarsma,
şok etme ve skandal efekti işlevi görür. Houellebecq’in metin-dışı alanda yani röportajlarındaki
suskun ya da kabullenici -hatta kimi zaman daha da kışkırtıcı- tavrı isebu etkiyi
arttırır.
Benzeri bir üslup kadınlar için de söz konusudur. Houellebecq’in
metinlerinde kadınlar çoğu halde ya seks objesi ya da ulaşılmaz, aşırı idealize
edilmiş(ve belki de bir imkansızlığı göstermek için her romanda mutlaka bir
şekilde ölen) kişilerdir. Temel teze uygun olarak ‘özgürleşen’, ‘bağımsızlaşan’
kadınlar, cinsiyetinden uzaklaşmış mutsuz veya doyumsuzbirer sapkın
görünümündedir. İzleyicisi olduğu Comte ve haliyle Schopenhauer’le paralellik burada
da aşikar[xxii]. Yine
de, Comte’unaşık olduğu geç romantik döneminde olduğu gibi, kadını aşağı cins
olarak görmekten vazgeçip onu, duygusallığı ve ahlaki üstünlükleri nedeniyle bu
kez asıl ‘tam insan’ sayar. Nasıl gelecekteki pozitif İnsanlık Dinini kadınlar
temsil ediyor idiyse, Houellebecq’in gelecekteki insan-üstü türünün kadına daha
yakın olacağı varsayılır.
Houellebecq’in bütün romanlarının otobiyografik olduğunu belirtmiştim. Ana
karakterler,parçalanmış ailelerde büyümüş ama büyüklerin dünyasına da
alışamayıp hep çocuk veya ergen kalmış kişilerdir. Sadece İslam’dan,
banliyölerdeki ‘korkutucu’ göçmenlerden, kendinden uzun cinsel uzuvlara sahip
siyahilerden, cinsel hiyerarşide öne çıkan gençlerden değil herkesten ve her
şeyden sonuna kadar nefret ederler -başta bizzat kendileri olmak üzere. Kilise,
liberal-sosyal demokrat uzlaşım,çekirdek aile yaşamı, orta sınıf ahlakı,medyanın
şekillendirdiği tüketim ve şöhrete dayalı değerler, ‘ulusal onur’dan başka
gurur duyacak birşeye sahip olmayanların tutunabileceğimilliyetçilik, yeni türeyen
mistik tarikatlar vb. akla gelebilecek diğer başka pekçok şeye karşı da kinle
doludurlar.Vurgulanması gereken nokta, sözkonusuprovokasyonun geleneksel
sağ/sol, ilerici/gerici kalıplarını aştığı, topluma karşı tümden bir cephe alış
halinde oluşudur.
Senteze doğru?
Bu dipsiz bir karanlıktır. Kitleler, kalabalıklar her zaman bir linç
topluluğuna dönüşme eğiliminde, zayıfı ve azınlığı ezmeye hazır kaba bir güçtür.
İnsanoğlu bireysel olarak da ahlaken pek imrenilecek bir canlı değildir; kaldı
ki, her türlü reform çabası umutsuzdur: “Daha önce hiçbir zaman, insani
ilişkilerinin, gezegenlerin hareketi gibi engellenemez şekilde, tümüyle
deterministik halde doğup evrildiğini sonra da sonlandığını bu denli açıklıkla
hissetmemiştim. Bu gidişatın az da olsa düzeltebileceğini ummak boş ve
saçmadır.” (The Possibility of an Island,
s.315-6).Tanrının da olmadığı bir dünyada neye, hangi amaçla tutunulacaktır? Romanlarının
temelini teşkil eden ironiye mi? Yine Sabine van Wesemael’in düşündüğünün aksine,
kati surette ironinin de bir fayda sağlamayacağını söylenmelidir[xxiii].
Nietzscheci bir Dionysos anlayışını
reddeder; o denli ki, biraz da abartılı olarak bunu ezenin, horlayanın, alay
edenin gülüşüyle bir tutar. Nihilizmi, Nietzsche yerine hocası Schopenhauer’e döner:
hazzın reddedilişi şeklini alır.Houellebecq’de soyut bir insan kutsallığı,
insan hakları anlayışı ve buna dayalı politik ve ahlaki teoriler bulunmaz.
Sadece Schopenhauer’in yücelttiği merhamet duygusunu öne çıkarır. Modernitenin
yoğunlaştırdığı bunca burukluğa ve mutsuzluğa karşı, Houellebecq’in bir yandan gülünç
durumlara soktuğu insan tiplerine derin bir merhamet duygusu gösterdiği de
inkar edilemez.
Bülent Diken, Houellebecq’i, haklı olduğu öfke ve kızgınlığını, programsız
ve içinden çıkılmaz bir kine (spite)
dönüştürdüğü için eleştirmektedir. Diken’e göre, nihilizm kişinin iğrendiği tüm
o değerlerin yıkımına yol açabilecek başka bir yola yani pozitif bir açılıma da
olanak sağlayabilir. Bunun örneğini Nietzsche’nin ortaya koyduğunu ileri sürer[xxiv].
Gerçekten de Nietzsche’de elde çekiç, eski değerleri yıkarken bir yandan da
yeni değerler üretme arzusu ve canlılığı söz konusudur. Oysa Schopenhauer’de
bunun yerini geri çekiliş, kimine göre erdemli kimine göreyse sinik bir suskunluk
almaktadır.Sanat, geçici de olsa, bu geri çekilişe anlam katabilecek avuntu
uğraşlardan biri olabilir.
Houellebecq’in Goncourt ödülüne layık görülenHarita ve Topraklar [2010] isimli son kitabı, görsel sanat
dallarında eserler veren Jed Martin’i konu edinir. Kitap, öncekilerle konu,
anlatım, gözlem ve alaycılık yönleriyle benzerlik gösterse de provokatif ve
sansasyonel unsurlarnispeten daha azdır. Benzeri unsurlar içinde öne çıkanı,
Houellebecq’in kendini bu kez kurguya doğrudan dahil etmesi, sanatçı Jed
Martin’in sergisi için katalog metnini hazırlayışı ve sonunda bir katil
tarafından vahşice öldürülüşüdür. Romanda Fransa sanat piyasası ve çoğu gerçek
olan ünlü kişiler hakkında gözlemler yapmakla yetinilmez; uluslararası işbölümü
içinde sanayi-sonrası dönemde Fransa’nınkırsal kesimiyle öne çıkan bir turizm
ülkesi haline geliş süreci öngörülür. Bunlara rağmen, romanın sosyolojik sayılabilecek
unsurlar bu kez daha geri plandadır.
Kitabın başlığı, Amerikalı filozof Alfred Korzybski’nin (1879-1950) ünlü “Harita,
toprak değildir”metaforik sözüne atıfta bulunur. Buna göre, nesne ile onun
temsili aynı değildir. Korzybski’ye göre, insanlar bu ikisi arasında özdeşlik
kurduğundan dolayı anlam çatışmaları doğmaktadır. Benzer anlayışla yola çıkan,
antropolog Gregory Bateson’un (1904-1980) dahil olduğu, Palo
Alto grubu olarak adlandırılan bir grup bilimadamı da soyutlama düzeyleri ve
iletişimdeki patolojiler üzerinde çalışmıştır. Goffman’ın çerçeve kuramı (frame) da buna paralel oluşturulmuştur.
Genel fikir, anlamın etkileşim içindeki bireylerin bağlamına göre farklı yorumlanmasıdır. Bütün bunlar,
Wittgenstein’ın ‘dil oyunları’ anlayışıyla ve daha inşacı (constructivist) bir epistemolojiyle uyumlaştırılabilir.
Korzybski ve Bateson, akıl yürütme ve bağlamsal etkileşimden kaynaklanan
sorunlara bir çözüm üretmeye çabası içindeydi. Tabii ki, bir yazar olarak
Houellebecq’in sistematik bir ontolojik ve epistemolojik kavramlaştırmaya
kalkışması beklenmemeli. Zaten Houellebecq de, Jed Martin’in Michelin
haritalarının fotoğraflarını çekerek hazırladığı ilk serginin ismini “Harita
topraktan daha ilginçtir” (s.70) koyuyor. Aslında buradan anti-realist bir
çıkarımda bulunmak zorlama olacaktır; ilişkinin niteliğinden çok temsile dair
bir değer yargısı vardır. Kaldı ki, harita ile toprak arasında belli bir derece
mütekabiliyet de bulunmalıdır. Topraktan haritayı çıkarmak ise ‘fark’ yaratmaktır. Yaratıcı insanın
farkı, istenci askıya alarak dünyayı ‘olduğu
gibi’ görebilmesi, tek bir duruma
binlerce durumu sığdırabilmesidir. Yaşamın hep dışında duran, bocalayan, çocuk
kalan Jed Martin, Schopenhauer’in yaratıcı insan tipinin yaşama geçirilişidir[xxv].
Jed Martin ölmeden önce tamamladığı son eseri için “Dünyayı anlatmak istedim...
Sadece dünyayı anlatmak istedim” (s.343)
der. Bu eserinde, tanımış olduğu insanların fotoğrafları gibi çeşitli objelerin
çürümesini filmlere kaydetmiş, daha sonra bunları üstüste bindirerek kısa
videolar hazırlamıştır. Bunlar, bir yandan “Avrupa’da sanayi devriminin sona
erişi, genel olarak da her türlü insani sanayinin ölümü ve geçici oluşu üstüne
nostaljik bir derin düşünme” olarak ele alınabilecekken, bir yandan da “insan ırkının toptan yok
oluşunu simgelercesine dağılıp parçalara ayrılmasının içimizde uyandırdığı o
azabı”nı gösterirler (s.349). Harita sonunda toprağa döner.
Houellebecq ne işe yarayabilir?
Rita Felski, neden edebi metinler okuduğumuz sorusuna, kendimizi tanımak,
bilgi edinmek, büyülenmek ve şok olmak gibi cevaplar vermekte[xxvi].
Buradaki ‘bilgi’, elbette estetik, ideolojik, gündelik ve bilimsel bilginin
kendine özgü bir bireşimidir. Sosyolojik bilgi ile farklı olmasına rağmen
arasında kalın duvarlar bulunmaz. Houellebecq’in eserleri de, türünün sağladığı
imkanların da ötesine giden tutarsızlıklarına, çarpıtmalarına, eksikliklerine
ve olanca eklektikliğine rağmen,yaratabildiği gerçeklik hissiyle zannımca ‘iyi
sosyal bilim’in de kıstaslarından birine yakınsamaktadır. Çok satmasının
nedenini sadece medyada veya alevlendirdiği tartışmalarda görmemek gerekir.
Çoğu kimse için Houellebecq azılı bir siyasal gerici, banal ve pek derin
olmayan bir anlatımı olan yazar[xxvii],
etik açıdan kabul edilemez bir nihilisttir.Nihilistler, kötümserler hep kendi
kendileriyle çeliştikleri düşünüldüğünden eleştirilir ve küçümsenirler. Oysa,
misantrop Alceste’i gülünç duruma düşürdüğü için Moliere’e kızan Jean-Jacques
Rousseau’nun yolunu izlemek daha doğru olacaktır. Hayal kırıklığı, hınç, acı ve
mutsuzluk doğuran, bütün o iyimser teori ve kurumlarda inat etmek yerine daha
realist bir tavır geliştirebilmemiz için aydınlatıcı olabilir bu metinler[xxviii].Şüphesiz,
sosyolojinin gelişim sürecinde baskın taraf, Aydınlanma geleneğininiyimser yanı
olmuştur. Artık kelime, kavram ve araştırmalarımızdan uzak tuttuğumuz ya da başka
disiplinlere havale ettiğimiz, ancak sosyoloji kurucu babalarının pek de
görmezden gelmedikleri, insan ve insan topluluklarının ‘karanlık taraf’larıise
yok sayılmakta. Schopenhauer ve Comte’un bir birleşimi olarak ele alındığında
Houellebecq’i, bu karanlık tarafı yeniden merkeze alacak bir sosyolojikkavrayışa
davet olarak okumak mümkündür. Toplumsevmez bir sosyoloji, bugüne dair herşeyeödünsüz
bir nefret ve hınçla bakabilen bir sosyoloji, üst perdeden ödev ahlakı öğütlemek
yerine merhamet, empati, özgecilik, dayanışma olasılığı arayan bir sosyoloji?[xxix]
Michel Houellebecq için kullanılan kaynakça:
Kuşatılmış Yaşamlar [Extension
du domaine de la lutte, 1994], çev.
Aysel Bora (İstanbul: Can Y.,2001)
Temel Parçacıklar [Les
Particules élémentaires, 1998],
çev. Osman Senemoğlu (İstanbul: Doğan Y., 1999)
Lanzarote [2000], İng. çev. Frank Wynne
(London: Vintage, 2003)
Platform[Plateforme, 2001] İng. çev.
Frank Wynne (New York:Vintage Books, 2002)
The Possibility of an Island[La
Possibilité d'une île, 2005] İng. çev. Gavin Bowd (London: Phoenix, 2005)
Harita ve Topraklar [La carte
et le territoire, 2010] çev. Orçun Türkay (İstanbul: Can Y., 2012)
[i] Wolf Lepenies, Between Literature
and Science: The Rise of Sociology, (Cambridge: Cambridge U.P., 1988)
[ii] S. Brinkmann, “Literature as Qualitative Inquiry: The Novelist as
Researcher” Qualitative Inquiry,
15:8, (2009):1376-94. Yazar, Houellebecq’in ‘alaylı’ bir sosyolog sayılması
görüşündedir, eserlerini de ‘lirik sosyoloji’ olarak tanımlar. Ayrıca, A. Riley
“In the Trenches of the War between Literature and Sociology: Exploring the
Scandalous Sociology of Modernity in the Novels of Michel Houellebecq” International Journal of Contemporary
Sociology, 43:1, (2006):105-24
[iii] Lepenies, a.g.e. s.46
[iv] A. Comte için bkn. Mary Pickering, “Auguste Comte”, G. Ritzer (der.) The Blackwell Companion to Major Classical
Social Theorists, (Oxford: Blackwell Publishing, 2003)
[v] Theo Tait, “Gorilla with Mobile Phone” London
Review of Books, 28:3, Şubat 2006
[vi] Irene Favier, “The Condition of the ‘Postmodern’ Individual? Sexual
Competition and Modern ‘Dissociety’ in Houellebecq’s Extension du domaine de la
lutte” Paroles Gelées, 24:1,
(2008):91-105
[vii] Jeff Wallace, “Atomised: Mary Midgley and Michel Houellebecq” A. Mousley (der.) Towards a New Literary Humanism (London: Palgrave Macmillan, 2011)
[viii] Brinkman, a.g.e., s.1391
[ix]J.I. Abecassis, “The Eclipse of Desire: L’Affaire Houellebecq” MLN, 115:4 (2000):800-26;
[x] Bülent Diken, Nihilism, (London:
Routledge, 2009)
[xi] H. Frey & B. Noys, “Introduction: ‘Reactionary Times’”, Journal of European Studies, 37:3,(2007):243-253 ve W. Michallat, “Modern Life Is Still Rubbish: Houellebecq and the refiguring of ‘reactionary’ retro”, Journal of European Studies, 37:3,(2007):313-332. Yine de bu eleştiriler sadece sağ kesimle sınırlı değil; sosyolog Gilles Lipovetsky ve Régis Debray da benzer eleştiriler yapmaktaydı.
[xii] Tait, a.g.e.
[xiii] Bernard-Henry Levy & Michel Houellebecq, Public Enemies, transl.by M. Frendo & F. Wynne, (New York:
Random House, 2011) s.280
[xiv] S. van Wesemael, “Michel Houellebecq: A fin de Siecle for the Twentieth
Century”, A. Durand & N. Mandel (der.) Novels
of the Contemporary Extreme, (London: Continuum, 2006) s.100-108
[xv] Baba tarafının işçi sınıfı geçmişinden bahsederken de bunun kendine özgü
‘onurlu’ bir yaşam olduğunu ama dehşet verici derecede ‘kısıtlı’ olduğundan da
bahseder. Bernard-Henry Levy & Michel Houellebecq, a.g.e., s.57
[xvi] Ben Jeffery, Anti-Matter: Michel
Houellebecq and Depressive Realism (Washington: Zero Books, 2011). Louis
Betty de Houellebecq romanlarını Richard Dawkins ile Christopher Hitchens’ın
başı çektiği yeni ateist akıma yakın bulur. L. Betty “Classical Secularization
Theory in Contemporary Literature: The Curious Case of Michel Houellebecq” Literature & Theology, (2012):1-18
[xvii] Carole Sweeney ise haklı olarak, Houellebecq’in feminizm diye topa tuttuğu
şeyin, aslında 1990’larda ortaya çıkan, apolitik ve post-ideolojik, tüketime ve
hazza odaklı ‘Sex and the City’
feminizmi, yani üçüncü kuşak feminizmin kötü bir kopyası olduğunda ısrarcı. C.
Sweeney, “Natural Women? Anti-Feminism and Michel Houellebecq’s Plateforme” Modern & Contemporary France,
20:3,(2012):323-336
[xviii] Bernard-Henry Levy & Michel Houellebecq, a.g.e., s.111
[xix] Romana bir yan-anlatı olarak dahil edilen başka bir çerçevede bu hedonizm
arayışının doğal varış noktasının, güçlü olana herşeyin mübah olacağı, hep daha
fazla şiddet, acı, istismar ve işkencenin aranacağı, ahlak ve merhametin rafa
kaldırıldığı sadistik bir orji olacağı -hayli canlı ve provokatif ayrıntılarla-
belirtilir.
[xx] A.N. Loingsigh “Tourist Traps Confounding Expectations in Michel
Houellebecq’s Plateforme” French Cultural
Studies, 16, (2005)
[xxi] Bu l’affaire Houellebecq
için bkn. R. Schoolcraft & R.J. Golsan “Paradoxes of the postmodern
reactionary: Michel Rio and Michel Houellebecq” Journal of European Studies,
37:3,(2007):349-372. Meseleye daha olumlu yaklaşan bir değerlendirme: R.
Cruickshank “L’Affaire Houellebecq: ideological crime and fin de millénaire
literary scandal” French Cultural Studies, 14:1,(2003):101-16
[xxii]M. Pickering, a.g.e.
[xxiii] Gerald Moore “Gay Science and (No) Laughing Matter: The Eternal
Returns of Michel Houellebecq” French
Studies, 65:1, (2011):45-60
[xxiv]Diken, a.g.e.
[xxv]İoanna Kuçuradi, Schopenhauer ve İnsan, (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Y., 2006), s.84-7
[xxvi] Rita Felski, The Uses of
Literature, (Oxford: Blackwell, 2008)
[xxvii]Bunların arasında Houellebecq’i “süpermarketlerin
Baudelaire’i” olarak gören Perry Anderson’un olduğunu da not edelim: P.
Anderson, The New Old World (London:
Verso, 2008) s.147
[xxviii]Kötümserliğin siyaset felsefesi için aralayacağı
olasılıklar üzerine mükemmel bir çalışma için bkn.J.F. Dienstag, Pessimism: Philosophy, Ethic, Spirit (Princeton:
Princeton U.P., 2009)
[xxix]S.G.Meštrović, “Rethinking the will and idea of
sociology in the light of Schopenhauer's philosophy” British Journal of Sociology, 40:2, (1989), 271-93
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder