[ https://www.jacobinmag.com/2020/07/zeev-sternhell-obituary ]
Zeev Sternhell,
1935-2020
Enzo Traverso
Zeev Sternhell, Fransızların faşizme karşı “bağışık” olduğu mitini yıkan bir milliyetçilik tarihçisiydi. Düşünce tarihine odaklanışı, Fransa’nın kendi uç-sağının köklerini izlemesine imkan tanısa da; aynı anlayış, kıta genelinde faşist hareketleri iktidara taşıyan toplumsal güçleri anlama açısından daha az yararlı oldu.
Zeev Sternhell’in çağımız entelektüel manzarası içindeki pozisyonu bir paradoks gibiydi. Faşizm çalışmalarını, daha genel olarak entelektüel tarihi yeniledi. Fakat, birçok kimsenin artık modası geçmiş olarak tabir etmekten sakınmayacağı “eski” tarihyazım geleneği içinde kendi köklerini bulmuştu. Metodolojik açıdan, Kudüs Üniversitesi’nin bu siyaset bilimi profesörü açıktan açığa muhafazakardı. Son elli yılın metodolojik cereyanları kendisini fazla ilgilendirmiyordu, eğer ki sebep oldukları gerilemeler en uzlaşmaz eleştirileri hak etmiyorsa.
Sternhell için, sosyal tarih, fikirlerin otonomisini yadsıdığı için suçluydu. Ona göre, siyaset felsefesini dil düzleminde ele almakla uğraşan, Cambridge Ekolü kurucuları Quentin Skinner ve J.G.A. Pocock tikelcilik ve relativizm belalarına gömülmüştü. Böyle olunca da, “dilsel yöneliş” [linguistic turn] irrasyonalizmin bir biçimi, Aydınlanmaya karşı olan kadim obskürantizmin çağdaş versiyonu olmaktan başka bir şey olamazdı.
Bu tehlikeli akımlara karşı Sternhell’in koyduğu modellerin kendileri de eskimişti: Ernst Cassirer, Raymond Aron ve Arthuy Lovejoy. İlk ikisi, entelektüel mücadelede klasik liberalizmden etkilenmiş, “militan” tarihçi ve filozoflardı.Üçüncüsü, düşünce tarihi anlayışını, zamandan münezzeh düşünce kategorilerinin çağlar, diller ve kültürler arasında diyalogu olarak şematize etmişti -günümüzde pek az kimsenin savunmaya hazır olabileceği bir sav.
Yine de Sternhell için bu, insan topluluklarının deneyimlerini yorumlamak için “eşsiz bir araç”tı. Ona göre demokrasi, liberalizm, milliyetçilik, komünizm ve faşizm her şeyden önce birer “fikir” idi; maddi, sosyal, kültürel ve siyasal tarih tali ve türevdi. Sternhell’in kendi terimlerinden olmayan bir sıfatı kullanacak olursak, fikirler “performatif”ti. Bu metot daima çalışmalarına yön verdi. Göstermeye çalışacağımız gibi, bunu, modern baskı biçimlerinin ardındaki ideolojik arka planı ortaya çıkarmak şeklindeki, oldukça kapsamlı eleştirel projesinin hizmetine koştu. Bariz kimi kısıtlıklarına karşın, sonuç çoğu durumda verimliydi. İşte burada, eskimiş kavramsal cephaneliği kullanarak tarih yazımına yeni bir soluk kazandırabilmiş bir araştırmacının paradoksuyla karşılaşıyoruz.
Fransız
İstisnacılığına Karşı
Otuz yıldan fazla bir süredir Sternhell Fransız milliyetçiliği tarihini araştırdı. 1960’ların ortalarında Paris’te Institut d’études politiques’te (IEP) doktora tezini hazırlarken Vichy [1940-44 arası Petain liderliğindeki Fransız devleti] hala bir tabuydu. Çağdaş Fransa’nın siyasal tarih yazıcılığında, IEP’nin en bilindik figürlerinden olan René Rémond hakimiyeti bulunuyordu. Onun “üç Sağ” tezi kanonik bir konumdaydı.
Rémond’a göre 1789’dan bu yana Fransa, Legitimist [1830’da devrilen Bourbon hanedanı taraftarları], Bonapartist [Napolyon ve yeğeni], Orléanist [1830-48 Orléans hanedanı] sağlar görmüş ama faşist bir sağ yaşamamıştı. İlki, karşıdevrimle oluştu, on dokuzuncu yüzyıl boyunca Joseph de Maistre’den Charles Maurras’a dek devam etti. Bu, eski rejime nostaljik bakan ve Katoliklik ile iç içe geçmiş gerici sağdı. İkincisi otoriterdi, Bonapart’tan III. Napolyon ve Mareşal Pétain yoluyla general de Gaulle’e, yolunu muhafazakarlığın her rengiyle birleştirebilmiş, kendini milletin koruyucusu sayan sağ. Üçüncüsü teknokratikti, düzene ve toplumsal hiyerarşiye hürmet duyan bir modernizasyondan yanaydı. Bu sonuncusu 1830’da Louis-Philippe ile kendini göstermiş, de Gaulle sonrası Beşinci Cumhuriyete varana değin Fransa’nın siyasal rejimlerinde aralıklarla ortaya çıkmıştı.
Bu toplaşmalarda, faşizm izlerine yer yoktu. Rémond için Fransa’da faşizm, dışarıdan getirilmiş, köksüz ve geleceksiz, Alman işgali sırasında bir avuç fanatiğin, çok kısa bir süre ses getirmiş ama sonra hızla marjinalize olup yalıtılmış bir hareketiydi. Bu görüşe göre, Pétain rejimi, faşizmin bir varyantı olmaktan ziyade bu üç sağın belli bir bireşimiydi. 1950’lerde yazılmış Rémond eserlerinde, Dreyfus olayından beri Fransız milliyetçiliğinin ana öğelerinden olan anti-semitizm tarihi önemli ölçüde ihmal edilmişti. Uzun süredir kabul görmüş haliyle temel tezi, faşizmden tarihsel olarak “bağışık” bir Fransa ortaya atıyordu.
Sternhell bu miti açığa çıkarıp sistematik bir eleştiriye tabi tutarak en sonunda tümüyle bir tarafa atılmasını sağlayanlar arasında en önde gelen kişiydi. 1972’de, doktora tezine dayanan bir Maurice Barrès biyografisi yayınladı. Milliyetçi yazarı proto-faşist bir ideolog olarak sunuyordu. Barrès, Dreyfus olayı zamanı gençlik yıllarının kozmopolitizm ve sosyalizmini terk ederek, radikal, yıkıcı bir milliyetçiliğe dönüşüm yaşamıştı. Nancy’li yazar, yüzyıl sonu “kültürel kötümserler”in saplantısı haline gelen “dekadans”ı yalnızca kötülemenin ötesine geçmiş; çabalarını modernite ile muhafazakar gelenek (belli miktar romantizm, ilerlemenin reddi, otoriterlik, hiyerarşiye hürmet, aristokratik anti-kapitalizm) arasında yeni bir senteze yöneltmişti.
Lider ve gençlik kültü, kan ve toprak miti, burjuva değerlerinden nefret, radikal antisemitizm, bir çeşit alternatif modernliğin yaratılması hedefindeki yeni bir tip irrasyonalizm oluşturmuştu. Geçmişe bakmıyordu, kendini gelecekte konumlandırıyordu. Demokrasiyi, eski rejimi tekrar inşa etmek için değil, onu otoriter bir düzen yoluyla aşmak amacıyla reddediyordu. Erkeklik, kaba güç ve milli canlılık methiyesi onu Joseph de Maistre ya da Louis de Bonald yerine Ernst Jünger’e yaklaştırıyordu. Cumhuriyet ve Dreyfus karşıtı ana hareket olan Action française hareketine, tam da, milliyetçiliği karşıdevrimcilikten öteye gittiği için katılmamıştı. Onun anti-semitizmi; Drumont gibilerinin dinsel ve ekonomik Yahudi karşıtlığının ötesine geçiyor, ırkçılığı sosyal Darwinizm kodlarını çoktan benimsemiş oluyordu.
Devrimci Sağ
Birkaç yıl sonra Sternhell bu yorumu La droite révolutionnaire [Devrimci Sağ] kitabında (1978) sistematize etti. Bu çalışmasında, geç on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sı, Avrupa faşizminin gerçek potası olarak görünüyordu: Aristokratik muhafazakarlığını bırakıp popülist olmuş bir Sağ ile, Marksist ve cumhuriyetçi olmaktan uzaklaşıp bunları milliyetçilikle birleştirmiş Solun sentezinin sonucu. Milliyetçilik; Action française ve Drumont anti-semitizmden Georges Vacher de Lapouge ve Gustave Le Bon öjenizmine, Proudhon çevresinin popülizminden Georges Sorel’in anti-cumhuriyetçi, anti-demokrat irrasyonalizmine, değişik cereyanların karıştığı bir magma gibiydi. Model böylece kurulmuştu.
Takip eden yıllarda, Sternhell bazı çalışmalarını, kimi sol akımları, “milliyetçi” sosyalizme ve en sonunda da faşizme eviren ideolojik revizyonizmi incelemeye adadı. “O olmasaydı, faşizmin asla oluşmayacağı milliyetçi sosyalizm 1880’lerde ortaya çıktı ve o gelenek, kendisini kesintisiz olarak İkinci Dünya Savaşı’na dek üretip durdu.” “Faşizm, Büyük Savaş’tan önce, onunla doğrudan bir bağı olmaksızın zaten ortaya çıkmıştı” diye sürdürüyor Sternhell. Sözün kısası, militarizm, cumhuriyet-karşıtlığı, anti-liberalizm, anti-semitizm mirasıyla Dreyfus Olayı onu mümkün kılmıştı. 1930’larda faşizm, artık hemen her tür Fransız milliyetçiliğini “dölleyecekti.”
Şubat 1934 isyanlarıyla Vichy rejimi başı arasında, Sternhell’e göre, faşizm sadece Jacques Doriot’nun Parti Populaire Français, Henri Dorgères’in “yeşil gömleklileri”, Marcel Déat’nın “yeni-sosyalizmi” gibi yıkıcı hareketler ya da Louis Ferdinand Céline, Robert Brasillach, Lucien Rebatet, Pierre Drieu La Rochelle gibi birkaç fanatik yazarla sınırlı değildi. Sternhell bu geniş galaksiye, Henri de Man’ın “plancılığını”, halk sınıflarının kendini yönetmekte yetersiz olduğunu, her zaman bazı elitler tarafından hükmedileceğini, bu yüzden de demokrasinin olanaksız olduğunu savunan Robert Michels’in siyaset sosyolojisini de dahil ediyordu. Faşizmin erime potasında daha değişik içerenler de vardı: Sternhell, George Valois’nın popülist sosyalizmini, Édouard Berth ve Georges Sorel’in irrasyonalizmlerini, hatta Thierry Maulnier ve Emmanuel Mounier popülizmlerini de dahil ediyordu.
Yirmi yıldır, Kudüslü tarihçi, uygun olarak “Sternhell Tartışması” olarak adlandırılan geniş, uluslararası bir tartışmanın merkezinde yer alıyor. Bu tartışma bugün faşizmin yeniden yorumlanmasında en önemli dönüm noktalarından biri olarak görülmekte. Nadiren tümüyle kabul edilse de, Sternhell’in tezleri yavaş yavaş geçerlilik kazandı: daha önce hiç kimse, Fransız milliyetçiliğinin entelektüel kökenlerini bu denli derinlikli ve tüm görünümüyle yeniden kurmayı başarabilmişti. Birçok tarihçi Sternhell’i faşizmi, liberal demokrasinin krizinden ve on dokuzuncu yüzyıl sonu Aydınlanma karşıtı reaksiyondan günümüze düz ve neredeyse kaçınılmaz şekilde ilerleyen teleolojik bir yorum ortaya attığı için eleştirmişti. Diğer bazıları da, geleneksel Fransa’nın “bağışıklık” tezinin giderek radikal bir biçimde bükülerek Fransa’nın faşizm paradigmasının merkezi yapılmasına belli bir şüpheyle yaklaşmıştır. Ayrıca bu yorumlama modelinin genelleme yapma imkanı var mıydı?
Faşizm vizyonunun, revizyonist bir sol ile devrimci bir sağın buluşmasının ürünü olması şüphesiz, Sternhell’in kimi öğrencilerinin de gösterdiği gibi, İtalyan faşizminin köklerinde bazı belirgin benzerlikler buluyor. Aslında Büyük Savaş ertesinde, Mussolini’nin milliyetçi sosyalizmi, Sergio Panunzio’nun devrimci sendikalizmi, Enrico Corradino ve Alfredo Rocco’nun radikal milliyetçilikleri, Gabriele D’Annunzio’nun dış yayılmacılığı, Giovanni Gentile’nin tinselciliği, Tommasi Marinetti’nin fütürizminin birleşimi; Fransa’da Dreyfus Olayı sırasında oluşmuş ideolojik kokteylin (birkaç değişik varyasyonla ve daha kaotik bir durumda) yeniden oluşmasına benziyordu.
İtalyan faşizminin doğumunu önceleyen tartışmalarda Sorel’in rolü, ideolojik üretim mekanizmalarındaki benzeşimleri ortaya koyuyor. Fakat bu model, 1930’larda Avrupa’da faşistleşen diğer ülkelerde benzerlerini bulamıyor. Faşizmin, Falanjın ilk dönemlerindeki modernizminin terk edilerek son haliyle milliyetçi-Katolik Francoculuk şeklini aldığı İspanya’da hiç değil. Salazarcılık yanına sol bir yapı bulmanın zor olacağı Portekiz’de de değil. Şüphesiz ne sosyalist değil de Hristiyan-sosyal yapının olduğu Avusturya ruhani faşizmin de, ne de Macaristan, Romanya ve Slovakya gibi faşistleşen orta Avrupa milliyetçiliklerinde -ki İkinci Dünya Savaşı sırasında bunlar daha çok “işgal faşizmi” özellikleri alacak.
Fakat asıl önemlisi bu modelin Nazizmde bir dengi bulunmuyor. Nazizmin köklerini daha çok völkisch [halkçı] ideoloji, biyolojik ırkçılık ile sendikalizm ve Marksist revizyonizmin her türlüsüyle kavgalı oldukları gerici modernizmde aramak gerekiyor. Bazen “Nazi solu” diye anılan, Gregor Strasser’in milliyetçi söylemi antikapitalist retorikle şiddetlendiren çevresi, aslında soldan doğmamıştı ve zaten 1934’te Uzun Bıçaklar Gecesi’yle ortadan kaldırılmıştı. Esinleyicileri arasında Ernst Jünger’in daha az meşhur kardeşi Friedrich’in de olduğu “milliyetçi-Bolşevizm” pan-Almancılarla Slavcılar arası bir yakınlaşma savunuyordu, fakat ne Naziler ne de Alman solu tarafından ciddiye alınmışlardı.
Bunlara bakarak Sternhell’in modeline kuşkuyla bakmak için makul gerekçeler var. Avrupa’daki benzerlerinin aksine, her zaman azınlıkçılığı savunmuş, yalnız 1940 ile 1944 arası kısa bir dönem iktidarı almış, onu da Alman işgaline bağlı koşullarında başarmış bir hareketi gerçekten paradigmatik sayabilir miyiz? Bazı zamanlarda Sternhell yaklaşımındaki yetersizliklerinin farkındadır. Faşizmin Fransız kökleri olduğu fikrini savunmak için Nazizmi, ideolojisinin tamamen biyolojik determinizm üzerine kurulu olduğu iddiasıyla, dışarıda tutmaya zorlanmaktadır. Aynı şekilde, modeli, şimdi kanonik hale geldiği halde, ideolojiler, hareketler ve rejimler arası farklılıklara kendini uyarlayamamaktadır.
Oysa faşist ideoloji, her zaman kitlesel hareketler şekline bürünmemiştir; bu hareketler de her defasında iktidarı almayı ve rejime dönüşmeyi başaramamıştır. Faşizm, yirminci yüzyıl tarihindeki esas yerini, Maurice Barrès ile Jules Soury’nin on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında oluşturduğu ideolojik sentezden almamıştır. Önemini, Mussolini, Hitler ve Franco’nun iktidarı ele geçirişinin yol açtığı sosyal ve siyasal felaketlerin kıtaya yayılışına borçludur.
Sternhell’in Büyük Savaş’ın Avrupa düşüncesine etkisini değerlendirmeyi reddedişi, faşizmin doğuşu, yayılışı, farklı milli ve kültürel bağlamlarda dönüşümlerini anlamak açısından kendisini bağlayıcı bir mihenk taşından mahrum bırakmıştır. Yalnızca en geleneksel bir düşünce tarihi savunucusu -fikirleri kimyasal olarak zihnin damıtılmış saf ürünleri olarak ele alan, onlara kendilerine ait bir hayat tanıyan ve dünya tarihinin tek yaratıcısı gören biri- faşizmi böyle saf “platonik” bir kavram olarak ele alabilirdi
Aydınlanma-karşıtlığı
Her şeye rağmen Sternhell’in araştırmalarındaki azim, kapsam ve derinlik verimli sonuçlar da doğurdu. Bir Fransız faşizmi olduğunu göstererek birçok klişeye şüpheyle yaklaşmayı ve yararlı revizyon yapmayı teşvik etti. Yavaş yavaş “üç Sağ” tezi terk edildi ve Fransız faşizmin varlığı genel olarak kabul gördü. Yahudi tehciri anılarının kamusal ifadeleriyle belirlenen bir entelektüel iklimde, buna paralel olarak, Milliyetçi Cephe’nin yükseldiği koşullarda “Sternhell Tartışması”, tarihsel bilincin dönüşümü ve kolektif hafızanın mutasyonu açısından “Vichy sendromu”nun esas momentlerinden biri oldu. Eğer bugün Mareşal Pétain’in “milli devrimi”ni bir araz değil de Fransız milliyetçiliğinin uzun yolculuğunun varış noktası -kaçınılmaz değil, en azından tutarlı sonu- olarak görülüyorsa, bunu büyük oranda Sternhell’e (ayrıca Robert Paxton gibi, Vichy’i bir parentez olarak değil de, sonuç olarak ele alan diğer bazı tarihçilerle beraber) borçluyuz. Fransa’da faşizm tarih yazımının yenileyen, en geleneksel düşünce tarihiydi. Bu, tarihin kamusal kullanımı açısından gayet önemli bir değişimdi.
Faşizm üzerine polemikler yatışınca, Sternhell araştırmalarının ufkunu genişleterek Fransız Devrimi ile yirminci yüzyıl sonu arasında muhafazakar düşüncenin tarihini inceledi. Ona göre, ana yapısı Aydınlanmada yatan modernite, rasyonalizm ile onun düşmanları arasındaki sürekli ve indirgenemez olan karşıtlıklarla belirlenmiş çelişkili bir süreçti. Diğer bir deyişle, modernitenin tarihi, onun pars destruens tarafı [argümandaki negatif yön] olan Aydınlanma-karşıtlığı tarihinden ayrı ele alınamazdı. Aydınlanma-karşıtlığı kavramı Gegenaufklärung [Karşı-Aydınlanma] Nietzsche’ye dek gider. Kavram, Isaiah Berlin tarafından Counter-Enlightenment eserindeki çalışmalarda sistematikleştirilmeden çok önce, on dokuzuncu yüzyıl sonundan beri Almanya’da yaygın kullanıma girmişti.
Daha önce faşizm kavramına yaptığı gibi, Sternhell Aydınlanma-karşıtlığı için de, değişik varyantlarını kapsayacak şekilde, geniş bir tanım önerdi. Aydınlanma-karşıtlığının tinsel babasını apokaliptik ve mistik, “Kuzeyin Sihirbazı” Johann Georg Hamann’da bulan Berlin’in aksine; Sternhell bu kurucu role La Scienza nuova (1725) [Yeni Bilim] yazarı, Kartezyenizmi alaşağı edip, döngüsel bir tarih anlayışını benimsemiş Vico’yu uygun gördü. Aydınlanma-karşıtlığı, on sekizinci yüzyıl sonunda, Fransız Devriminin iki büyük düşmanı, Edmund Burke ile Joseph de Maistre’nin kızgın yazılarında siyasal bir ideoloji halini aldı. Burke, İnsan Haklarını İngiliz aristokrasinin kadim hakları açısından reddediyordu. “İngilizlerin hakları”, “evrensel” bir insanlık farzeden filozofların soyut söylemlerinin aksine, tarihsel ve somut karaktere sahipti. De Maistre, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesini, kendini kralda ve kamusal yürütme organında cisimleştiren ebedi, değiştirilemez ve kutsal güç adına reddediyordu.
Bu geçiş evresinde, Johann Gottfried Herder anti-rasyonalizm, relativizm, henüz oluşum halindeki etnik komünalizm ve tarihselcilik arasında tutarlı bir senteze ulaşacaktı. Alman filozof, akıl tarafından yönetilen bir dünya fikrinden uzak duruyor, evrenselciliğe karşı her kültürün biricikliğini ileri sürüyordu. Aynı şekilde, bireysel haklara, dillerin ve milli toplulukların mistik bir anlayışı içinde karşı çıkıyordu. Tanrının inayeti şeklinde bir tarihselciliğin savunuculuğunu yaparak, özgür bireyler topluluğunun kendi kaderlerinin efendisi oldukları bir inşacılığa karşı çıkıyordu. Sternhell’e göre Herder, “Avrupalı dünyasının ayrışmasına giden yolda ilk basamağı” temsil ediyordu.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru ikinci bir dalga belirdi, bu kez daha az apokaliptik tonda, fakat ilkelerde aynı ölçüde anti-rasyonalist ve evrensellik karşıtı. Bu, Thomas Carlyle, Hippolyte Taine, Ernest Renan ile muhafazakar kültür magması içine sosyal Darwinizm, ırkçılık, antisemitizm zehirlerini zerk etmeye başlayan Alman “kültürel kötümserleri” (Paul de Lagarde, Julius Langbehn ve Arthur Moeller van den Bruck) figürleri etrafında şekilleniyordu.
Üçüncü dalga yüzyıl sonu civarı geldi. İlkin Nietzsche’yle haber verildi. Fransa’da Dreyfus karşıtları, Almanya’da “muhafazakar devrimciler” olarak ortaya çıktı. Modernitenin büyük bir düşmanı olarak Nietzsche “bir fikir aristokratı olarak, sokağa inmedi.” Ardılları ise aksine karşıdevrimciliğin militan radikalizmini yeniden keşfettiler. Batının gerileyişine çare olarak milli şahlanış yoluyla kurtuluşa işaret ettiler. Kozmopolitizmi reddedişleri “köklerin” yüceltimini, kan ve toprak mitini besledi. Fakat Sternhell’e göre bu üçüncü Aydınlanma-karşıtı dalga henüz faşizme, yani onun radikal versiyonuna indirgenemezdi. Çünkü daha içlerinde Benedetto Croce, Friedrich Meinecke gibi 1930’lar ve 1940’larda daha pasif, ılımlı antifaşizmler dile getirecek muhafazakarlar da buluuyordu.
Anti-komünizm
1945 sonrası, Aydınlanma-karşıtlığı, Soğuk Savaş anti-komünizm örtüsünü üstlenecek şekilde bir başka dönüşüm daha yaşadı. Sternhell için, bunun ana temsilcisi, Britanya’da “beyaz göç”ün ileri gelen figürlerinden olan Isaiah Berlin’di. Bir liberal-muhafazakar, Vico ile Herder’in açık bir hayranı olarak Berlin, şiddetle Fransız Aydınlanmasından ve özellikle Rousseau’dan nefret ediyordu. Rousseau’nun eserlerinde yirminci yüzyıl totalitaryanizmlerinin potasını görmüştü. Berlin’in modern dünyanın negatif özgürlükleri (bireysel hak ve imtiyazların korunmasına dair olanlar) ve geçmişin “pozitif” özgürlükleri (kamusal eyleme ve ortak yararın korunmasına yönelik olanlar) üzerine ünlü ayrımı aslında Aydınlanma-karşıtı faraziyenin yeniden formüle edilişinden başka bir şey değildi: Yani, evrenselcilik karşıtı relativizm adına, eşitlik ilkesinin reddi. Sternhell, Berlin’in yanına, Amerikan muhafazakarlığı temsilcilerinden Irving Kristol’u, Fransız Aydınlanması düşünürlerine karşı şiddetli bir kitap yazmış Gertrude Himmerlfrab’ı, Ernst Nolte ve François Furet gibi anti-komünist tarihçileri de ekliyordu.
Sternhell’in muhafazakarlığı tarihselleştirmesi etkileyici, imrenilesi bir gövde gösterisidir. Yine de birçok soruyu cevapsız bırakmaktadır. Adının da gösterdiği gibi Aydınlanma-karşıtlığı tepkisel bir fenomendi; kendinden önce bir Aydınlanma varsayar. Fakat Sternhell bunu hiçbir zaman tanımlamamıştı. Kitabında, Aydınlanma hem her yerde vardır hem de kavranması olanaksızdır.
Sternhell Aydınlanmanın “Fransız-Kantçı” ana yapısını yüceltir; John Locke’dan Adam Ferguson ve David Hume’a dek Aydınlanma’nın İngiliz ve İskoç kollarını unutmadan. Ancak hepsi budur. Kitabı okurken, Aydınlanma’nın 1784’te Kant’ın ünlü makalesi “Was ist Aufklärung?” ile bittiğini ve ondan sonra da onun mirasını savunmaktan başka yapacak hiçbir şey kalmadığını sanabiliriz.
Bazı pasajlar, bunun, Locke ve Montesquieu’dan Raymond Aron ve Leo Strauss’a uzanan, esasen liberal bir düşünce akışı olduğu intibasını verir. (Rönesansla başlayıp Aydınlanma’yla devam etmiş modern dekadansa karşı klasik felsefeyi savunmuş ve bugün Amerikan neomuhafazakarlığının ilham kaynaklarından sayılan aynı Strauss.)
Aslında, Sternhell için, nasıl faşizm tarih sahnesine Büyük Savaş’tan bile önce girmişse, Aydınlanma-karşıtlığı da kendine ait tutarlı bir entelektüel ve siyasal profil kazanması için, başka tarihçilerin iddia ettiklerinin aksine, Fransız Devrimini beklemesi gerekmeyecektir. Teleolojik perspektif içinden bakıldığında, çağdaş totalitaryanizmlerin tohumları zaten ilk Aydınlanma-karşıtlarınca, özellikle Herder tarafından yerleştirilmiş gözükür. Herder “Batı uygarlığının kendine güveninin altını oyan ilk kişidir, bu fenomenin yirminci yüzyılda feci sonuçları olacaktır.” Sternhell’e göre, Aydınlanma ve Aydınlanma-karşıtlığı birbirine zıt duran iki ayrı yekpare bloktur. Onun gözünde, bu zıtlık çiftleri arasında gri gölgeler yoktur; bu zıt çiftler, siyah beyaz bir siyasal düşünce tarihi çizerler.
Fakat bu şema okurda kuşkular uyandırır. İlkin, bu vizyon, liberal demokrasi soykütüğünün parçasını oluşturmayan, Aydınlanma tarihi içindeki her şeyi kasten görmezden gelir. Sternhell, Locke’un Treatise on Government [Yönetim Üzerine İnceleme] (1690) kitabından yarım yüzyıl kadar önce Hollanda’da Spinoza’yla ortaya çıkan “radikal Aydınlanma”ya ilgi göstermez. Bu akım mülkiyeti ve devleti doğallaştırmaya, varolan monarşilerin anlayışında inançla akıl arasında bir uzlaşmayı haklılaştırmaya uğraşmamıştı. Spinozacılar için Aydınlanma ateist, cumhuriyetçi ve kolektivist bir yaklaşım rengine bürünmüştü. Bireysel hakların tescil edildiği kolektif bir hükümdarlık ve ortak iyi açısından büyük toprak sahipliği sorgulanmıştı. Sternhell’in yeni kurgusu, cumhuriyetçiliği olduğu kadar Aydınlanmayı on dokuzuncu yüzyıl ortalarında yenileme girişimi olan Marksizmi de göz ardı eder. Bununla birlikte, Sternhell’in argümantasyon çizgisi akıllarımıza ister istemez György Lukacs’ın 1954 tarihli başyapıtı The Destruction of Reason’ı [Aklın Yıkımı] getirir. Lukacs orada Batı irrasyonalizminin benzer (aynı şekilde tek taraflı) bir teleolojisini Marksist açıdan formüle etmişti. Kitabının kimi pasajlarında Sternhell antikomünizmi Soğuk Savaş sırasında Aydınlanma-karşıtlığının öncelikli formlarından biri olarak tanımlasa da bu ilginç hipotezi daha fazla ilerletmez.
Sternhell, Aydınlanmanın tarihi içerisindeki çelişkilere de neredeyse tümüyle kör kalmaktadır. Kendi mazeretçi görüşüne göre, “Aydınlanmanın diyalektiği” yalnızca bir mittir, hatta tehlikeli relativizmin yeni şekillerinden biridir. Batı rasyonalizminin özgürleşme projesinden ayrı düşmesi, baskı mekanizmasına dönüşmesi -Max Weber’den Frankfurt Okulu’na, Günther Andreas ve Zygmunt Bauman’a birçok çağdaş düşünürün eserlerinden işlenen mesele- onun ilgisini çekmiş görükmemektedir. Elbette faşizmi “karşı-Aydınlanma geleneğinin iyice kötüleşmiş bir formu”, Nazizmi “insan soyuna karşı cepheden bir saldırı” olarak görebiliriz. Modern teknoloji ve bilim üzerine kültlerini de görmezden gelemeyiz. Alenen sahiplendiği Aydınlanma geleneği ile Stalinizm arasındaki bağları, liberal demokrasiyle kolonyalizm ve atom bombası arasındaki bağları, ve hatta teknolojik akılcılık yoluyla doğa üzerinde sağlanan “kontrol”ün ekolojik sonuçları unutamayacağımız gibi. Yirmi birinci yüzyılda, artık Condorcet’i çağdaşlarının masumiyeti ile okumak hakkına sahip değiliz. Sternhell bu tür meselelerle ilgilenmekten imtina ediyor ya da basitçe bu tür eğilimlerin“Fransız-Kantçı Aydınlanmaya ve İngiliz, İskoç Aydınlanmalarının ruhuna aykırı” olduğuna dair kaçamak cevaplar veriyor. Meseleyle yüzleşmek için üstünkörü bir tavır oluyor bu.
Siyonizmi bağlama
yerleştirmek
Avrupa milliyetçilikleri tarihçisinin er ya da geç Siyonizm analizine girişmesi kaçınılmazdı. Ebeveynleri kurtulamasa da Sternhell II. Dünya Savaşı ve Holokosttan sağ çıkmayı başarmıştı; savaş yıllarını ülkesi Polonya’da Katolik bir aile tarafından saklanarak geçirdi. Fransa’daki altı yıllık bir aranın ardından, 1951’de on altı yaşında İsrail’e geçti. Filistinli bölgelerinde Yahudi yerleşimci kolonilerinin dağıtılmasını savunan Siyonist solun bir temsilcisi olarak İsrail siyasetinde aktifti. Bir araştırmacı olmaktan önce, bir yurttaş olması zaten onu Siyonizm tarihine celbediyordu. Sternhell’e göre, “İsrail’in mevcudiyeti basit bir siyasal sorun değildir. Çok daha derin, insanın insanlığını ve haysiyetini yeniden kazanması gibi bir şeydir.” Bu anlamda kendisini “klasik bir Siyonist” olarak görüyordu.
Bu zeminde, Sternhell eleştirel bir mesafe tutturmaya çalışmış olsa da, entelektüelin siyasal angajmanı, tarihçinin yargılarıyla karışıyordu. Avrupa milliyetçiliklerini yorumlarken benimsediği aynı analitik kriterleri bu defa Siyonizm tarihine uygulayarak, onun “Herderci”, “kabileci” yanını tüm açıklığıyla ortaya koydu. Geç on dokuzuncu yüzyıl Orta Avrupa’sında liberalizmin krizi ve özgürleşme sürecinin tıkanmasıyla doğan hareket, haliyle zamanının kültürünü yansıtıyordu. Kurucu babalarının (Berl Katznelson, Aron David Gordon ve David Ben Gurion) sosyalizmlerinin yüzeysel örtüsü altında, dinç ve mücadeleci bir milliyetçiliğinin kalp atışları vardı. Hayim Arlosoroff ve Nachman Syrkin gibi bazı Siyonist ideologları ilhamlarını açıkça, Oswald Spengler ve Moeller van den Bruck’ün Alman milliyetçiliğinden alıyordu. Martin Buber ise mistik bir Yahudi “kanı” savunuculuğu yapıyordu. Sternhell’in ilk eserlerinde kullandığı yorumlama temelinde, bunların, eğer faşist kampta sayılmayacaksa; Barrès, Maurras ve Spengler gibi Aydınlanma-karşıtı çevre entelektüelleri arasına yerleştirilmeleri kolayca olanaklı olacaktı.
Fakat ele alınan bu durumda, tarihçimiz bağlamlaştırmanın erdemlerini keşfederek, iki akım arasında temel bir farklılık keşfediyordu: Alman milliyetçiliği emperyal işgal peşinde koşmuşken, Siyonizm zulmedilmiş bir halkın sorunlarına siyasal bir çözüm aramakla uğraşıyordu. Başka deyişle, Siyonizm şüphesiz kabileci bir milliyetçiliğin varyantı olarak ortaya çıkmış olsa da, bu kabileci milliyetçilik ezilen bir halka aitti. Yakın zamanlı bir yazısında Sternhell, “asimile bir Yahudi liberali” olarak Theodor Herlz’in milliyetçiliğinde bir dehanın sezgisini” görüyordu: “Liberal düzen sendelemeye başlar başlamaz Avrupa Yahudilerinin üzerine çöken tehlikeyi kavramıştı.” Bu yoruma göre, anti-semitizm yirminci yüzyılda “Aydınlanmaya karşı yürütülen büyük mücadelenin görünümlerinden biri”ydi. Herder’e zıt olarak, Herlz anti-semitizmle mücadelesiyle Aydınlanmanın bir askeri olmuştu; Sternhell de kendini Yahudi kayracılığıyla uzlaştırıyordu. Kabul ettirmesi zor kalan şey ise, meşruluğunu Kutsal Kitaba dayandıran bir milliyetçilik ideolojisinin “Fransız-Kantçı” rasyonalizmiydi.
Bu tarihsel yeniden inşa, kendisi de geçmişe bakılarak oluşturulmuş tartışmalı bir teleolojinin (Herlz, Yahudi Devleti’ni yazdığı 1897 yılında hiç kimse Holokostu tahmin edemezdi) de ötesinde birçok cevapsız soru bırakmaktadır. Siyonizm, Arapların olmadığı bir Yahudi ulusal topluluğu yaratmak istemişti. Kökleri tümüyle, on dokuzuncu yüzyılın hiyerarşik, Aydınlanma-karşıtı ırkçılığında bulunmuyordu (en azından sosyalist Siyonizm için). Fakat onlar da kendilerini, ulusu etnik-dinsel sınırlarla daraltılmamış, açık bir siyasal topluluk olarak anlayan cumhuriyetçilik ile kesinlikle tanımlamıyorlardı. Şüphesiz, bir “Yahudi devleti” niteliği ile İsrail, “Fransız-Kantçı” olmaktan çok “Herderci” karakteristiklere daha fazla sahiptir. Sternhell 1967 savaşının “kolonyal bir durum yarattığını” fark etmişti, fakat İsrail toplumunun şimdiki çelişkilerinin, devletin 1948’deki kuruluşunda zaten var olduğunu kabul etmiyordu.
21 Haziran 2020’de ölen Zeev Sternhell’in okuduğunuz portresi ilk olarak yedi yıl önce yayınlanmıştı. Hayatının sonuna doğru, daha fazla izole olma ve hatta milliyetçi sağın tehditlerine sabırla direnme pahasına, Netanyahu’ya ve İsrail’in Filistin topraklarını işgaline karşı eleştirilerini kuvvetlendirmişti. Bununla beraber, milliyetçiliğin, faşizmin ve Aydınlanmanın bu büyük tarihçisi, eleştirel silahlarını Aydınlanma geleneğinin kendisine de yöneltme gereksinimi duymadı. Büsbütün reddetmek için değil; tersine, çelişkilerine, muğlaklıklarına ve kötüye kullanımlarına işaret etmek için bile… Hele, bazı durumlarda bu kötüye kullanımlar, en gerici faaliyetlerden bile geri kalmazken. Yirminci ve erken yirmi birinci yüzyılın büyük tarihçileri arasında çoktan değerli bir yer edindi. Ahlaki tutumu ve siyasal angajmanı, saygı ve takdirimizi hak ediyor. Uyuşmazlıklarımıza rağmen eserlerinden çok şey öğrendik. Onun mizacına da uyacak şekilde, dürüst ve empatik eleştiri, onun anısı karşısında en iyi hürmetimiz olacaktır.
çeviren: Hasan Keser

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder