[ oggito.com 2017 ]
Aysun Kayacı’nın televizyon ekranında, “Dağdaki çobanla benim oyum bir olur mu?” deyişinin üzerinden neredeyse dokuz yıl geçti. Sözleri zamanında çok tartışıldı, çok tepki topladı. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan, “Demokrasi, her seviyeden, her gelir grubundan, kökeni, ırkı, dini, gelir seviyesi ne olursa olsun, her bir vatandaşın eşit oy hakkına sahip olmasıdır. Eğer bu özgürlüğü, bu eşitliği elinden alırsanız, orada demokrasiden, hiçbir çeşidinden bahsedilemez. Eğer oy vermedeki eşitliği tartışmaya açarsanız doğrudan demokrasiyi tartışmaya açmış olursunuz” diyecekti. Oy vermede eşitliğimiz yüzlerce yılın tedrici kazanımı. Aslında, beklenileceği gibi demokrasinin tartışılması kendisi kadar eski. Aysun Kayacı da, ucu ta Platon’a dek süren antidemokratik karşı çıkışların bir halkasıydı, ne ilki ne de sonuncusu. Onun ardından mesela “üç dil bilenle parmak basanın oyunun aynı olmasına” isyan eden Erol Evgin geldi. Yazılanlara bakacak olursak, Türkiye’de zamanında Aysun Kayacı’ya hak vermediği için yanıldığını söyleyen insanlar arttı. Yurtdışında Brexit oylaması ve nihayet Trump’ı başkan koltuğuna oturtan seçimler ertesinde, seçmenlerin cehaletinden, IQ seviyelerinden dem vuran eleştirilerde patlama yaşandı. Moby’nin dediği gibi, ortalama bir Amerikalının IQ’su sadece 98, yani “dürüstçe söylemek gerekirse, o kadar çok aptal insan var ki”.
Jason Brennan, Amerikalı genç bir siyaset felsefesi profesörü. Müthiş bir zamanlamayla, 2016’da "Against Democracy" (Demokrasiye Karşı) kitabını yayınladı. Lehte veya aleyhte, yazılı ve sosyal medyada peş peşe kitap değerlendirmeleri çıktı, tartışıldı. Brennan esasta Aysun Kayacı’nın haklı olduğunu düşünüyor. Demokrasi yerine, bilgiye (episteme) sahip olanların yönetimini yeğ tutuyor. Bu, şeytanın avukatlığını üstlenme türü bir akıl yürütme ya da tam anlamıyla neo-reaksiyoner (aristokratik, monarşist vb.) bir metin değil. Ancak tümüyle de safi bir siyaset teorisi çalışması da sayamayız. Demosfobik iklime neredeyse birebir uyan ideolojik bir metinle karşı karşıyayız.
Siyasete İlgi ve Katılım Düzeyi
Brennan, günümüzde siyasete olan ilişkimize göre halkı üç ideal tipe ayırıyor(1): 1) Çobanlar: Bunlar pek siyasete ilgisi olamayan, apatik ve genelde bilgisiz kimseler. 2) Holiganlar: Takım tutar gibi taraf tutan (tarafgir), işine gelen bilgiyi seçen, ilgili ama bağnaz kimseler. 3) Hocalar: Bunlar, üniversite hocaları gibi, siyasal değerlendirmelerini sosyal bilimler ve felsefe gibi araçlarla oluşturan, diğer görüşleri de tartabilen eleştirel kimseler. Yapılan araştırmalar, halkın büyük kısmının çobanlar ve holiganlar tipine uyduğunu gösteriyor. Önce bilgisizliği ele alalım: Hiç tereddütsüz, uzun uzun örneklerle sunulan, davranışçı Amerikan siyaset biliminin ve siyaset psikolojisinin 1950’lerden beri ortaya çıkardığı ampirik sonuçlar, oy kullanıcılarının bilgisizliğini ortaya koyar.(2) Bunlar sık sık, halkın bilgisizliğini gösterdiği söylenerek önümüze konan haberlere de yansır. Aksini iddia edecek pek az kimse çıkacaktır (bilhassa internetle birlikte artık halk denilen amorf kitlenin ne şekilde düşündüğünü, neye ve ne şekilde inandığını hepimiz görme olanağını elde ettikten sonra). Burada aptallıktan ziyade ilgisizlik vardır. Basitçe, ilgili olmanın getirisi sıfıra yakın olduğu için, halkın büyük kısmı ilgilenmemektedir. Rasyonel davranmak bilgiyle mümkündür. Ancak bunun için bir çıkarın olması gerekir. Etkimiz o kadar küçüktür ki, kişisel çıkarımız dahi olmaz: Anthony Downs’ın meşhur “rational ignorance” (rasyonel bilgisizlik) anlayışı. J.S. Mill’e göre siyasete katılım insanları daha eğitimli, daha erdemli hale getirecekti. Yani siyaset, çobanları hoca haline dönüştürecekti. J. Schumpeter ise siyasetin çobanları aslında birer holigana çevirdiğinden bahseder: “Tipik vatandaş, siyasal alana girdiği anda zihinsel etkinliği daha düşük bir düzeye iniyor. Gerçek çıkarları çerçevesinde düşünüldüğünde, çocuksu kabul edilecek şekilde tartışıyor. Tekrar bir ilkele dönüyor.”(3) Doğru olan hangisi? Brennan, Schumpeter’i haklı buluyor: Siyasete katılımın çoğu biçimi, bizi aptallaştırıyor, bizi birbirimize düşürüyor, kutuplaştırıyor: Caplan’ın(4) “rational irrationality” (rasyonel irrasyonalite) olarak adlandırdığı tutum. Burada Brennan’ın temel bir kabulünden bahsedelim. Yazara göre, insan çoğu durumda siyasetle ilgili olmak durumunda kalmamalıdır. Bırakın çobanlar hayatını yaşasın kendi hallerinde, balık tutsun, şiir yazıp müzik bestelesin. Çobanı siyasete soktuğunuzda hoca olmuyor, holigan oluyor. Müzakereci demokrasi yanlılarının, Habermas’ın idealize ettiğinin aksine, siyasal süreç “en iyi argümanın kazandığı bir süreç” değil; retorik, karizma, görünüşün öne çıktığı bir alan. Biz tartışmaları holiganlar, demogoglar olarak yapıyoruz. Holiganlar olarak daha fazla holiganlaşıyoruz. Siyasal bilgiyi, daha önceki tercihleri doğrultusunda işleyerek değerlendiriyoruz. Kötüleşme olmuyor olsa bile, bunca münakaşa, bunca kanıt, bunca daha iyi argüman; fikirlerin değişimini, iyileşmesini sağlamıyorsa ortada bir sorun var demektir.
Siyasal Katılımın Değeri
Klasik siyasal katılım denilince akla ilk önce oy verme davranışı gelir. Oy vermenin bizatihi değeri nedir? Oy vermek bizim rıza gösterdiğimiz anlamına mı geliyor? Hayır. İktidarla aramızda ilişki, rızaya dayanmıyor, tamamıyla cebri. Bunun yanında siyasal katılım bize güç kazandırmıyor, bireysel çıkarımıza hizmet etmiyor. Bireysel eylem, zenginlerin ve birkaç etkili kişinin haricinde tümüyle etkisiz. Oy verme bize otonom olduğumuza dair bir his, yaşadığımız dünyayı şekillendirmeye ortak olduğumuza dair bir düşünce mi kazandırıyor? Brennan bunu da olumsuz yanıtlıyor. Ayrıca, siyasal katılım, bizi başkalarının otoritesinden de koruyamıyor. Bütün bunları ancak kolektif (bir grubun, sınıfın, azınlığın vb. üyesi) olarak yaparsak anlamı oluyor. En önemli demokratik argümana geçelim: Klasik anlayışa göre siyasal haklar, vatandaşlar olarak hepimizin eşit olduğunu gösterirler. Bazılarını bunlardan mahrum bıraktığımızda, onları direkt ikinci sınıf insan yapmış oluruz. Oy verme, en azından insanlık onuruna yakışır halde, başkalarıyla eşit halde siyasal ve toplumsal hayata katılmamızı sağlar, bunu sembolize eder. Sanırım, Brennan’ın karşı çıkmakta zorlandığı en önemli şey, bu tür sembolik değerler. Brennan, siyasetin toplumsalın merkezinde, temelinde yer almadığını, siyaseti de tıpkı diğer başka uzmanlık alanları gibi (tıp, tesisatçılık!) ele alabileceğimizi, insanlık onuruyla oy verme arasındaki ilişkisinin tarihsel olarak olumsal (contingent) olduğunu iddia ediyor.
Epistokrasi
Siyasal katılım, birçok insan için değerli değil ise; ayrıca “temel” bir hak da değilse, demokrasiyi daha az katılımla daha iyi işler hale getirebiliriz. Unutmayalım, demokrasi daha iyisini bulamadığımız için katlanmak durumunda olduğumuz bir siyasal form. Demokrasi bir araç – olumlu sonuçlar ürettiği sürece. İçsel, kendinden bir değeri yok. Epistokrasi, demokrasiden daha iyi “çıktı”lar sağladığı takdirde ehven olur. Epistokrasiyi temellendirirken, “birinin daha bilgili olmasının daha bilgisizler üzerinde otorite sahibi olması” şeklinde düşünmemek gerektiğini iddia ediyor. Bu nokta, David Estlund’un epistokrasiye karşı çıktığı noktaydı; Estlund birinin bilgili olmasıyla onun diğerleri üzerinde otorite olması arasında bir mantıki bağ bulunamayacağını belirtiyordu:(5) “Benim senin için neyin iyi olduğunu bilmem, bunu sana dikte edebileceğim anlamına gelmiyor.” Brennan ise tersinden, epistokrasiyi, bilgisizlerin bilgililer üzerinde otorite kurmasının engellenmesi adına meşrulaştırıyor. Bazılarının siyasal alan dışına atılması bu açıdan adaletsiz, haksız olmayacak! Çünkü Brennan yeni ve ilginç bir tür hak öne sürmekte: Kötü yönetim altında yaşamama hakkı (bildiğimiz baskıcı yönetime direnme hakkı değil, altını çizelim). Bunun yönetimini mutlak bir reddediş sebebi olamasa bile, olası bir sebep olabileceğini iddia ediyor. Yani, çıktıları karşılaştırdığınız zaman, sağlıklı bir devlet ve onun rasyonel politikaları altında yaşayabilecekken neden Trump’ın, Farage’in, Le Pen’in ya da Erdoğan’ın kötü kararları altında yaşamak zorunda olayım? Kötü politikaların sorumluluğu politikacılarla beraber onları seçen seçmenlere de yükleniyor. Bir yerde şunu belirtiyor: “Venezuela ve Yunanistan halkları, politikacılarının korkunç ekonomi politikalarını destekledikleri için de kabahatliler!”
Epistokrasinin uygulanması
Bilgililerin yönetimi için değişik yollar düşünülebilir. Oy hakkı, belli bir bilgi düzeyiyle belirlenebilir. Mill’in önerdiği şekilde, bazılarına çoklu oy verilebilir. Epistokratik kişi ve kurullara, karar alış sürecinin farklı noktalarında veto yetkisi tanınabilir. Epistokratik kişiler arasında kura çekilişi gibi düzenlemelere gidilebilir. Brennan bunların arasında en pratik ve en az sorunlu olanının bir genel siyasal bilgi testi olabileceğini öngörüyor. Buna bilinen basit gerçeklerin (facts) yanısıra, sosyal bilimler ve siyaset felsefesini de eklenmek isteniyor. Aynı vatandaşlık sınavı, ehliyet sınavı gibi ideolojik olmayacak şekilde tasarlanacak...
İtiraz
Brennan’ın sorun olarak ele aldığı seçmenin bilgisizliği saptamasının bir çırpıda es geçilemeyeceğini, beylik “popülist” sözlerle geçiştirilemeyeceğini düşünüyorum. İtirazım, sorundan çıkarıp önerdiği epistokrasinin, şu haldeki demokrasiden de geri adım olacağı. Öyle ya, genel gidiş hep “daha fazla katılma”(6) yönünde olagelmiş ise... Öncelikle, ilk akla gelebilecek olan itirazı dillendirelim. Uygulanması bir şekilde kabul ettirilse dahi, epistokrasi pratik olmayacaktır. Eğer pire için yorgan yakmak değilse amaç, katılımı kısıtlanan insan sayısının da, istatistiki olarak anlamlı bir fark yaratması için, hayli fazla olması gerekir. Gerçekten de Brennan’ın aklında geçen bu: Nüfusun önemli bir bölümü dışarıda bırakılacak. Mevcut haklar hakkındaki uzlaşımımız, öngörülebilir bir gelecekte dahi bu kadar insanın dışarıda bırakılmasına el vermeyecektir. Bilgi sınavının nasıl olacağı bir diğer büyük tartışma olacaktır. Sınavın şekli, sorular, barajın yüksekliği hepsi ayrı birer büyük tartışma kaynağı. Bazılarını dışarı koyduktan sonra bile, aşağı yukarı aynı parti repertuarından seçim yapacak isek seçmenleri dışlamanın mantığı nedir? Brennan bir liberteryan olarak kendi partisine “rasyonel” oyunu verecek; ama aynı partiye sırf keyfi olarak oy verecek kişiyi dışlayacak! Parti sistemleri aynı durduğu halde, seçmenleri dışlamanın pozitif getirisi nedir? Hali hazırda, politikacıların birçok alanı teknokrat yönetimine devrettiğini de biliyoruz. Yönetimin kısmen “emin” ellerde durmasını bu teknokrat veya bürokrat kurumlar sağlıyor. Medyanın, pazarlamanın, propagandanın rolü es geçiliyor. Tüm bu kurumların etkisi değerlendirilmedikten sonra faturayı cahil seçmene kesmek düşünce tembelliği oluyor.
Brennan’ın ele aldığı siyasal bilgisizlik konusu, özellikle bugünlerde öncelikli bir mesele. Brennan müzakereci demokrasinin zaten kısıtlı uygulandığı zamanlarda bile oldukça idealize halde kaldığını, gerçeklerle uyuşmadığını söylemekte zannımca haklı. Ancak sonuç siyasal hakların geri çekilmesi değil, zor olsa da gerçekleştirmeye çalışmanın farklı yollarını aramak olmalı.
Brennan’ın yanıt vermediği, oysa en merkezi sorunlardan biri, eğitimli olmanın ne demek olduğu. Brennan herhalde kendinden tiplediği üniversite hocasının idealde tümüyle rasyonel olacağını iddia edebiliyor – hem de tüm bilişsel yanılgı ve hatalardan münezzeh olarak! Daha fazla eğitim; daha akil ve bilgece (wise), daha eleştirel karar vermeyi doğurur mu? Bunu genel düzeyde (aggregate) kabul etsek bile, istisnaların varlığı ilişkinin varlığını kuşkuya düşürüyor. Türkiye şartlarında ise kötü örnekler değil, iyi örnekler istisna durumunda. Uzmanların daha iyi kararlar alacağını varsayamayız; kendi tercihleri (bias) olacaktır. Siyasal alan bir irrasyonalite alanı olduğundan, siyaseti yalnızca bilişsel yanılgılarla (cognitive bias) ve onların olmaması şeklinde anlayamayız. Asıl uzak durmasını öğrenmemiz gereken tehlike, kendine hoca süsü veren holiganlardır. Brennan, kitap boyunca papağan gibi, birtakım şaşmaz, uzlaşılmış “sosyal bilimsel bilgiler”den bahsedip duruyor. Genç de olsa, prestijli bir üniversite hocasının, sosyal bilimlerin felsefesinden bu kadar uzak olması yadırgatıcı. Dış ticaret politikalarında, göçmen politikalarında ya da herhangi bir başka alanda, sosyal bilimler sanki tartışmasız kabul edilmiş bilgiler üretmiş şekilde bir “bilimci” tutum kabul görecek bir şey değil. Bu daha çok kendi politika tercihlerini nesnel bilim söylemi altında kabul ettirmeye yeltenmek olabilir. Bilgi felsefesindeki hakikat üzerine tartışmalardan, sosyal bilimlerdeki ideoloji tartışmalarından bu kadar bihaber, bu kadar uzak bir metnin ciddiye alınacak bir yanı kalmıyor.
Yinelemek istiyorum: Brennan’ın ele aldığı siyasal bilgisizlik konusu, özellikle bugünlerde öncelikli bir mesele. Brennan müzakereci demokrasinin zaten kısıtlı uygulandığı zamanlarda bile oldukça idealize halde kaldığını, gerçeklerle uyuşmadığını söylemekte zannımca haklı. Ancak sonuç siyasal hakların geri çekilmesi değil, zor olsa da gerçekleştirmeye çalışmanın farklı yollarını aramak olmalı. Siyasal alanın herhangi bir teknik alan olmadığı, toplumsal kurucu bir alan olarak önemsenmesinin gerektiği; siyasetin kirli bir şey olmadığı, siyasal ilgi ve katılımın erdemleri vurgulanmalı. Demokrasiye ve siyasete karşı çıkmak değil, onları önemseyip derinleştirmeye çalışılmalı. Elbette meşakkatli ve ucu açık bir mücadele alanı; bu haliyle prosedürel olarak demokrasinin bir değeri var. Demokrasi ve siyaseti bir “çıktı” meselesine indirgeyemeyiz. Brennan’a ve Aysun Kayacı’ya belki şunu diyebiliriz: Demokratik haklarımız, bireysel bile olsalar, ancak başka herkesin de eşit haklarıyla mevcudiyetini varsayarak, kolektif olarak kullanabildiğimizde anlamlıdır.(7) Sözümüzü, 1791 yılında Edmund Burke’e karşı Fransız Devrimini savunan büyük devrimci Thomas Paine ile bitirelim: “İnsan olarak benim hakkım olan şey aynı zamanda bir başkasının da hakkıdır; böyle olunca o hakka malik olmak kadar onu güvence altına almak da benim vazifem olur.”(8)
Dipnotlar:
(1) Tiplemelerin asıl isimleri Hobbit, Holigan ve Vulcan (Star Trek’teki akıllı tür). Çevirirken değiştirmeyi tercih ettim.
(2) Bu siyasal bilgi ölçümlerine ve yaklaşımına metodolojik ve epistemolojik birçok önemli itirazlar dillendirilmiştir. Ancak bunların, çıkan genel tabloyu tümden reddetmemizi gerektirecek bir sebep oluşturmadığını düşünüyorum. Ayrıca bkn. İlya Somin, Democracy and Political Ignorance, Stanford: Standford University Press, 2013; Rink Shenkman, Just How Stupid Are We? Facing The Truth About The American Voter, New York: Basic Books, 2008 ve artırabileceğimiz örneklerle bu durum ortaya konmakta.
(3) J.A. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, London: Routledge, 2003, s.262
(4) B. Caplan, “The Myth of Rational Voter and Political Theory”. H. Landemore & J. Elster (der.) Collective Wisdom: Principles and Mechanisms, Cambridge: Cambridge University Press, 2012
(5) D.M. Estlund, Democratic Authority: A Philosophical Framework, Princeton: Princeton University Press, 2008, s.206-222
(6) C. Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, Ankara: İmge Yayınları, 2001, s.29
(7) C. Mouffe, The Return of the Political, London:Verso, 1993, s.19
(8) T. Paine, İnsan Hakları, çev. Mehmet Osman Dostel, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1998, s.127-8
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder