8 Eylül 2020 Salı

‘Fizik Hasedi’ ve ‘Pozitivizm Hortlağı’

Toplum ve Bilim Sayı 116, 2009 ]


Bent Flyvbjerg, Making Social Science Matter: Why social inquiry fails and how it can succeed again, translated by S. Sampson, Cambridge: Cambridge University Press, 2001, 216 s. 

Sanford F. Schram and Brian Caterino (eds.), Making Political Science Matter: Debating Knowledge, Research, and Method, New York: New York University Press, 2006, 304 s. 

George Steinmetz (ed.) The Politics of Method in the Human Sciences: Positivism and Its Epistemological Others, Durham: Duke University Press, 2005, 620 s.



19. yüzyıl sonu Methodenstreit tartışması, Weber’le özdeşleşen değerler üzerine tartışma ya da Popper ile Adorno arasındaki pozitivizm tartışması, sosyal bilimin neliği ve nasıl yapılabilirliği üzerine farklı anlayışlar arasında süregelen ihtilafın ilk akla gelen, en bilinen örneklerinden birkaçı. Ele alınan kitaplar da, sosyal bilimler epistemolojisi ve yöntem sorunu üzerine kadim tartışmaya özgün katkı yapma iddiasında olan ve yankı oluşturduğunu düşündüğüm kitaplar.

Aalborg Üniversitesi planlama bölümü profesörü Bent Flyvbjerg’in[1] kitabı, 1990’lar ortasındaki Sokal vakası ve ‘bilim savaşları’ bağlamında Richard Sennett’in telaffuz ettiği ‘fizik hasedi’ olgusundan yola çıkıyor. Kitabın altbaşlığının da imlediği sorun, sosyal bilimlerin doğa bilimlerine öykünme ve model alma çabasının bugüne kadar başarısız olduğu ve hep o arzulanan bütünsel, açıklayıcı ve öngörü sunan büyük teoriyi geliştiremediği gerçeği. Yazarın temel tezine göre, bu tür bir amaç zaten başından itibaren başarısız olmaya mahkum, nafile bir çaba olarak görülmeli ve bundan uzak durulmalı. 

İdealize edilmiş şekliyle doğa bilimi modeli bize birikimli ilerleyen, nedensel açıklama ve öngörü sunan, bağlamdan bağımsız evrensel bilgiyi (episteme) vaat etmekte. Başta Thomas Kuhn olmak üzere birçoklarının eleştiri ve düzeltmelerine karşın, bu model sosyal bilimler alanında prestijini korumayı sürdürüyor ve nihai amaç olarak alınıyor; çünkü bunun zıt kutbunda relativizm ve nihilizm tehlikesi hissediliyor. Eskisi kadar açıkça dillendirilmese de, henüz gelişimini tamamlayamamış (paradigma-öncesi aşamadaki) sosyal bilimlerin, doğa bilimlerinin yetkinliği kanıtlanmış (başta techne ve teknoloji alanında) yöntemlerini uygulayarak gelişebileceğine yönelik iyimser bir anlayış hala korunmakta. Ancak hermeneutik geleneğin doğa ve insan bilimleri arasındaki farklılık üzerine bilinen ısrarını yineleyen Flyvbjerg, bu ikisi arasındaki niteliksel ve aşılmaz fark nedeniyle, toplumsal ilişkilerin incelenmesinin bilinen anlamıyla bir ‘bilim’ olarak yapılamayacağını söylüyor. Bu noktada Giddens’ın inceleme nesnesi ile araştırıcı özne arasında var olduğunu gösterdiği ‘çifte hermeneutik’ anlayışından yararlanıyor. Flyvbjerg’in farklılığı belirtmek için kullandığı asıl nokta ise Hubert ve Stuart Dreyfus kardeşlerin öğrenme üzerine geliştirdiği fenomenolojik model. Bu ikincisi, insani etkinliğin analitik/hesaplayıcı bir akılsallıktan öte durumları da kapsadığını (yalnızca irrasyonel değil, aynı zamanda arasyonel), sezginin, deneyimin ve bağlamsal edimlerin merkezi konumunu göstermekte. Bir alanda eksper olan kişinin o alanda edimde bulunurken detaylı bir akıl yürütmeye başvurmasına gerek duymaması veya rasyonel kural ve beklentileri çiğneyebilmesi temel fikri, Bourdieu’nun eyleyiciyi kendi ‘yaşam sanatının’ virtüözüne benzettiği eylem kuramıyla uyumlu bulunuyor. Tüm bundan da, toplum ve insan ilişkilerinde bağlamsallığın gözardı edilemez önemi çıkarılıyor. Bu bağlamsallık yalnızca karmaşıklık düzeyinin artmasını değil, açık-uçluluk ve olumsallığa da işaret ediyor.

Flyvbjerg’in tümüyle yeni bir anlayış savunmadığı oldukça açık olmalı. Hatta, Doğan Özlem’in 1997’de Mülkiye’de yaptığı sunumun; Alman Tarihçi Okulu, hermeneutik gelenek ve Amerikan pragmatizmine yaptığı referanslar ve felsefi arkaplanı sunmasıyla çok daha yetkin ve doyurucu olduğu söylenebilir. Şu cümleler sorunun tespiti ve ulaşılan sonucun ortaya konuluşu açısından kendi başına yeterli:

“[Doğa bilimlerinde dahi (örneğin Heisenberg’in belirsizlik ilkesi) karşı çıkışların yükselmesine karşın -HK] ... nomotetik bilim paradigması, tarih ve toplumla ilgilenen bilimler için günümüzde hala tutkuyla kabul görebiliyor. Hala, tutkuyla, tarih ve toplum yasaları peşinde koşan nomotetizm yanlısı sosyologlar, tarihçiler, antropologlar, ekonomistler var ... Objektif ve evrensel bir tarih ve toplum bilgisi mümkün değildir ve ayrıca arzu edilir bir şey de değildir ... çünkü ‘objektif ve evrensel bilgi’, ancak sahte, pseudo bir bilgi olabilir. Ve bu görünümüyle o, ancak, siyasal açıdan bir hakimiyet kurma aracı olma işlevini yüklenebilir”[2]

Flyvbjerg, tartışmanın tarihi arkaplanını kısa tutup nomotetik bir arayışı reddettikten sonra Aristo’nun ayrımına dayanarak phronesis’e yönelik bir sosyal bilim önermekte. Aristo’nun episteme, techne ve phronesis arasında yaptığı ayrıma göre, phronesis[3] tikel durumlarda karar almayı sağlayan pratik bilgelik, basiret: pragmatik, değişken, bağlam-bağımlı ve değerlere dayalı bir akılsallık. Buna göre, phronesis’e yönelik bir sosyal bilim, episteme yerine bağlamsal olanın, değerlerin ve çıkarların analizi yoluyla praxis ile bağlantılı olacaktır. Tikel durumlarda nasıl davranılması gerektiğine dair bilginin karşılıklı oluşturulmasına katkıda bulunması için, Flyvbjerg, şu dört temel soruyu sosyal bilimin merkezine koymamızı istemektedir (s.60):

1)      Nereye yöneliyoruz?

2)      Bu yönelim dahilinde, kim hangi iktidar mekanizmalarıyla ne kazanıyor, ne kaybediyor?

3)      Bu, arzu edilir bir olgu mudur?

4)      Ne yapmalı?

Soruların mahiyeti, iktidar ilişkilerinin analizinin sosyal bilimin ana sorunsalını oluşturduğunu gösteriyor. Nitekim yazar, Gadamer başta olmak üzere hermeneutik geleneği, bu iktidar ilişkilerini gerektiğince ele almadığından dolayı eleştiriyor. Kitabın bir bölümü, bu tür bir analizinin ideal olarak nasıl yapılabileceği konusunda Habermas ile Foucault karşılaştırmasına ayrılmış. Karşılaştırma sonunda, fazla idealist ve ütopik bulunan Habermas’ın analiz çerçevesi yerine, Foucault’nun bilgi ve tarihsel sosyolojisi ‘aklı başında’ bir sosyal bilime örnek olarak gösteriliyor. Bu şekilde, bağlamsalcı epistemoloji çerçevesinde, son soruyla relativizme düşmeden başedebileceğimiz söylenmekte.  

Flyvbjerg, kitabın son bölümlerinde başta planlama alanında kendi çalışmaları olmak üzere değişik alanlarda phronesis’e yönelik yönteme dair ipuçları ve genel bir tavsiyeler demeti sunuyor. Bunların hem yöntem hem de perspektif açısından çok da orijinal bir katkı sunduğunu söylemek güç: çoğu zaman oldukça genel düzeyde kalan ve herkesin o düzeyde uzlaşabildiği arzulanılır öneriler. Yine de, nispeten daha ayrıntılı bir bölüm, örnek olay incelemelerine (case study) iade-i itibar kazandırılmasına ayrılmış. Kitabın tezine uygun olarak, sadece evrensel bilginin değerli olduğu şeklindeki anlayış eleştiriliyor. Bir diğer yanlış anlama ise bir tikel durumdan genelleme yapılamayacağına, bu tür araştırmaların olsa olsa hipotez oluşturma amaçlı pilot çalışmalar olarak kullanılabileceğine dair kabul. Oysa, tikele dair bilginin ve derinlemesine bir anlatının evrensel bilgiden daha az değerli olduğu iddia edilemez (s.73). Ayrıca, stratejik olarak seçilmiş kimi örneklerin genellemelerde veya yanlışlamalarda (siyah kuğu) kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Son olarak, bu tür bir yöntemden her aşamada yararlanabileceği belirtilmekte. Üzerinde ısrarla durulan bir nokta da, praxis odaklı bir sosyal bilimin akademi-dışı ilgili tüm kesimlerle daha sıkı bir ilişki, diyalojik bir iletişim kurması gerektiği üzerine. Ancak bu şekilde ‘so what?’ tepkisiyle karşılaşmaktan kaçınılabilecek.

* 

Schram ve Caterino’nun derlediği kitapta ise Flyvbjerg’in önerileri siyaset bilimi kapsamında tartışılıyor. Derlemeyi güdüleyen ikinci bir tartışma da Ekim 2001’de internette bir forumda imzasız bir yazıyla alevlenen ‘Bay Perestroyka’ hareketi olmuş. Kısa zamanda yaygınlaşan hareket dahilindeki bir grup siyaset bilimci ve öğrencisi, disiplinlerinde metodolojik çoğulculuk talep ediyor, lisanüstü eğitiminde nitel araştırma tekniklerine takınılan düşmanca tutumun son bulmasını istiyordu. Aynı şekilde, yayınlarda, konferanslarda, proje desteklerinde vs. hakim anlayış ve yöntem dışındakilerin karşılaştıkları zorluklara dikkat çekilmekteydi[4]. Sayıların, istatistiğin veya formel modellemelerin işin içine girdiğinde ‘bilimselliği’ sağladığına dair yaygın konuma karşı çıkış, doğal olarak Flyvbjerg’in önerileriyle paralel bir doğrultuda bulunuyor.

Derlemedeki makaleler içinde Flyvbjerg ve Perestroykacılara karşı en keskin itiraz, bunları “çağdaş gelişme ve tekniklerden korkan Ludditeler” olarak tasvir eden David D. Laitin’den geliyor[5]. Laitin’e göre bilim, her daim bağlam-bağımlı olmuş ve buna uygun istatistiki yöntemler geliştirmiştir (‘sorun bunları kullanmaktaki beceride’ demeye getiriliyor!). Eğer sorun öngörü yapmak ise, zaten başta biyoloji olmak üzere bazı bilim dallarında kullanımı kısıtlı. Kaldı ki, olasılığa dayalı başarılı öngörüler yapılabileceğini, hatta yapıldığını iddia ediyor; örnek olarak da oy verme davranışını gösteriyor! Laitin’in pek inandırıcı görünmeyen örnekleri ve genel olarak makalesi, aslında tartışmayı bir nicel-nitel yöntem tartışmasına çekmek istiyor. Halbuki, Flyvbjerg’in derlemedeki makalesinde tekrar belirttiği gibi bağlam duyarlı bir sosyal bilim her iki tür yöntemi de kullanabilir. Asıl sorun, istatistiki ve formel yöntemlerin bilimsel yöntemle eş tutulması. Yoksa, hiç kimse bu ikincileri yadsımayı veya bilmemeyi erdem düzeyine taşımayı arzulamıyor. Arkasındaki sahte ve tehlikeli ‘bilimci’ anlayış hedefleniyor. Ancak kimi objektivizm yanlıları, bunu sosyal bilimlerin kapısını ardına kadar politikaya açmak olarak değerlendiriyor.

Kitabın diğer makaleleri genelde Flyvbjerg’i olumlayıcı ve tamamlayıcı içerikteler. Örneğin T. Schatzki[6], yazara genel hatlarıyla katılmakla birlikte, sosyal bilimlerde uzunca bir süredir doğa bilimlerini taklit gayretinden uzaklaşıldığını, alandaki çoğu teorinin öngörü iddiasından vazgeçtiğini, bu nedenlerle de bunlara yönelik eleştiri dozunu iyi ayarlamak gerektiğini savunuyor. Ayrıca neden teoriden (episteme) vazgeçmeliyiz ki? Dünyaya bakış şeklimizi teori yoluyla yaparken, katı açıklama ve öngörü getiren teorilerden başka teoriler oluşturamaz mıyız? En basitinden, Flyvbjerg’in önerileri, Dreyfus kardeşler ve Bourdieu’nun eylem teorisi üzerinden gelişmiyor mu? Sonuçta, teoriyi katı bir evrensel açıklamalar örüntüsüyle özdeşleştirmenin doğru olmayacağı söylenebilir. Karşı çıktığı noktalarda haklı olsa bile, ‘aklı başında’ sosyal bilimin içinin doldurulmasında oldukça eksik kalındığı belli oluyor.

*

Flyvbjerg’in eleştiri oklarını yönelttiği bilimcilik, Michigan Üniversitesi sosyologlarından George Steinmetz’in 19 makaleyi içeren hacimli derlemesinde tarif edilen pozitivizmin ana unsurlarından biri: Humecu evrensel yasaların varlığına inanç, karikatürize edilmiş bir doğa bilimi taklidinde ısrar, bilimsel yöntemin tekliği ve ‘değişkenler’ arası kapalı bir sistem tahayyülü. Yazarların ortak gözlemi ise pozitivizmin günümüze dek ulaşmayı başarmış şaşırtıcı yaygınlığı. Giddens[7] ve Raymond Williams’ın çok önceleri belirttiği gibi, pozitivizm artık çoğunlukla bir kötüleme terimi olarak kullanılmakta ve ufak bir bilim felsefecisi grubu dışında açık bir savunucusu bulunmamaktaysa da; süreklilik, genelde açık açık değil ancak daha gizil inanış ve alışkanlıkların devamı şeklinde mümkün olmakta. Steinmetz’in söylediği gibi, bugün kimse Comte, Carnap veya Nagel okuması yoluyla pozitivizm yapmıyor; bu daha çok istatistik ve yöntem ‘talim ve terbiyesi’ kanalıyla muhafaza ediliyor (s.45). Böylece, pozitivizm zombisinin onca ölüm ilanından sonra devam eden paradoksal varlığı açıklık kazanıyor. 

Steinmetz’ın derlemesi, ana beş disiplindeki (tarih, antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve ekonomi –kısmen psikoloji) pozitivizm izlerini ve buna alternatifleri irdeliyor. Buna göre, genel olarak pozitivizmin her disiplinde aynı derecede etkin olduğu söylenemez. Baştan idiografik kökenleri olan tarih ve antropolojide pozitivizm nispeten daha az etkin iken, ekonomi ve ona öykünen siyaset bilimi ile sosyoloji alanlarında tam tersi bir durum söz konusu. Derecesi ne olursa olsun, pozitivizmin bu hakim konumunu Sandra Harding üç etkene bağlıyor: 1) Öncelikle bilimsel bilgiyi diğer tüm bilgi türlerinin üstüne yerleştiriyor. 2) ‘İyi’ yöntem üzerinde ısrar ediyor. 3) Bu tür bir bilginin toplumsal ilerlemeye katkı sunacağını savunuyor. Steinmetz ise daha dışsal ve kurumsal nedenlerle açıklama yanlısı: pozitivizmin özellikle metodolojik hakimiyeti, Fordist dönemin toplumsal yapılarıyla açıklanıyor. Pozitivizm ancak 1945 sonrası dönemde sosyolojide ABD’de ve dolayısıyla dünyada hegemonik bir konuma yerleşiyor. Daha önceki dönemlerde varolan disiplin içindeki çokseslilik 1950’lerle beraber azalıyor, pozitivist bir ‘bilim yapma yöntemi’ giderek daha fazla kabul görüyor. Burada, Fordist kitle üretim ve tüketim modelinin gerektirdiği bilim modelinin (katı bir olgu/değer ayrımı, yoğun bir ampirisist vurgu vb.) pozitivist metodoloji ile yakın ilişkisi vurgulanmakta. ‘Bay Perestroyka’ hareketinin de belirttiği gibi bilimsel fonlama ve ‘iyi bilim’ standartları bu minvalde yürütülüyor.

Şüphesiz, içinde bulunduğumuz dönem, disiplinlerin kendi içlerinde Fordist dönemdekinden daha çoksesli olduğu, rakip paradigma ve yöntemlerin yarıştığı bir dönem. Açık ki, pozitivizmi reddederken Harding’in belirttiği noktalarda tam zıt bir konum almak da yanlış olacaktır. Flyvbjerg örneğinde olduğu gibi pozitivizm ve hermeneutik arasında uygun bir konum alma ihtiyacı hissedilmekte. Bu noktada, derlemedeki birçok yazar, Türkiye’de de giderek daha fazla yaygınlaşmaya başlayan ‘eleştirel gerçekçilik’ akımının olasılıkları üzerine düşünmekteler. Bu yol, pozitivizmi reddederken bilimsel bilginin farkını korumayı sağlayan önemli bir alternatif seçeneği oluşturuyor.

Kitaptaki alternatif önerilerinden bir diğeri ise Michael Burawoy’un ‘kamusal’ bilim çağrısı. Burawoy’un çeşitli vesilelerle tekrarladığı bu çağrının özünde en temel iki soruya dayanarak (‘Kimin için bilgi?’, ‘Ne için bilgi?’) yapılan dört farklı bilgi sınıflandırması yatıyor. İlk soru için kabaca, akademi içi ve akademi dışı topluluklar ayrımı; ikincisi için de araçsal ve düşünümsel (reflexive) ayrımı yapılıyor. Akademi için yapılan araçsalcı bilgi üretimi profesyonel bilgiyi oluştururken, akademi dışına yöneldiğinde bu siyasa-yönelimli bir bilgi oluyor. Akademi içinde sınırlı düşünümsel bilgi, eleştirel bilgiyi oluştururken, akademi dışına yöneldiğinde bu ‘kamusal’ bilgiye dönüşüyor. Burawoy’a göre dört farklı bilgi üretim şeklinin bir arada varolması gerekli. Bilim yapma pratiğini ‘poplaştırmamak’ için profesyonel bilginin varolması ve eleştirel bilgiyle harmanlanması zaruri. Tabii bu da profesyonel bilgi alanındaki pozitivizm hakimiyetinin kırılmasına bağlı. Sonuçta, Steinmetz’in derlemesi, pozitivizmin sosyal bilim disiplinlerindeki gidişatını ortaya koyarken, buna alternatifler üretmesi açısından da oldukça yararlı ve ufuk açıcı bir kitap.  

Hasan KESER



[1] http://flyvbjerg.plan.aau.dk/

[2] Doğan Özlem, “Doğa Bilimleri ve ‘Sosyal Bilimler’ Ayrımının Dünü ve Bugünü Üzerine” Doğan Özlem, Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, Ankara: İnkılap Kitapevi Yayın, 1999, s.113,118

[3] Phronesis, Nikomakhos’a Etik çevirmeni Saffet Babür tarafından ‘aklı başındalık’ olarak çevrilmiş.

[4] S.F. Schram “Return to Politics: Perestroika, Phronesis, and Post-Paradigmatic Political Science”, a.g.e.

[5] D.D. Laitin “The Perestroikan Challenge to Social Science” a.g.e.

[6] T. Schatzki “Social Science in Society” a.g.e.

[7] A. Giddens “Pozitivizm ve Eleştiriciler” T. Bottomore ve R. Nisbet (der.) Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: Ayraç Y., 1997

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder