8 Eylül 2020 Salı

SOSYALİST ÖLÇEK SORUNU - COMECON (II)

[Teori ve Politika, Kış 2020, 78, s.211-247]

II) COMECON: Sosyalist “Entegrasyon” Deneyimi


COMECON(1), II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin Avrupa’yı kendi doğrultusunda yeniden ayağa kaldırmaya yönelik Marshall Planı’na karşılık olarak; Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’da yeni iktidara gelmiş, merkezi planlamaya dayalı sosyalist rejimler arasında kurulmuş bir ekonomik işbirliği örgütüdür. Stalin'in 1947'de Marshall Planı’nı reddetmesinin ardından, 5-7 Ocak 1949’da(2) Moskova’da toplanan bir konferansla, Plan ve onun örgütsel uzantısı OEEC'ye karşılık olarak kuruldu. Kuruluşun bağlantılı bir diğer nedeni de ABD'nin Doğu Blokuna stratejik malların satışına ambargo uygulaması, bunu Batı Avrupa ülkeleriyle onların şirketlerine de dayatmasıydı(3).


COMECON'un kurucu üyeleri SSCB, Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya idi. Aynı yıl Arnavutluk, 1950'de Doğu Almanya, daha sonraki yıllarda da Moğolistan (1962), Küba (1972) ile Vietnam (1978) katıldılar. Çin (1950) ve Kuzey Kore (1956) ise gözlemci üyeydi. Çin'le Arnavutluk, ideolojik çatışmalar sebebiyle 1961'den sonra ayrıldılar. Arnavutluk çalışmalara katılmıyor olsa da örgütten resmen ayrılışı 1987 yılında oldu. COMECON’un ilk yıllarındaki faaliyetlerinden biri Yugoslavya'ya yönelik ekonomik ambargonun koordine edilmesiydi. Moskova'yla aradaki sorunların kısmen aşılmasının ardından, daha önce gözlemci olarak bulunan Yugoslavya, 1964 sonrası bazı daimi komisyonlara katılarak ve diğer organlara da katılma yolunun açılmasıyla kendine has bir statüyle COMECON'da yer aldı(4). İzleyen yıllarda Laos, Angola, Etiyopya, Güney Yemen, Afganistan, Nikaragua gözlemci olarak yer aldılar. Finlandiya (1973), Irak ve Meksika ile de işbirliği anlaşmaları imzalandı(5)


COMECON’un kuruluş amacı, üye devletlerin kendi aralarında ekonomik işbirliği idi; bunun haricinde, ayrı ve bağımsız bir merkezi otorite altında entegrasyon gibi bir amacı yoktu. Ekonomik alandaki ilişkiler zaten ikili dış ticaret anlaşmaları çerçevesinde ve Sovyet teknik desteğiyle -ya da “elçilik sistemi” olarak adlandırılan direktifleriyle- yürütülüyordu(6). COMECON'da kararlar ancak oybirliğiyle alınabiliyordu ve tavsiye niteliğindeydiler. En üst düzey kararlar, COMECON Konseyi olarak yılda birkaç kez toplanan parti genel sekreterleri veya hükümet başkanları tarafından alınmaktaydı. Kararların hayata geçirilmeleri, devletlerin iç mekanizmalarından geçmesine bağlıydı. Herhangi bir egemenlik devri söz konusu değildi. Organizasyonun bağımsız bir sekretaryası bile yoktu. Kuruluş sadece bir deklarasyonla bildirilmiş, kurucu belgeler kamuoyuyla paylaşılmamış ve çok sonra BM’ye tescil edilmişti (Pazarcı, 1972:222).


COMECON kurulduktan sonra uzunca bir dönem atıl bırakıldı. Daimi sekretarya, Stalin'in ölümünden sonra 1954'te kurulabildi. 1956 yazında Sovyetlerden, örgütü tekrar canlandırma işareti geldi: Kruşçev, her ülkenin her şeyi aynı anda üretmesinin olanaksız olduğunu söylüyordu(7). 1955'te oluşturulmuş Varşova Paktı'nın ekonomik izdüşümü olarak COMECON'u canlandırmak ve daha merkezi hale getirmek istiyordu. Bu gelişmelerin ardında, Stalin'in ölümünü izleyen yıllarda Doğu Avrupa'da meydana çıkan hoşnutsuzluk emarelerinin, ayaklanmaların Sovyet politikalarını değiştirmeye, yumuşatmaya zorlaması, hızlı sanayileşme zarfında ikinci plana bırakılan tüketici malları tedariki gibi konuları önemsemeye zorlaması yatıyordu. De-stalinizasyon sürecinde, bu ülkeleri bir arada ve kendi saflarında tutmak için başka tür araçlar yaratılmalıydı.


Stalin döneminde Doğu Avrupa'da -özellikle Almanya'da- kurulu sanayi üretim araçları savaş tazminatı olarak Sovyetlere nakledilmişti. Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik yapısı Sovyet modeline benzer şekilde hızlıca yeniden yapılandırılmış, dış ticaret yönü Batı'dan Doğu'ya çevrilmişti. Ticaret hadlerinde de Sovyetler avantajlı duruma getirilmişti. Örneğin Stalin'in ölümüne dek milyonlarca ton Polonya kömürü çok ucuza, dünya fiyatının onda biri pahasına ithal edilmişti (daha sonraları, özür dilenip Polonya’nın dış borcundan kısmen silinecekti). Doğu Avrupa ekonomileri, Sovyet ekonomisi için ucuz girdi sağlıyordu. Bu durum, Stalin'in ölümüyle değişti. Ticaret hadleri, Doğu Avrupa lehine düzeltildi. Çünkü, zor ve baskı yerine, işbirliğine gitmeye dayalı bir anlayışa geçilmekteydi.


İşte bu saiklerle 1962’ye kadar örgütü güçlendirme adımları atıldı. Muhtelif sektörlerle ilgilenmek üzere, her biri farklı ülkelerin başkentlerine yerleştirilmiş daimi komisyonlar oluşturuldu. Örgütün statüsü (Charter) kabul edildi. Moskova'da üç ayda bir toplanacak, üye devletlerin sorumlu bakanlarından oluşan bir Yürütme Komitesi kuruldu (Kruşçev bunun Avrupa Komisyonu'na benzer ulus-üstü bir yapıya evrilmesini umuyordu). Kruşçev, tüm ülkeleri kapsayan ortak bir planlama önermesi rağmen, sonuçta "Uluslararası Sosyalist İşbölümünün Temel Prensipleri" (1962) başlıklı bir metinde uzlaşıldı. Ortak plan gibi ulus-üstü yapıya evrilebilecek bir yol yerine, ülkelerin ekonomik planların daha sıkı koordine edilmesi kararlaştırıldı. Ülkeler arasında genelde iki taraflı anlaşmalar şeklinde işleyen dış ticareti çok taraflı hale sokarak hacmini arttırmak için dış ticaret muhasebesi (kliring) yapacak ortak bir Uluslararası İşbirliği Bankası kuruldu. Konvertibil olmayan para birimleriyle yapılan COMECON-içi ticaret “transfer edilebilir ruble” denilen birimle hesaplanmaya başlandı. Teorik olarak, ikili ticarette artı ve eksi veren taraflar, bunları diğer taraflarla olan hesaplarında da kullanabileceklerdi, bu da ticaret arttırıcı etki yaratacaktı. 


Romanya Krizi


COMECON'a daha fazla yetki verilmek istenmesine ve sektörel bazlı uzmanlaşmaya en büyük tepki Romanya'dan geldi. Bulgaristan'la beraber tarım ürünleri ihraç edip sanayi ürünleri ithalatçısı durumuna düşmek istemiyordu. Bu girişimi, kendi otarşik ağır sanayileşme hamlesini geri bıraktıracak bir adım olarak değerlendiriyordu. Örnek olarak, Romanya uzun yıllardır Galati kentinde büyük bir çelik tesisi kurmak istiyordu. Kömür ve demir cevheri Sovyetlerden getirilecekti. O sırada Gosplan başkanı olan A. Kosigin ise “yeni bir Magnitogorsk”(9) kurmanın gereksizliğine işaret edip istenen miktarda hammadde vermeye yanaşmadı. Romanya ihtiyacı olan girdi ve teknoloji için Batı ülkeleriyle ilişki kurdu(10)


Romanya’nın birkaç yıldır devam eden rahatsızlığı Nisan 1964’te parti merkez komitesinin yayınladığı bir bildiriyle net olarak dile getirildi. Moskova’nın, ekonomik karar alma mekanizmalarını ulusal devletlerin elinden alma yolunda entegrasyon fikrine açıkça karşı çıkılıyordu. Üstelik öneriler arasında yalnız ekonomi yoktu; kültür, eğitim, haberleşme, bilim gibi alanlar da buna dahil edilmişti. Tüm bunlar kabul edilemez bulunuyordu. 


Rumen lideri Georgiu-Dej’in Çin büyükelçisiyle iki ay sonra yaptığı bir görüşmenin kayıtları, aradaki ayrılığın boyutunu göstermektedir(11). Rumen lideri, Sovyetlerin “aç kurtlar” gibi ulusal kaynaklarına saldırdığından, istediklerini vermedikleri için kendi adlarının nasıl ulusalcıya çıktığından, Sovyetlerin ve “mükemmel komünist” Jivkov’un ise her şeye rağmen enternasyonalist kaldığından bahsediyor. Sovyetlerin emellerini Büyük Petro’ya benzetip, Kruşçev’in ülke içindeki Macarları yönlendirdiğinden yakınıyor(12). Bir diğer anekdotta da, Moskova’da Rumen başbakanı Stoica’ya yeni yapılmakta olan COMECON binasını gösteren N. Podgorni ona “Artık bina tamamlanıp buraya taşındığınızda COMECON’a tavrınız daha değişik olur” diyor. Stoica ise halihazırda Moskova’da yeni tamamlanmış bir elçilikleri olduğunu söylüyor! 


Sovyetlerle ideolojik rekabet içindeki Çin de polemiğe katılıp, bu adımı büyük güç şovenizmi şeklinde ulusal bağımsızlığa saldırı olarak değerlendirdi (Kaser, 1965: 95-96). Reddetmelerine rağmen, Romanya'nın tepkisinde, güçlü ulusalcı ve anti-Sovyetik bir tutum belli oluyordu(13). Romanya, tıpkı De Gaulle’ün AET içinde yarattığı "boş sandalye" krizi gibi, COMECON toplantılarına katılıyor ama bunu her türlü ulus-üstü adımı önlemek için yapıyordu (Godard, 2018:194). Kendi dış ticaretiyle dış politikasını adım adım COMECON dışına yönlendiriyordu(14).


Daha sonraki yıllarda da, entegrasyonun amacı ve yöntemi konusu, üye devletler arasında ihtilaflı konumunu koruyacaktı. Sovyetler ve kendisine daha yakın Bulgaristan, Doğu Almanya gibi devletler, daha yoğun ve merkezi bir entegrasyondan yana iken; Romanya daha çok “işbirliği”, “karşılıklı yardımlaşma” gibi terimlerle ifadesini bulan devletler-arası modeli koruma çabasında idi (Reisinger, 1990). Wiles’in (1968:311) sıkça alıntılanan ifadesiyle, Stalin döneminde Sovyetlerin, ekonomik birliği diğerlerine topluca kabul ettirebilecek gücü varken böyle bir şey arzulamıyordu. Stalin sonrası Sovyet liderlerinin ise bu isteğini diğerlerin hepsine birden dayatabilecek gücü yoktu. Sonuç olarak, Romanya yalnız COMECON’da değil Varşova Paktı’nda da ulus-üstü dış politika ve savunma adımlarını, Çin-Sovyet çekişmesinin yarattığı manevra alanından yararlanarak başarıyla engelledi. Ortak üst-komuta şeklindeki askeri öneriler engellenerek, Varşova Paktı’nın tamamen devletler-arası olan özelliği korundu. Doğu Blokunun Ulusal Akademileri arasındaki daha yoğun ilişki kurma çabalarını dahi engellediler.


1971'de COMECON tarafından Kompleks Program olarak bilinen “Sosyalist Ekonomik Entegrasyonun Geliştirilmesi ve İşbirliğinin İlerletilmesi için Geniş Kapsamlı Program” adlı yeni bir metin kabul edildi. Aslında bu metin özü itibariyle örgütte fazla değişiklik yapmazken, daha önce tabu sayılan “entegrasyon” amacına atıf yapıyor ve isteyen devletlerin daha sıkı işbirliğine gidebilmesinin önünü açıyordu. 1971 Programını, Macarlar ve Çekler gibi entegrasyonu piyasa mekanizmalarıyla hayata geçirmek isteyenlerle, Sovyetler ve Doğu Almanlar gibi daha merkezi ve uyumlu planlama yoluyla yapmak isteyenlerin, Rumen kaygılarına da cevap verecek bir uzlaşmada karar kılmaları şeklinde değerlendirmek mümkündü (Schaefer, 1972; Marsh, 1976). Program dahilinde 15-20 yılllık bir dönem için ortak yatırımların, serbest piyasa reform uygulamalarının ve fiyat ayarlamalarının uyumlaştırılmasına dair hedefler kondu. Ayrıca üye devletler, ortak sermayeli Uluslararası Yatırım Bankası’nı kurdular. Bu banka, Kosigin’in Doğu Avrupalılarla Sibirya’da ortak çalışmaya dönük fikirlerinin maddiyata dönüşmesine yardımcı olacaktı. Kosigin, bilgisayar ve haberleşme sistemleri teknolojileri üzerine ortaklaşa eğilmeleri gerektiğinden de bahsediyordu. (Kähönen, 2014:31)  


1970'lerin ortalarına gelindiğinde COMECON'un, ne ulusal planların hazırlık aşamalarında uyumlaştırılmasında ne de tanımı muğlak daha ileri bir “entegrasyon” (örneğin ortak konvertibil bir para birimine geçiş, işletmelere dış ticarette daha fazla yetki verilmesi gibi) yolunda ilerleme kaydettiği söylenebilirdi. Ancak örgütün çalışmalarının somut meyveleri, ortak yatırım projeleri alanında kendini gösterdi: Urallar’dan Avrupa'ya petrol taşıyan 5.500 kilometrelik dünyanın en uzun hattı Druzhba (‘Dostluk’), 2.750 kilometrelik Soyuz ("Birlik") doğalgaz hattı ve Orenburg doğalgaz tesisi, elektrik şebekelerinin Mir (‘Barış’) şebekesi olarak birleştirilmesi, Ukrayna'da nükleer santral yapımı, Sibirya'da selüloz fabrikaları, her ülkede başta madencilik olmak üzere birçok büyük sanayi tesisinin yapımı, ortak maden arama-çıkarma faaliyetleri... Öte yandan, mazisi eskiye uzanan Tuna-Oder-Elbe kanal projesi yıllarca COMECON Ulaştırma komisyonunca değerlendirilirken, Çekoslovakya’nın vazgeçmesiyle rafa kaldırılmıştı.


COMECON'un görece başarılı olduğu alanlardan biri savunma sanayisi oldu. Her ülke, farklı bir savunma sanayi ürününde uzmanlaşarak öne çıkıyor, bunlar birbirlerini tamamlıyordu. Ürün bazında uzmanlaşmanın diğer bir bilinen örneği Macarların Ikarus marka otobüs üretiminde öne çıkmasıydı. Daha önce kendileri de otobüs üreten Doğu Almanlar, artık Ikarus için ara malları üretimine dönmüşlerdi. COMECON'un önem verdiği bir diğer alan bilimsel/teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin ortaklaştırılması oldu. Geçmişi 1949'a dek uzanan ve teknolojinin -patent, telif hakkı gibi konulara pek takılmadan- sosyalist kardeşlik ilkesi uyarınca hızlıca paylaşımını öngören “Sofya prensibi”, Sovyetlerin Doğu Avrupa kanalıyla Batı'dan teknoloji transfer etmesini  kolaylaştırıyordu.


Teknoloji


Batı’da olduğu gibi, 1960’ların “bilimsel ve teknolojik devrim” ve modernizasyon söylemi Doğu Blokunda da kendini gösterip, partilerin kongre belgelerinde üst sıralarda yer edinmeye başladı. Hem Batı’yı yakalayıp geçme hedefi hem de ekonomide yaygın (ekstansif) büyümenin sınırlarına dayanıldığı ve yoğun (entansif) büyümeye geçmenin gerekliliğinin kabulüyle araştırma ve geliştirme kaynaklarının etkin kullanımı açısından COMECON’dan daha fazla yararlanılmak istenmişti. 1971 ve 1985 yıllarında kabul edilen programlarda COMECON’a iddialı hedefler konmuştu. Teknoloji alanındaki işbirliğinin sonuçlarını değerlendirmek zor olsa da; bu alanda yapılanların kısıtlı kaldığını, kağıt üzerinde etkileyici gözüken işbirliği listelerinin pratik sonuçlarının zayıf kaldığını söylemek pekala mümkün (bak. Wilczynski, 1974; Chiang 1990). Öncelikle, COMECON’daki işbirliği daha çok temel eğitim, bilgi alışverişi ve standardizasyon(15) gibi konularda yoğunlaşıyordu. Teknolojide ileri üye ülkelerin (örneğin askeri, uzay, nükleer enerji gibi alanlarda Sovyetler) diğerleriyle bunları paylaşmasında isteksizlik vardı. Bununla birlikte, Sovyetler Doğu Avrupa’da kurduğu nükleer santraller çerçevesinde diğer ülkelerle işbirliğini geliştirdi. Yalnız Romanya, Kanada teknolojisini almaya çalışmıştı. Uzay programlarına (Interkosmos) da diğer ülkeler dahil edildi. Stalin döneminde sahte-bilim olarak aforoz edilen sibernetik, enformatik ve daha sonra bilgisayar teknolojileri alanında da COMECON ülkeleri, IBM’den türetilen RYAD bilgisayar modellerini geliştirdi. Doğu Almanya, Çekoslovakya ve Bulgaristan, Batı’yla kıyaslandığında teknolojik açıdan geri olsa da, belli ölçüde bir ilerleme kaydetmişti. Macaristan ise Batı teknolojisi kullanarak kişisel bilgisayar kullanımında diğerlerinin önüne geçmişti. Romanya yine dışarıda kalmış ve Fransızlarla çalışmayı tercih etmişti. 


Sosyalist Araba(16)


Batı’yı tüketimde yakalama çabası, sosyalist ülkelerde kişisel kullanım için otomobillerin kitlesel üretimine hız verdirdi. 1970’lerin başında, ortak bir COMECON modeli üretmek için görüşmeler yapıldı. Her ülkenin üretimine katkı yapacağı model, D. Almanya ve Çekoslovakya’da birleştirilecekti. Fakat görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Ortak bir noktada buluşamayan Doğu Bloku ülkeleri, kendi ulusal otomobil sanayilerini Batılı şirketlerle kurma yoluna girdi. SSCB, Yugoslavya ve Polonya FIAT ile, Romanya da Renault ve Citroen’le anlaştı.


Romanya, lisansı alınan Renault 12 modelini 1970’ten itibaren Dacia adıyla iç pazara sundu. 1970’lerin sonunda Citroen’le beraber, ihracata yönelik ortak üretim için görüşmeler yapıldı. Citroen Axel’ler 1980’lerden itibaren üretilmeye başlansa da üretim miktarı fazlalaştırılamadı. Citroen, (kalifiye ve “ucuz” işgücü olan ve Avrupa’nın ortasındaki) Doğu Almanlara da ortak üretim önerisi sunmuştu. Batıya bağımlı olmak istemeyen Almanlar ise öneriyi reddetmişti. Fakat onlar da, 1984 sonrası Volkswagen’le anlaşmak durumunda kaldılar. Doğu Almanlar, savaş sonrasında, elde kalan Audi fabrikalarında geleneksel olarak Trabant marka arabalar üretiyordu. Yeterli çelik üretiminin olmaması yüzünden kaportasının plastik olmasıyla bilinen bu arabalardan üç milyona yakın üretilmişti. Bekleme listesi 13 yıla dek uzayabiliyordu. Ayrıca ülkede hizmet sektörü ihmal edildiğinden, bakım-onarım-yedek parça gibi hizmetlere ulaşmak da kolay değildi. Bu nedenle, herkesin kendinin biraz araba tamiriyle uğraşması gerekiyordu.     


1960’ta Küba ile Çekoslovakya, Automotriz adıyla ortak otomobil üretme projesi geliştirdiler. Skoda’lar adada üretilecek, bunun için de Çekoslovakya’dan işçi getirilecekti. Birkaç yıl sonra projeye son verildi. (Togliatti onuruna ismi verilen) Tolyatti şehrinde üretilen Sovyet Lada’ları gibi, Yugoslavlar da FIAT lisansı ile ürettiği arabaları, ekonomik kriz karşısında, dış pazara göre ayarlamaya çalıştı. 1980’lerde Yugo 45 modeli ile ABD pazarına girmeye çalıştılar. Hayli iddialı ihracat rakamları için yatırımlar yapıldı. Ülkeye milyarlarca doların akacağı hesaplanıyordu. Yapılan yatırıma rağmen, araç ABD’de tutmadı. Doksanlara gelindiğinde Zastava fabrikası bu girişimden bir milyar dolara yakın zarar etmişti.


Petrol krizi ve borçlanma


Hammadde için dışa bağımlı olan Doğu Avrupa ülkeleri, 1973 petrol krizinin etkilerini birkaç sene sonra yaşamaya başladılar. Blok-içi ticarette fiyatlar, son beş senenin dünya fiyatları ortalaması rehber alınarak önceden sabitleniyordu. Zaten Sovyetler, Doğu Avrupa'yı ucuz petrolle sübvanse ediyordu. Fiyatların aniden yükselmesi karşısında, ucuz petrolü alan ülkeler (Romanya hariç) bundan bir süre hayli yararlandılar. Bulgaristan ve Doğu Almanya örneklerindeki gibi aldıkları ucuz petrolü, bazen işleyerek veya doğrudan kendileri dışarıya satıyordu. Dünya fiyatlarıyla blok-içi fiyat makasının çok açılması, Sovyetlerin 1975'te fiyatlandırma sisteminde revizyona gitmesine sebep oldu. Sovyet petrolünün fiyatı arttırılsa bile, bu artış halen dünya fiyatlarının oldukça altındaydı. Sovyetler, petrolü politik ve stratejik amaçları için üstü örtük bir kredi gibi kullanıyordu (Marrese, 1986)(17). Bir yandan, ileride sevkiyatta kısıtlama yapabileceğine dair müttefiklerini ikaz ediyor, Doğu Avrupa ülkelerinden Sibirya'daki külfetli arama ve çıkarma projeleri için kesenin ağzını açmalarını istiyordu. Bir yandan da bu ülkelerin, enerjiyi bu kadar israflı bir biçimde kullanmamasını istiyordu.


Artan enerji faturası, Batı'daki krizin sebep olduğu talep daralması, gelişmekte olan ülkelerin artan rekabeti, kendi düşük kaliteli üretimlerinin ihracatı zorlaştırması, Batı sanayi mamüllerine bağımlılık gibi etkenler Doğu Avrupa'nın dış ticaret dengesini bozuyor; artan döviz sıkıntısı, yükselen petrodolar piyasasından yapılan borçlanmalarla telafi ediliyordu. İlk başlarda yatırımlar için kullanılan borçlanma, daha sonra artan enerji talebini karşılamak ve ödemeler dengesi açıklarını kapamak için kullanılır oldu. COMECON ülkelerin toplam dış borcu 1970'te 6 milyar dolarken 1980'e girildiğinde on kat artarak 60 milyar doları aşmıştı.


Polonya ve Romanya 1970’li yılları büyük bir yatırım hamlesiyle geçirdiler. Bunun bir kısmı Batı’dan ithalat artışı ve dış borçlanmayla gerçekleştirilmişti (örneğin Polonya’da Barclay’s finansmanıyla Massey Ferguson tarafından yapılan traktör fabrikası, FIAT’la otomobil yapımı, Romanya’da Renault ile otomobil yatırımı). Onyılın sonunda yatırımlardan umulan getiriler kalıcı olamadı. Yüksek teknolojinin getirilerinden söz edilebilse bile, bunlar üretim miktarlarına ve ihracata yansıtılamadı. Yapılan ağır sanayi/petrokimya gibi yatırımlar ve artan kitlesel otomobil kullanımı daha büyük enerji girdileri gerektiriyordu. Bu, daha fazla dış açık doğuruyordu. Polonya’nın ayrıca gıda ve hayvancılık sektörleri için önemli miktarlarda hububat ithal etmesi gerekiyordu. Art arda gelen kötü hasatlar, seller, Romanya özelinde deprem ve dışarıdan en fazla petrolü aldıkları İran Şahı’nın devrilişi gibi şanssızlıklar da buna eklendi. ABD’de Merkez Bankası Başkanı Volcker’in 6 Ekim 1979 tarihli para politikası değişikliğiyle yükselen faizler, Doğu Avrupa’nın riskli durumu nedeniyle daha da arttı. Doğu Avrupa ülkeleri, kısa zamanda tıpkı Meksika, Brezilya ve Üçüncü Dünya ülkeleri gibi dış borç sarmalı içine girdiler. Yalnızca, Çin’le de ipleri kopararak tamamen izole duruma gelmiş Arnavutluk bu gelişmenin dışında kalmıştı -1976 Anayasası’yla “yabancı, burjuva ve revizyonist” ülke ve şirketlerden borçlanmayı yasaklamıştı!


Dış açıklar, haliyle devlet bütçesini etkiliyordu. Dışarıdaki fiyatlar iç pazara gecikmeli yansıtılıyordu(18). Uygulanan kemer sıkma politikalarının beklenen neticesi, büyümeyi yavaşlatmak ve halkı daha fazla karşılarına almak oldu. En bariz örneği, yiyecek fiyatlarına yapılan zamlar sonrası 1970 ve 1976’da Polonya’da patlayan grev dalgaları oldu. Daha sonra, siyasi boyutları daha ağır basan krizi 1981’de sıkıyönetim yoluyla aşmaya çalıştılar. Sıkıyönetimle, Solidarnosc (Dayanışma) adıyla örgütlenen işçi hareketi disiplin altına alındı, yapılamayan zamlar yapıldı. Aynı yıl Polonya, beş yüz kadar yabancı bankaya olan borçlarını ödeyemez duruma düşünce borcun yeniden yapılandırması için masaya oturmak zorunda kaldı. Ertesi yıl, ağırlığını Batı Alman ve Avusturya bankalarının oluşturduğu bu borçlar yeniden yapılandırıldı. Çavuşevsku ise Polonya durumuna düşmemek ve dış borçları ödemek için topyekün bir kemer sıkma seferberliğine girişti. Ülkede sanayi ve kamu kurumları da dahil olmak üzere geniş enerji kesintileri yapıldı. Gıda ürünlerine, benzine karne uygulaması kondu. İthalat (sağlık ve ilaç harcamaları dahil) kısıtlandı. Romanya’nın dış ticaretinin yönü mecburen tekrar COMECON ülkelerine döndü. Çalışma süre ve yoğunluğu arttırıldı. Sonunda, düşük sermaye yatırımı, izolasyon, geri teknoloji, düşük tüketim ve artan yoksulluk pahasına ülkenin dış borçları Nisan 1989 tarihinde kapatılabildi. Çavuşevsku borçları eritmeyi başarmıştı fakat 1980’e dek örnek gösterilen sanayileşme, ekonomik büyüme, kentleşme ve modernleşme yönleriyle rejim, artık halkın gözünde tüm meşruiyetini de kaybetmişti (Ban, 2012). Bu ikisi kadar kötü olmasa da Doğu Almanlar için de dış borçlanma önemli bir sorundu. Almanlar bu konuda Batı’daki kardeşlerine dayandılar. Örneğin 1983 ve 1984’te, miktarı küçük olsa bile, Batı Alman Kohl hükümetinden sağlanan ve bakanın adıyla anılan 2 milyar marklık Strauß kredileri kritik bir anda Doğu’nun sıkıntısını hafifletmişti (Maier, 1997:62)(19). Bunun gibi bağlar, giderek artan şekilde Doğu Alman ekonomisini Batı Alman markına bağımlı hale sokuyordu. Yugoslavya ise, döviz darlığını IMF’in yanısıra yurtdışındaki işçi yurttaşlarının geri yolladığı paralarla aşmak istiyordu. Ayrıca, ülke açık işsizliğe izin vermesiyle diğerlerinden ayrılıyordu.


Kısacası, ayrı olduğu iddia edilen “sosyalist ekonomiler sistemi”, detant (yumuşama) dönemiyle başlayıp krizle beraber hızlı bir şekilde kapitalist dünya sistemine eklemlendi. Sovyetler, Doğu Avrupa'nın dışa açılmasına, piyasa reformlarına limitler dahilinde izin veriyordu. Birincisi, artan dış ticaret yoluyla teknoloji kazanımı umuyordu. İkincisi, kendi sırtındaki yükü hafifletmek istiyordu. Borç krizinde her ülke -ayrıca, borcu veren bankalar- Sovyetlerin kendilerine arka çıkacağını ummuştu (şemsiye teorisi). Ancak Sovyetler bu konuda tamamen istekli değildi. 1981 yazında Brejnev’le ayrı ayrı görüşmeler yapan Doğu Avrupa parti liderleri isteklerine tam erişemedi. Bu durumda borçlular da çareyi Batı’ya yönelmekte buldular (Lüthi, 2017:385).


Yugoslavya zaten Batılı uluslararası ekonomik kuruluşlara üyeydi. Sovyetler, IMF’in kuruluş görüşmelerine katılmış, sonradan emperyalizmin örgütü olarak gördüğü bu örgüte katılmaktan vazgeçmişti. Polonya ve Çekoslovakya da örgütün kuruluşundan birkaç yıl sonra ayrılmıştı. IMF’e ilk katılım 1972’de Romanya’dan gelmişti. Romanya’yı, diğer COMECON üyelerini bilgilendirmeden üyeliği gizlice görüşmeler sonrası ani bir oldu-bitti haline sokan J. Kadar yönetimindeki Macaristan’ın 1981’deki katılımı izledi(20). Macarların oldu-bittisine Sovyetlerden tepki gelmeyince, iki gün sonra Jaruzelski’nin Polonya’sı açıktan görüşmeleri başlattı. Sıkıyönetimin araya girmesiyle nedeniyle üyelik 1986’da gerçekleşebildi. Bunun yanısıra, Polonya 1967’de GATT’a katılan ilk sosyalist ülke olmuştu. Dış ticaret sistemi, açık piyasa ekonomileriyle uyuşmadığı halde, politik saiklerle Polonya’nın özel bir statüyle katılımına olanak sağlanmıştı. ABD zaten Polonya’ya 1960’ta en çok kayrılan ülke (MFN) statüsü tanımıştı. ABD Kongresi’nin 1975’te ülkeden ayrılmak isteyenlere izin veren komünist ülkelere MFN statüsü verilebileceğine dair karar almasının ardından, bundan ilk olarak Romanya yararlandırıldı. 1970’lerde Romanya ve Macaristan da GATT’a katıldılar. Bulgaristan’ın GATT’a başvurusu ise tamamen siyasi açıdan reddedilecekti. Bulgaristan’ın Türk azınlığa baskısı elbette onu diğer Doğu Avrupa ülkeleri arasında ayrıksı kılmıyordu, onaylanmamasının nedeni rejimin Sovyetlere yakınlığıydı.


AET ile ilişkiler


Sovyetlerin AET'ye ilk tepkisi, bunu ABD emperyalizminin aracı ve Batı Alman sermayesinin rövanş adımı olarak tanımlamak olmuştu. AET'yi geçici bir emperyalist yapılanma olarak görüp resmen tanımamıştı. Kruşçev'e göre "Bu fidan meyve vermeden kuruyacaktı" (Binns, 1978:253)(21). Uluslararası örgütlerde AET'nin tanınmasının önüne geçilmesine çalışılıyordu. Ancak AET'nin hızla gelişen Ortak Pazarı ve gümrük duvarı -bilhassa İngiltere'nin de katılımı durumunda-, Sovyetlerin artık görmezden gelemeyeceği bir durum halini aldı. COMECON'daki tekrar etkinleştirmenin ardındaki sebeplerden biri de buydu. 


Bir örgüt olarak COMECON da AET'yi resmen tanımıyordu; fakat üye Doğu Avrupa devletleri çoktan AET ile ikili teknik anlaşmalar imzalamaya başlamıştı(22). Sovyetlerin de AET'yi tanıması yönünde telkinlerde bulunuluyordu. Dış ticarete daha bağımlı Macaristan, tarım ürünlerinin AET’ye girişinde daha avantajlı koşullar elde etmek isteyen Bulgaristan ve Polonya COMECON’da adım atılmasını masaya getirdiler (Kansikas, 2014). Brejnev bu tür bir yakınlaşmanın sinyalini Mart 1972'de yaptığı bir konuşmada verdi. Ardından AET ile COMECON arasında gayrı-resmi diyalog süreci başlatıldı. AET, COMECON'u kendine denk statüde görmediği için görüşmelerde pek ilerleme kaydedilmedi. Sovyetlerin Afganistan'a müdahalesinin de etkisiyle, karşılıklı resmi tanıma deklarasyonu 25 Haziran 1988'e dek sarktı. Yalnız, sonunda AET bu anlaşmayla önemli bir taviz elde etmişti: Yıllarca statüsü üzerinde anlaşmaya varılamayan Batı Berlin'in Federal Almanya'nın parçası olduğu  kabul edilmişti.


Üçüncü Dünya ile ilişkiler


COMECON'un Avrupa dışına genişleyerek yeni üyeler alması, Doğu Avrupa ülkelerince pek benimsenmemişti. Zaten kısıtlı olan Sovyet kaynakları için ek bir rekabet ve yeni bir sosyalist dayanışma yükü altına girmek istemiyorlardı. Örneğin Macaristan ve Çekoslovakya, Vietnam'ın katılımına itiraz etmişler, Mozambik'in 1981 sonrası katılma isteğini de desteklememişlerdi (Coker, 1981). Mozambik’in iki kez ilettiği talebi geri çevrilmiş olsa da, Avrupa kıtası dışından ve çok daha yoksul olan Moğolistan, Küba ve Vietnam örgüte katılmıştı. Başta Sovyetler olmak üzere, bu ülkelere ikili anlaşmalar yoluyla ya da COMECON aracılığıyla önemli ekonomik destekler verildi(23). Bu ülkelerden yüksek fiyatlarla hammadde ithal edilip (Küba örneğinde şeker ve nikel), düşük fiyatlarla petrol ve yatırım malları ihraç ediliyordu.


Angola, Mozambik, Etiyopya, Libya, Cezayir, Suriye gibi Sovyetlere yakın rejimlere ekonomik ve teknik yardım sağlandı. Bu ülkelerden hem hammadde temin etmek hem de sanayi mamülleri (silah sanayi dahil) için pazar oluşturmak düşüncesi bulunuyordu.  


İşçi hareketliliği


Tanım gereği tam istihdam koşullarında olan COMECON ülkeleri arasında işgücü hareketliliği ilk başlarda oldukça sınırlıydı. Hatta Romanya bu tür bir düşünceyi sosyalizme aykırı buluyordu(24). Fakat, demografik nedenlerle önce Doğu Almanya(25), sonra da Çekoslovakya, Macaristan gibi ülkeler konuk işçi anlaşmalarıyla önce yakın komşularından, sonra Çin, Kuzey Kore, Küba, Vietnam, Angola, Mozambik, Cezayir, Mısır gibi daha uzak ve yoksul ülkelerden işgücü temin etmeye başladılar. 1970'lerin ortalarında 170.000 işçi, çoğunlukla Doğu Almanya ve Sovyetlerde olmak üzere, kendi ülkesinden farklı ülkelerde çalışıyordu (Levcik & Westphal, 1977). Vietnam 100.000'den fazla işçi tedarik ederek başı çekiyordu. Konuk işçiler ortak yatırım projelerinde ya da önceden belirlenen alanlarda belirli süreler dahilinde çalışıyordu. Örneğin, Bulgaristan Sibirya'da kereste işlerinde çalıştırılmak üzere 12.000 işçi yollamıştı. 1979 yılında Küba'ya taahhüt ettiği kereste malların gönderilmesinde geciktiği için Sovyetlere sitem eden Castro, gerekirse Kübalı işçilerin Sibirya'da çalışabileceğini söylemişti. Gerçekten de, 1987'de Küba ve Sovyetler ortak bir yatırım yoluyla Uzak Doğu'da ormancılık faaliyetine girdiler. Yüzlerce Kübalı işçi burada çalışmaya başlamıştı (Perez-Lopez & Diaz-Briquets, 1990). 


Konuk işçiler genelde yerli işçilerin yapmak istemedikleri işlerde çalışmakla beraber, ülkeler krizde değilken yerli işçilerle aynı geniş sosyal haklardan yararlanıyor, ayrımcılığa karşı korunuyorlardı. İşçilere yapılan ödeme ve hizmetler, ikili anlaşmalar çerçevesinde belirleniyordu. Çekoslovakya açısından 1989 yılında işçi başına maliyetler şöyle hesaplanmıştı (Alamgir, 2014): 

Vietnam (32.000 kişi) Kčs 4.875    

Küba (7.000) Kčs 6.953    

Angola (300) Kčs 7.500    

Moğolistan (1.000) Kčs 700    

Polonya (5.000) Kčs 12.200  


Ev sahibi ülkeler açısından ekonomik avantajları açıktı. Ancak ülkelerin ekonomik krize girmesiyle bu işçilere dönük tavırlar giderek olumsuzlaştı. Örneğin, ilk başta proleter enternasyonalizmi ve mesleki eğitim adına 1970'lerde Bulgaristan'a davet edilen 3.000 Vietnamlı, 1980'lerde 17.000 sayısına ulaştı. Fakat Bulgar hükümeti artık bu işçileri Vietnam'ın devlet borçları adına kullanıyor, onların ücret ve sosyal haklarından kesintiler yapıyordu. Rejim çökmeye başlarken de artık istenmeyen bir gruba dönüşmüşlerdi (Apostolova, 2017). Durum, Doğu Blokunun vitrini, ülkede faşizm ve ırkçılığın sonsuza kadar yok edildiğini her fırsatta dillendiren Doğu Almanya’da bile farklı değildi. Ülkedeki Afrikalı ve Vietnamlı işçilere, Stasi raporlarıyla veya partiye verilen dilekçelerle belgelenen olumsuz tavırlar ya da açıktan saldırı vakaları yaşanıyordu (Zatlin, 2007). Bundan Lehler ve Rumenler gibi diğer COMECON ülkesi yurttaşları da nasiplerini alıyordu. Geçmişte, 1907’de Alman SPD, işgücü piyasasının Doğu’dan gelen geri ırklara kapatılmasını önermişti. Şimdi ise sorun, bunların tüketim turizmine çıkıp mağazalardaki malları boşaltmasıydı.   


Ulus-aşırı İlişkiler


Almanların rafları boşaltan Doğululara tepki göstermesinin sebebi elbette onları, kader ortaklığı yaptıkları yoldaşlar olarak değil, yabancı bir ülkenin yurttaşı olarak görmesinde yatıyordu(26). Sorun, zaten kısıtlı olan entegrasyon çabalarının ağırlıklı kısmının devletler eliyle, onların resmi kanallardan yönlendirmesiyle sürdürülmüş olmasıydı. COMECON ülkeleri arasında, devlet-dışı kitle örgütleri arasındaki ilişki alt düzeydeydi(27). Savaşın hemen ardından Cominform, TASS haber ajansı, “kardeşlik dernekleri”, kardeş şehir, öğrenci ve sanatçı değişim programları, mektup arkadaşlıkları, spor(28) vb. kanallar olsa bile, bu daha çok, muzaffer bir gücün resmi faaliyeti gibi işliyordu. Üye ülke halkları arasında iletişim kanalları sürekli ve yoğun değildi. Örneğin 1950’lerden itibaren düzenlenen Dünya Gençlik Festivalleri, çoğunluğunu Doğu Blokundan olmak üzere on binlerce genci bir araya getiren popüler bir etkinlikti. Ancak tanım gereği, bunlar dönemseldi. Batı’daki Eurovision benzeri bir müzik yarışması olan ve Polonya’daki geleneksel Sopot müzik festivalin bir uzantısı olarak doğan Intervision(29) bile siyasi nedenlerle kısa süreli oldu. Sürekli ve yoğun hareketinin önünde dil ve sınır engelleri bulunuyordu. Ayrıca her seferinde, kitlelerin hareketliliğinin önüne paranoyak bir güvenlik saplantısı çıkıyordu(30).


Dil açısından, Rusça ülkeler arası iletişim dili olarak öne çıktı. Diğer devletlerin eğitim kurumlarında ve orduda, zorunlu ve isteğe bağlı şekillerde Rusça öğretimi yaygınlaştırıldı. Bir yandan da Rusçanın hazırdaki zengin kültürel ve edebi birikiminin tercümesi hızlandı. Bununla beraber sorun, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin, Sovyetler Birliği idealizmi ve prestiji ne kadar yüksek olursa olsun, tarihsel olarak Batı Avrupa ile daha kaynaşık oluşu ve Batı’yı kendilerine hem uygarlık ideali hem de tüketim toplumu modeli olarak almalarıydı. De-stalinizasyon sürecinde, Rusçaya yönelik önceki yoğun çaba hacmen yavaşladı; en keskini Romanya’da gözlendiği üzere, tersine çevrildi. Yalnız Bulgaristan’da, Rusya ile tarihsel bağlantı nedeniyle Sovyet kültürel varlığı belirgin halde korundu. Örneğin Bulgar televizyonu, programların önemli bir kısmını halen Sovyetlerden tedarik etmeye devam ediyordu. Diğer ülkelerde ise bu giderek azaldı, Batı’dan ithalat arttı. Kendi liderlerinin bile sıkıcı-didaktik bulduğu televizyon ve radyo yayınlarında, antenler birbirlerine değil Batı’ya yönelmişti(31). Çeviri kitaplar içinde Rus dilinden çevrilenlerin yüzdesini bir gösterge olarak alınırsa, bu payın düzenli olarak azaldığını görülüyordu. Bu konuda da, Bulgaristan’ın Rusya’ya nispeten daha bağımlı kaldığını söylemek mümkündü (Zimmerman, 1978). 


Coğrafi hareketlilik açısından, sınırlar ayrı bir “doğal” bir engeldi. Doğu Almanya, Batı ile olan sınır meselesini çözdükten sonra, 1971’de Polonya’yla olan sınırını karşılıklı olarak açtı. Sınır kontrolleri sürdürülmekle beraber, iki ülkenin yurttaşları vize ve pasaport gerektirmeden sınırı geçebilecekti. Benzer anlaşmaları Çekoslovakya ve Romanya ile de imzaladılar. Milyonlarca Polonyalı, Doğu Berlin’e seyahat edip alışveriş yapmaya, benzin daha ucuz olduğundan depoları doldurmak için sınırı yani nehrin karşı kıyısında kalan şehir merkezlerine geçmeye; Almanlar da savaş öncesi yaşadıkları bölgeleri ziyaret etmeye, Çekoslovakya’da tatile, kampa, spor müsabakalarına vs. gitmeye başladı. Rejim açısından hem bu şekilde, kitlelerin bilincini Batı Almanya’yla karşılaştırmalar yapmaktan uzaklaştırmak mümkün olabilirdi (Minnerup, 1990:111) Bu yolla sadece 1972’de, tek bir yılda, Çek sınırı geçiş sayısı 1955-1971 yılları arasındaki toplam geçişleri aşmıştı (Keck-Szajbel, 2012). 


Gümrük kontrollerinin gevşetilmesi, Alman planlamacıları sıkıntıya düşürebilirdi. Gerçi ülke yurttaşlarının ve yabancıların tüketim tercih ve alışkanlıkları dikkatle izlenmekteydi -hatta bunun kalite artışını doğurabileceği de umuluyordu-, fakat zaten varolan tüketim malı darboğazlarının sebebi olarak ülkeye akın eden Polonyalılar gösterilmeye başlandı. Mağazalarda Doğu’dan gelenlere açıktan açığa tepki gösterilmesi, mal satılmaması, çalışma saatlerinin yerel halka uygun olacak şekillerde ayarlanması gibi davranışlar yaygınlaşmaya başladı. Almanlar, alttan alta ticaret dengesizliğini destekleyen Polonya hükümetinden gümrüklerde daha sıkı kontrol yapmasını talep ediyordu. Karaborsa ve kaçakçılık arttıkça, Almanlar, bireysel ticaret için birbirlerine tahsis ettikleri parayı kısmaya başladı. Solidarnosc ortaya çıkınca da sınırı tekrardan tek yanlı olarak kapattı. 1980’li yıllarda Polonya hükümetinin sınırın tekrar açılması çağrılarını yanıtsız bıraktı. 


Şikayetçi olan sadece Almanlar değildi. Savaşın taze olan anıları, Almanların eski mülkleri civarında dolaşmaları, bunlar üzerinde yeniden hak iddia edebileceklerine dair şüpheler, ‘68 müdahalesi üzerinden hemen sonra Çekoslovakya içerisinde Blok ülkelerinden gelen ziyaretçilere hoş bakılmaması gibi güvensizlik unsurları(32), sınır-aşan geçişlerin olumlu olabilecek yanlarını törpülüyordu. Bunun yanında, zamanla ülkeler, sınırın 15-20 km. kadar içlerinde yaşayanların sınırı karşılıklı geçişini kolaylaştıran düzenlemeler de yaptılar. Genelde, sınır-aşımı konusunda en serbest davranan ülke Macaristan olmuştu. En sıkı denetim ve geçiş zorluğu, Gorbaçov dönemine dek Sovyet sınırlarında yaşandı. Buna karşın Kaliningrad’la Polonya arasında “kardeşlik otobüsleri” adıyla düzenli seferler de düzenleniyordu. Bu daha çok ticaret turizmine hizmet ediyordu.  


COMECON ülkelerinde turizm, çoğu hizmet sektörü gibi, öncelikli olmayan alanlardan biriydi. Planlama bu konuda da geçerliydi, toplu kafileler halinde seyahat edilip konaklanıyor, önceden düzenlenmiş faaliyetlerin dışına çıkılmıyordu. İlk yıllarda geziler daha çok tanışma ve kaynaşma ziyaretleri, konsomol gezileri, 1 Mayıs gösterileri, kültür turizmi türündeydi. 1955 yılında Sovyetlerde, Doğu Blokuna olmak kaydıyla sadece 1.500 kişilik giden turist izni verilmişti. Gidebilenler oldukça seçici kriterlerle belirleniyordu. Sendikaların, kooperatiflerin, akademinin kullanımına ayrılmış kontenjanlar vardı. Stalin sonrası, seyahat için gerekli birçok bürokratik işlemin kaldırılmasıyla Blok içi turist sayısı oldukça arttı. Zamanla, kafileler haricinde bireysel çıkışlara da izin verilmeye başlandı. Bulgaristan, Yugoslavya ve Karadeniz kıyıları Doğu Blokundan gelenler için öne çıkan varış noktaları oldu. Sovyetlere dışarıdan gelen sayısı da 1970’de iki, 1980’de beş milyona ulaştı. Bunun yüzde 60’ı Doğu Bloku ülkelerindendi. Giden sayısı da benzer bir sayıya tekabül ediyordu (Lohr, 2012:183). Serbestlikten, refah artışından doğan bu hareketliliğe rağmen, toplam nüfusa oranlandığında hacmin Batı’ya kıyasla oldukça düşük olduğu görülüyor.


Çöküş


COMECON üyeleri krizle karşılaşınca zorunlu olarak tekrar COMECON-içi ticarete doğru yönelseler de, 1980’lerdeki dış borç sorunu ve her ülkenin birbirinden ayrı uyguladığı reform adımları, COMECON’un işini zorlaştıran etken oldu. Üyeler arası ilişkilerin, ikili ilişkiler tarzı yapısı tekrar ağırlık kazandı. Sovyetler, COMECON’un tümüyle başarısız olup dağılmasına göz yumamazdı. Gorbaçov lider olduktan sonra 1985’te “Bilimsel ve Teknolojik Gelişme için Kapsamlı Plan” adıyla 2000 yılına dek yapılacak ortak araştırma ve geliştirme faaliyetleri kabul edildi. 1988’de ülkelerin işletmeleri arasında işbirliğinin geliştirilmesinin önünü açıp bir nevi sosyalist ortak pazar yaratmak adına son kez örgütü canlandırma girişiminde bulundu. Aralık 1988’de ülkesindeki dış ticaret üzerindeki tekeli kaldırdı. 1990’da topluluk-içi ticareti konvertibil paralarla dünya fiyatları üzerinden yapmayı kararlaştırdıklarında ise artık fiilen örgüte son verilmişti. Son COMECON oturumu 29 Haziran 1991’de toplandı ve örgütün fesih kararı alındı. Gerçi COMECON 1979-1981 kritik aralığında ölmüştü, cenazesi bir on yıl sonra kaldırılmış oldu. 


COMECON’un bekleneni verememesi üzerine siyasi-ekonomik sebepler üzerinde duralım. En başta, ülkelerin kendi aralarında birbirlerine güveni yoktu. Bu güvensizlik farklı biçimlerde ortaya çıkabiliyordu. Parti liderleri veya halk tabanındaki tezahürlerde, ülkelerindeki azınlıklara yaklaşımlarda, diğer ülkelerden gelen malların kalitesi ve teslim süresi konusunda... İşbölümüne gidilmesi halinde diğer ülkelerden gelecek mallar için ihracatçıların insafına kalmamak istiyorlardı; aynı zamanda sağlam ve kaliteli malları konvertibil parayla Batı’ya ihraca ayırıp kalitesiz malları da birbirlerine yollamaya uğraşıyorlardı(33). Honecker (1995:65-6) anılarında, “İhracat ve ithalat alanında sık görülen aksaklıkların ADC halk ekonomisinin gelişiminde ortaya çıkardığı sorunlar konusunda ise tam bir suskunluk vardı” diyor ve ekliyor: “Ekonomik işbirliği ve uzmanlaşma Batı'da çok gelişmişti, ama RGW (COMECON) işlemiyordu; hele de bilimsel-teknolojik devrimle bağlantılı yeni sorunlar konusunda hiç işlemiyordu. Özellikte 1985'ten sonra sosyalist ekonominin zayıflamaya başlamasıyla sorunlar daha da keskinleşti. Petrol ithalindeki azalma tersine çevrilemediği ve benzeri hammaddelerin sağlanmasında azalma meydana geldiğinde, -ki bunun için eskiden her zaman Sovyetler Birliği'nden 2 milyar Mark değerinde döviz alıyorduk- bir şey yapamaz olduk."

 


Yukarıdaki grafikte ekonominin aşağıya doğru genel trendi okunabilir(34). Burada, reel sosyalizmin çöküşünün nedenleri üzerine kapsamlı bir değerlendirme yazının sınırlarını aşacaktır. Ancak en temel olarak, kendi iç kaynaklarıyla teknolojik yenilik geliştirerek üretim ve verimliliği arttıramayan blok ülkelerinin, çareyi dışarıdan -Batı’dan- kaynak aktarımında bulması ve makro-ekonomik açıdan bir borç sarmalına girmesi sonun hazırlayıcısı olmuştu. Borç ödemeleri, yatırımların kısılmasına sebep oldukça, teknolojik gerilik katmerleniyordu (Vonyo & Klein, 2019).


“Kutsal merkez” etrafında replika devlet sistemleri olarak önerilen “tek ülkede sosyalizm” biçimleri (Jowitt, 1992:175), kaynak sıkıntısı çeken küçük ülkeler için uygun değildi. Sovyetler gibi kendine yeterliliği yüksek, sanayileşmiş, uzay ve nükleer enerji konularında dünyanın sayılı ülkelerinden olan büyük bir ülke bile sanki Üçüncü Dünyanın hammadde ihracına dayalı ekonomileri gibi, petrol ve doğalgaz rezervleriyle nefes alabiliyordu -bunlara altın ve silah satışını ekliyordu. Kaldı ki, zamanla büyük miktarlarda hububat ithalatçısı durumuna da düşülmüştü. 1980’lerin ortasında ABD teşvikiyle Suudilerin petrol üretimi arttırarak fiyatı düşürmesi Sovyetlerdeki ekonomik zorlukları iyice görünür kıldı. Reagan dönemiyle içine düşülen savunma bütçesi artışları, savunmaya harcanan kaynakların teknolojiye etkisinin Batı’dakinin aksine yavaş ve mesafeli olması, bugünden biraz anlamsız gözüken Afganistan müdahalesinin maliyetleri(35), içeride artık açık baskı kullanmanın rafa kalktığı ve işgücü sıkıntıları çekilen bir dönemde(36) işçi sınıfının pazarlık gücünün artması, nüfusun artan “uyandırılmış” refah talebi gibi koşullar altında Sovyetlerin de Doğu Avrupa’ya cömertliğinin sonuna varılmıştı. Stalin ertesi, Kruşçev Doğu Avrupa’daki rejimlerin farklılaşmasına bir noktaya kadar müsamaha göstermişti. Sosyalist ailenin içinde kalmak koşuluyla herkes kendi yolunu çizebilecekti. Sınırlar, Brejnev doktriniyle çekilmişti. Seksenler biterken artık bu, yerini Sinatra doktrinine (“My Way”) bıraktı.


Her küçük ülkenin ayrı ayrı kendi sosyalizmlerini kurmaya çalışmaları, yapısal olarak gelişmenin önüne geçiyordu. Ticaretin ikili yapısı, ayrı para birimleri, fiyat üzerinde aralarında kendilerine ait ve tüm tarafların haksızlığa uğradığını düşündürmeyecek bir sistem geliştirememeleri gibi ekonomik etkenlerin hepsi kaynağını ulusal egemenlik ısrarında buluyordu. Ülkelerin yakalarını bir türlü ulus-devlet sınırları ve ulusalcılıktan sıyıramadıklarını görüyoruz. Türkiye’den iki değerlendirmenin de benzer sonuca ulaştığını okuyabiliriz. S. Savran 1991 tarihli makalesinde, “dünyanın üçte birini kapsayan işçi devletleri arasında hiçbir ciddi ekonomik bütünleşme girişiminin yaşanmamış olduğunu” belirtip bunalımın temelinde, üretici güçlerin önündeki ulusal sınır engellerinin olduğunu yazmıştı. Her biri, kendi otarşisini kurmakla uğraşmış; kendi aralarındaki ticarete dayanak olacak bir fiyatlandırma sistemi bile kuramayıp dünya fiyatlarını baz almışlardı. Daha Sovyetik bir gelenekten yapılan bir değerlendirmeye göre de; 


“Sosyalist ülkeler arasındaki ulusçu çekişmeler, Komekon’u daha başından sosyalist entegrasyonun değil, ulusçu ayrılıkçılığın organı yaptı. Sovyetler Birliği dışında küçük olan ülkelerin hepsi ayrı çelik endüstrisine, elektronik endüstrisine vb. sahip olmak için boğuştular. Romanya bunun en uç örneğiydi. Sınırların kaldırılması yönüne ilerleyeceklerine, birbirlerine karşı gümrük duvarları koymak için didindiler. AT örneğinden de gördüğümüz gibi, dünya burjuvazisinin bile geride bırakmaya başladığı bir noktada debelenip durdular” (Köklü, 1991:15).


Çavuşevku, Gomulka gibi liderler önderliğinde “ulusal” komünizm inşasında direttiler. Trajik olarak, Çavuşevku’nun infaz edilmeden önce Enternasyonal marşını okuduğu söyleniyordu! Bunun için fazla geç kalmıştı... Entegrasyon için her fırsatta ayırmayı ön şart olarak koşan önderler, aynı vurguyu etkileşimi arttırıp birleştirmek yönünde pek kullanmamıştı. Oysa yapılması gereken, farklı sosyalist ülkelerin ekonomik sistemlerini ortak bir planlama sistemi altına toplamalarıydı (Cockshott & Cottrell, 1993); sınırları bir an evvel kaldırmaktı -sınırları keskinleştirmek değil.


Yugoslavya’da yaşanan da aynı süreçti. Federe devletler arasında “zihinsel” sınırlar kaldırılacağına, farklılıklar azaltılacağına; Kardelj’in anayasal konfederalizmi, kaynakları federe devletlere dağıtıp, bunlar üzerinde hak iddiası yoluyla etnik rekabete meşru zemin kazandırdı. Dış borç batağına saplanıp IMF koşullarını uygulamaya çalışan ülkede, zengin Slovenya ve Hırvatistan daha az gelişmiş bölgeler için kaynak kullanılmasına, merkezi hükümetin kaynak dağıtımına, istihdam politikalarına, kotalara karşı çıkar oldu. Kuzeydekiler, yoksul güneyin yükünü çekmek istemiyor, Almanya’nın başını çektiği serbest piyasa ülkeleriyle entegre olmak istiyorlardı. Kendilerini geride bıraktırmakla suçladıkları yoksul güneyle aralarındaki ülke içi ticaret bile azalmıştı. Merkezi hükümetin elinde de dayanışma adına kullanabileceği fazla bir araç kalmamıştı, çünkü özyönetim bunları yerellere ve federe devletlere devretmişti. Sonuçta kimi işçiler, üretim araçlarına erişebiliyorken, kimileri de bundan yoksun kalıp işsizliğe mahkum oluyordu. “Özyönetimli işletmelerdeki etkinliklere hakim olan kişisel çıkar göz önüne alındığında, toplumun bütün üyelerinin ortaklaşa sahip olunan üretim araçlarına eşit erişimi yoktu ve bunlardan eşit fayda sağlayamıyordu” (Lebowitz, 2011:74). 1989’da Kosova’da kişi başı milli gelir Slovenya’nın onda biriydi. Slovenya’da işsizlik sadece %3 iken, Kosova’da %36’ydı. Fakat Yugoslavya “özgür” bir ülkeydi; sonuçta isteyen yurtdışına gidip iş arayabilirdi!


III) SONUÇ


Tüm dünyanın sosyalist devletler/birimler tarafından yönetildiğini hayal edelim. Sahip oldukları doğal kaynaklar eşitsiz olsa da her devletin eşit, bağımsız ve bu kaynaklar üzerinde her türlü tasarrufa yani egemenliğe sahip olduklarını varsayalım. Berki’ye (1971) hak verirsek bu, kapitalist toplumda birbirlerinden yalıtık, atomize bireylerin durumunun üst düzeyde bir yansımasından başka bir şey olmayacaktır. Yani, bu çeşit birden fazla sosyalist devletin bir arada varolması, Marksizm adına absürd bir durum oluştururdu. Karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, kardeşlik gibi terimlerin hiçbir hükmü olamazdı. Arnavutluk’la Sovyetler arasında anlaşmazlıklar su yüzüne çıkıp karşılıklı atışmalara döndüğünde D. Ibarruri, Enver Hoca’nın tutumunu “kendini besleyen eli ısıran bir köpeğe” benzetmişti. Egemen birimler arasında özgecilik, yardımlaşma gibi hareketlerin sürekli olacağına ideolojik olarak her zaman güven duyamayız. Bu tarz kötü vakaların önüne geçilmesinin tek yolu egemenlik devrinden ve nihai aşamada bir küresel otoritenin (geçmişte Komintern’in oynadığı rol gibi) kurulmasından geçiyor. Bunun komünizm anlayışı açısından kritik önemde olduğunu düşünüyorum. Eğer bu ideal fazla ütopik veya uzak görünüyor ise, neden hala komünist olma ısrarında olunmalı? Nihayetinde, kurulacak olan ulusal bir sosyalizm olacaksa, bunu neden sosyal demokrat kimliklerimizle yapmaya çalışmayalım? Komünizm ideali, yalnız evrenselliğiyle değil bolluk toplumu gibi yanında bir takım başka hayati şartlarıyla beraber geliyor. Ulusal bir ölçekte yalnız sosyal adalet ve eşitlikçilik değil, özgürleşme yolunda bolluk toplumu da sağlanabilecek ise evrensel komünizmde diretmenin gereği kalmayacak. Olmadığı zaman da Fichte’nin devletinde olduğu gibi ürettiğimizle yetinmeye çalışır; kolaya, pizzaya, blue-jeane özenmemeye çalışır; kömür-petrol gibi kaynaklar açısından şanslı olmayı diler, üretemediğimiz akıllı cep telefonlarını satın almak adına eşitsiz değişim yoluyla ihracat yapmak için başka şeyler üretme durumunda kalmamayı umardık -tıpkı geçmişte Arnavutluk’un, şu anda Kuzey Kore’nin yapmaya çalıştığı gibi...


Komünist toplumun hayata geçirilmesi için tüm insanlığın bir şekilde birleştirilmesi daha akılcı görünüyor. Fakat ani bir birleştirme, merkezileştirme o esnada hegemon durumda olan güçlü tarafların konumunu korumasına yarayabilir. Makul görülen seçenekler pratikte tarihsel olarak güçlü olanın işine gelebilir ki, bu ileride her zaman pürüzlerin oluşmasının potansiyel kaynağı olacaktır. Demek istediğim, akla yatkın gelen çözümler pratikte -ideal olmayan durumda- her zaman bir taraf için sorun teşkil edecektir. Bunu daha iyi dile getiren E. Mandel (1987:124) “Soyut açıdan bakıldığında, en rasyonel çözümün, kapitalizmi yıkmış bütün ülkelerin kaynaklarının biraraya getirilmesi ve bütün bu ülkeler için tek bir kalkınma planı formüle edilmesi olduğu düşünülebilir. Genel giderleri ve mükerrerliği mümkün olan ölçüde sınırlandıracağı ve uluslararası işbölümü ilkesinden tam anlamıyla yararlanabilmeyi olanaklı kılacağı düşünülebilir” diyor. Bu duruma iki türlü itiraz edilebileceğini ekliyor: Birincisi, tarihsel yaralar, küçük ülkelerin geçmiş büyük emperyal güçlere karşı duyacağı güvensizlikler; ikincisi, geri bölgelerin varlığının ileri bölgelerin gelişimini yavaşlatabileceği endişesi. Mandel’e göre en akılcı tutum, hem hızlı topyekün bir entegrasyondan hem de bağımsız kalkınma yolunda dar ulusalcılıktan kaçınmak gibi görünüyor.


“Bu konuda yapılması gereken, işçi devletleri ekonomilerinin adım adım bütünleşmesini sağlayan bir sistem geliştirmektir. Bu sistem, sözkonusu uluslar tam anlamıyla ve dürüst bir biçimde egemenlik hakkından vazgeçmenin avantajlarına ikna edilmediği sürece ulusal planlamanın özerkliğine saygı duyacak ama aynı zamanda gerekli ekonomik birleşmeye doğru ilerleyecektir. Bu birleşme, hem bir dizi ortak kurum ve araç yaratma, hem de çeşitli işçi devletlerinin gelişme düzeyleri arasındaki açığı azaltma yönünde harcanacak bilinçli bir çaba yoluyla gerçekleştirilecektir." (a.g.e. s.125)


Bu sistem somutta nasıl yaratılabilirdi? Bu konuda, Batı Avrupa’da olduğu gibi önce temel sektörlerden başlanıp, işlevsel bir entegrasyona gidilebilir miydi? Yukarıda bahsi geçen H. Laski’nin yanısıra D. Mitrany, E. Haas ve K. Deutsch gibi teorisyenlerin işlevselciliği ve modernizasyon anlayışı Marksizmle bazı noktalarda uyuşuyor gibi. Marksizmde nasıl ki ekonomik yapıdaki değişimler, metaların dolaşım süreci, insanların birbirleriyle teması üst-yapısal kurumları etkiliyorsa, modernizasyon teorilerinde de her türlü akışın artması topluluk-oluşturucu zemini yeşertir. Deutsch’un entegrasyon üzerine sibernetikten etkilenmiş “iletişim teorisi”ne göre, gruplar arasında ticari, sosyal, kültürel alışveriş arada ortak bir aidiyet duygusu oluşturur. İnsanların bilgi paylaşmalarıyla ortak alışkanlıklar ve hafızalar yaratılır. Güven duygusunun gelişimiyle bir “biz” oluşur. Bu biz içinde artık savaş söz konusu olamaz. Bu nedenle bunlara “güvenlik toplulukları” ismini vermişti. Deutsch, dünyadaki entegrasyon çabalarını -zamanının davranışcı, yapısal-işlevselci ekolleri gibi- kantitatif olarak ele almaya çalışıyor, temasın boyutlarını ölçmeye çalışıyordu: ticaret hacmi, posta iletişimi, telefon ağları, turizm, göç, çeviri faaliyetleri vb. Temel anlayışı ulus-devlet formunun insan topluluklarını dar bir kafese sokmaması, bilgi ve geri-dönümü (feedback) kısıtlayarak entropiye yol açmamasıydı. Sosyal bilim açısından eleştirilebilecek yönlerinin yanısıra, Marksizmle pek de uyuşmayan birçok yanı kolaylıkla gösterilebilirdi. Örneğin güç ve sınıf ilişkilerini ele almıyor, çatışma yerine stabilite ve dengeyi önemsiyordu. Ayrıca mesajın hacmine baktığı kadar, içeriğiyle ilgilenmiyordu. Diğer modernizasyon teorileri gibi, etnisitenin rolünü bir kenara bırakmıştı (Connor, 1972). Peki, temaslar yakınlık yerine düşmanlık yaratıyorsa? Yukarıda bahsettiğimiz gibi Doğu Almanlar ülkelerine akın eden Polonyalılardan ilk anda pek haz etmemişti. Kısıtlı kaynaklar üzerinde artan baskı, bu tür durumlar yaratabiliyordu. Bu durumu fazla genelleştirebileceğimizi sanmıyorum; aksi bir durum, Marksizmin de paylaştığı insan ilişkilerine iyimser bakış açısını yadsımak anlamına gelecektir. Sonuçta topluluk inşa edici yolda bu temasların sıklığını arttırmayı sağlamak, atılması gereken adım gibi görünüyor. Ek olarak bu, Bauer’in ulus oluşumu teorisine de yakındır: iletişimin kurucu rolüne verdikleri önem benzeşir(37). Bir diğer ünlü Çek tarihçi ve ulusalcılık otoritesi M. Hrosch (2012), Deutsch’un kendi üzerindeki etkisinden bahsedip, Doğu Avrupa’daki entegrasyon deneyimindeki zayıflıkları onun üzerinden görebileceğimizi söylüyor. Deutsch üzerinde bu denli durmamım sebebi, COMECON’da bilgi akışı önündeki engelleri vurgulamak, atılmayan adımların güven duygusunun tesisinde önemli rolü olabileceğini belirtmek içindir. Ulusalcılığın aşılması için asıl kritik nokta olan kitleler arası etkileşimin arttırılması için işlevselci adımlar atılabilirdi. Oysa üst düzey yön vericiler olarak parti liderlerinin böyle şeylerle uğraştığı yoktu. Parti toplantılarında, söylevlerinde kullandıkları temenni mesajları ve sloganlar yeterli kalıyordu. Ancak sinyal gelirse inisiyatif alıyorlardı.


Bu aşamada, öne sürülecek itiraz muhtemelen sosyalist devletler arası ilişkilerde egemenlik devrinde bu denli ileri gitmenin gerekli olmayacağı, enternasyonalizmin bunu içermesinin gerekmediği ve çoğu durumda ulusalcılıktan ayrı olarak yurtseverliğin pozitif değerlerinin benimsenmesi gerekeceğine dair anlayıştır. Buna göre ulus ya da ona yakın olarak ortak dil toplulukları, siyasi-ekonomik birliktelikler olarak sosyalist aşamada en geçerli birimdir. Marksistler adına, bunun kısmen doğru kabul edileceğine katılıyorum. Ancak bunun için enternasyonalizmden ne anladığımıza kısaca değinmek gerekir. 


Öncelikle kozmopolitizmden başlamak daha kolay olacak. Farklı görüngülerinin ortak noktası, en temel anlamıyla kozmopolitizm ahlaki yükümlülükte önceliğin insana, insan türüne, evrenselliğe verilmesidir. Bu, her durumda ulus düşüncesinin dışlamasını gerektirmese de öncelik evrensel olanındır(38). Bu ahlaki tutum yanında, bir de mobilite açısından farklı sınıfsal kozmopolitizmler ayırt edilebilir. Marx ve Engels’in yazılarında, üst sınıfların kozmopolitizmlerine yaptıkları birçok “olumsuz” atıf bulunabileceği gibi, kültürel kozmopolitizme “olumlu” bir anlamda yaklaştıkları da görülecektir (Achcar, 2013). Marx’ta 1848 öncesi bunun bilakis belirgin olduğunu, daha sonra yerini enter-nasyonalizme bıraktığını ilk kısımda söylemiştim. Ancak bu enternasyonalizm, liberal enternasyonalizmden farklı olarak, kritik bir fazlalığa sahiptir. Fazlalığı nedeniyledir ki çoğu zaman sosyalist enternasyonalizm, kozmopolitizmle yer değişmeli olarak aynı anlamda kullanılagelmiştir.  Liberal enternasyonalizm ulusal birimleri doğal ve sabit kabul edip diğerlerinin egemenliğine müdahaleden sakınma üzerine kuruluyken, devrimci enternasyonalizm bu birimlerin aşılması yolunda birbirleriyle elinden geldiğince dayanışma yükümlülüğü getirir; devrim sınır tanımaz, yayılmalıdır. Devrimci enternasyonalizm onlarınki gibi bir işbirliği, karşılıklı bağımlılıkla yetinemez. Halliday (1988) bu farklılığı belirtirken, bir uluslararası ilişkiler uzmanı olarak, bu yükü halen fazla-devlet merkezli biçimde düşünmektedir. Devletlerin aşılma hedefini, bugünün politikasının yarının tek dünya birliği referansıyla yapıldığını; devletleri birer tabu haline getirmiş sosyalist ülkeler pratiğine bakarak belki fazla ütopik bulmaktadır. Marx’ta hem kozmopolitizmin hem de enternasyonalizmin bir arada bulunuşu; bir yanda ahlaki idealleri bir kenara bırakıp bilimsel bir dünya görüşü ortaya çıkarma arzusu ve bunun getirdiği realizm, diğer yanda yadsınamaz bir kozmopolit ethosun varlığı ortadaki karışıklığın sebebidir.


Kanaatimce, Marx’ın ardıllarının onun evrenselliğini nasıl anladıklarını göstermeye çalıştığım gibi, evrensellik anlayışı Marksizmin ayrılmaz bir yönüdür. Klasik olarak Marksist öğretinin en yalın şekilde popüler hale sokulduğu Buharin’in (1920, 1922) “Komünizmin Abecesi”nde ve onun NEP öncesi savunduğu fikirlerde, tüm bu evrensellik boyutunu, anarşiye karşı büyük-ölçekli üretimin ve örgütlenmenin savunusunu, UKKTH’na dair “sol” kuşkuyu, devrimin yayılması konusundaki idealizmi, Brest-Litovsk’un reddini görmek mümkündür. Carr’ın (1992:28) deyişiyle, bu kitapta “rejimin ilk yıllarında kavrandığı biçimiyle komünizmin amaç ve politikalarına eşsiz bir anahtar” bulunur. Carr’ın siyasetin temelinde gördüğü ütopya ile realizm arasındaki çatışmalı birlikteliği burada da görürüz. Buharin, Troçki gibi parti entelektüellerinin farklı dönemlerdeki idealizmi, Lenin, Sverdlov ve Stalin gibi parti aygıtına hakim önderlerin realizmiyle dengelenmiş veya çatışmıştı. Lenin hem Rusya’da hem de Komintern içindeki sol “çocukluk hastalığına” karşı çıkacaktı. Buharin’in düşünüşünü değerlendirirken onun diyalektiği mekanik şekilde anladığını söylemişti. Gerçekten de Buharin’in “Tarihsel Materyalizmi”, kendisi aksini iddia etse de ileride Stalinist çevrelerin suçlayacakları gibi, Bogdanov’unkine benzer bir “genel denge” sosyolojisine dayanıyordu. Tüm mesele şu yöntem meselesine varıyor: Diyalektik. Bu işine gelindiği gibi kullanılan bir hokus pokus mudur, değil midir? 



Dipnotlar:

(1) Rusçada "Sovet ekonomicheskoi vzaimopomoshchi" (SEV) olan Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi'nin bizde de yerleşmiş İngilizce kısaltması (ya da CMEA, CEMA)

(2) Örgüt ilk kez 25 Ocak'ta Pravda'da yayınlanan bir bildiriyle duyuruldu. Örgüt için ilk önerinin, Çeklerden tedarik etmek istedikleri malların kendilerine değil de Batı'ya ihraç edilmesiyle güç duruma düşen Rumen tarafından geldiği söylenmektedir. Böyle bile olsa, bu tür bir adım ancak Stalin'in yönlendirmesi veya izniyle atılmış olabilir (bak. Dragomir, 2012, 2014)

(3) CoCom, ABD'nin başını çektiği ve Japonya ile Türkiye'nin de dahilolduğu Batılı devletlerin, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine uyguladığı stratejik ambargo listelerini denetleyen komite. Avrupalı devletlerin uygulamaya pek yanaşmaması nedeniyle zamanla yumuşamıştı, ancak Reagan yönetimince tekrar sıkılaştırıldı.

(4) Yugoslavya diğer üyelerden farklı bir ekonomik model uyguladığı gibi, aynı zamanda COMECON ile ticareti de topluluk dışı bir ülke gibi konvertibil parayla ve genelde dünya fiyatları üzerinden yapıyordu. 

(5) Elbette, gözlemci ülkelerin katılımının yalnızca sembolik bir değeri vardı. Finlandiya ise örgütle anlaşma imzalayn ilk kapitalist ülkeydi. Buradaki önemi, ülkenin Sovyet ticaretinde Batı Almanya'ın ardından gelen ikinci sıradaki yerinden ve Sovyetlerin ülkeyi mümkün olduğunca kendi nüfuz alanında ve Batı entegrasyonundan uzak tutmak istemesinden kaynaklanıyordu. Ayrıca uluslararası alanda yapılan anlaşmalarla, AET'nin prestij ve etkinliğinin gerisinde kalınmadığı gösterilmek isteniyordu.

(6) Aslında 1946-48 arası Doğu Avrupa ülkeleri kendi aralarında ikili "ortak pazar" anlaşmaları imzalıyordu. Hatta 1944'ten beri Bulgarlarla Yugoslavları bir araya getirecek bir plan üzerinde çalışılmaktaydı (Tartışmadaki pürüzler, Bulgaristan'ın 6+1 olarak mı, 1+1 olarak mı birliğe katılacağı ve Makedonya'nın statüsü gibi konular üzerineydi.) Yugoslavya ile Aravutluk da ortak planlama, ortak pazar, ortak işletmeler, kur paritesini uyumlaştırma gibibaşlıkları olan bir anlaşma imzalamıştı. Ocak 1948'de Dimitrov'un Yunanaistan da dahil olmak üzere tüm Doğu Avrupa'nın birleştirilmesinden bahsetmesi Batı'da yankı uyandırdı. Ancak Stalin, kendi kontrolü dışında geliime gösteren bu tür yakınlaşmalara yeşil ışık yakmaktan vazgeçti. Hizaya çekmek için 10 Şubat'ta Moskova'da topladığı liderler önünde "dünya komünist hareketinin kendisinden sonra gelen en seçkin siması" Dimitrov'u kabaca, "sokakta önüne çıkan herkese kafasındaki her şeyi anlatan yaşlı bir kadına" benzetti: "Ne yaparsan yap bir sokak kadını gibi çarpık konuşuyorsun. Hala Komintern sekreteri imişsin gibi dünyayı şaşırtmak istiyorsun." (Claudin, 1990:251; Nation, 1996:135). Stalin'le Tito arasındaki ayrılık su yüzüne çıkınca da planlar tümüyle rafa kalktı. Böylece, Komintern'in 1920'd beri benimsediği Balkan Komünist Federasyonu fikrini yaşama geçirebilecek gelişmeler -Yunan komünistleriyle beraber- Sovyetlerin jeopolitik hesaplarına feda edilmiş oldu.  

(7) Sosyalist işbölümü, 1955 tarihli SSCB Ekonomi Politik Ders Kitabı'nda (1996:435) şöyle tarif eder: "Her ülke, güçlerini ve araçlarını kendisi için uygun doğal ve iktisadi koşulların ve aynı zamanda en iyi üretim deneyiminin ve uzmanlarının bulunduğu dalların gelişmesi üzerinde yoğunlaştırabilir. Bununla birlikte, tek tek ülkeler için, diğer ülkelerden alabileceği ürünlerin üretilmesinden kaçınma olanakları ortaya çıkmaktadır." Mao'ya (1977:102) göreyse, bu "iyi bir fikir değildir." Her ülke, hatta, eğer çok küçük değilse, her bölge, ihtiyacı olan her şeyi kendisi üretebilmelidir!

(8) Altmışlı yıllarda, iktisatçılar Mendershausen ve Holzman arasında, Sovyetlerin ticaret yoluyla Doğu Avrupa'yı sömürüp sömürmediği üzerine tartışmaya sıkça başvurulur. Çin yanlıları da, bir dönem kendi tezleri için bu verilerden yararlanmaya çalıştı. Sorunun temelinde, haliyle, hesaplama tartışmasu yatmakta. Çin'in "sosyal emperyalizm" tezlerine bir yanıt için bak. Szymanski (1979) 

(9) Stalin döneminde güney Urallar'da inşa edilen demir-çelik şehri

(10) Benzer şekilde, yüksek fırın kurmak isteyen Moğol yönetiminin isteği Kruşçev tarafından geri çevrilince, ısrarcı Moğollar bunu yıllar sonra 1980'lerin sonunda Japon yardımıyla yapmaya çalıştı (Szalontai, 2014:312). Yine Kruşcev, Arnavutların petrol sondajı için yatırım yapma isteğini fazla maliyetli bulmuş; onlardan narenciye, zeytin gibi tarım ürünleri ile turizmde yoğunlaşmalarını istemişti (Mehilli, 2017:195).

(11) "Conversations between Romanian Leader Gheorghiu-Dej and Chinese Ambassador Liu Fang, 5 June 1964 (excerpts) http://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/116568

(12) Rumenler ayrıca, Valev adında bir Rus profesörün yazdığı ve aşağı Tuna boylarında Bulgar, Rumen ve Moldova topraklarının bir kısmını kapsayan bölgede ulus-üstü planlama oluşturulmasını öneren makaleyi Kruşçev'den bir uyarı işareti olaral algılayıp Sovyetlerin niyetinin bu olduğunu yaydılar.

(13) Rumen komünistleri, II. Dünya Savaşı öncesi, şehirli ve azınlık kesimlerin görece daha fazla olduğu, Rumen kitlelerden ise yalıtık kalmış, küçük illegal bir partiydi. Komintern'in Moldova meselesinde Sovyetlerden yana tavır almış olması, kendileri için ayrı bir olumsuz durum yaratmıştı. Ancak savaş sonrası, Sovyet orduları eşliğinde pek de sağlıklı olmayan bir şekilde büyüdüler ve iktidarı aldılar. Georgiu-Dej "kozmopolit" olmakla suçladığı Ana Pauker'in Moskova menşeli kanadını, Stalin'in oluruyla, 1952'de tasfiye etti. Moskova ve müttefikleri destalinizasyon sürecine girmişken, Dej eskiye sadık kalmakta ısrar ediyordu. Devrim yoluyla iktidarı almamış olan parti, meşruiyetini giderek yoğunlaşan bir ulusalcılık üzerinden temellendiriyordu. 1960 sonrası, yoğun biçimde, sosyalizmin aslında ulus ve ulusalcılığı yok etmek hedefinde olmadığını, aksine onun halkı bir arada tutan temel irim olarak kabul ettiğine dair teorik çalışmalar ve propaganda hızlandırıldı. Sınırlar içinde sömürücüler kalmadığına göre, temel ekonomik birim sosyalist ulustu. Kapitalist şartların tersine sosyalizmde ulus-devlet ilericiydi (Braun, 1975). Fakat ne hikmetse, bu "sosyalist ulus"ta da, tıpkı kapitalist devletlerde olduğu gibi baskın etnisite şovenizmi, azınlıklara -Macarlar, Yahudiler, Bulgarlar, Çingenelere- karşı ayrımcılık parti eliyle uygulanıyordu (Chen, 2003; Korkut, 2006). 

(14) Ülkeden Sovyet askerlerini ve KGB ajanlarını çıkarmak, Sovyet-Çin çatışmasında esnek davranmak, Moğolistan'ın Varşova Paktı'na girişine iz vermemek (Dragomir, 2018), Batı Almanya'yla diplomatik ilişki kurmak, 1967'de İsrail'le olan ilişkileri kesmemek, Çekoslovakya'nın işgalini kınamak, De Gaulle ve Nixon ziyaretleri, IMF-Dünya Bankası ve GATT'a katılmak, AET'yle ilk anlaşmayı imzalamak, Los Angeles olimpiyat oyunları boykotuna katılmamak, Avrokomünizmi desteklemek gibi...

(15) Ülkelerin üretimleri hakkında verilebilecek birçok anekdot arasında, Che Guevara'nın Küba'ya gelen Doğu menşeli mallardaki standart eksikliği ve kalitesizlikten yakınmasını örnek gösterebiliriz. Çekoslovakya'nın Küba'ya 1961'de teslim ettiği 450 otobüsün üçte biri, bir yıl içinde yedek parça eksikliği ve kalitrsizlikten hurdaya çıkmış duruma gelmişti (Bortlova, 2013).

(16) Bu konuda bak. Siegelbaum (2011)

(17) Marrese'nin daha sonra itiraz veya düzeltmelere de uğrayan hesaplamalarına göre sadece yetmişli yıllarda Sovyetlerin Doğu Avrupa'yı petrol ve doğalgaz üzerinden toplam sübvanse değeri 1980 fiyatlarıyla 80 milyar dolar gibi muazzam bir miktar tutuyor. Doğu Avrupa'nın Sovyetler için bir yük haline dönüşü için bak. Bunce (1985). Doğu'nun yükünün zannedildiği kadar fazla olmadığını savunan, yakın tarihli bir karşı görüş için Spechler & Spechler (2009) 

(18) Macaristan 1976, Polonya da 1982'den sonra dünya ve yurtiçi fiyatları arasında belirli doğrudan bir bağlantı oluşturdu (Stoica, 1992). Dışa açıklığı arttıran bu adımdan, örneğin Doğu Almanya uzunca bir süre kaçınmaya, temel malların fiyatlarını sabit tutmaya çalışmıştı.

(19) Doğu Alman devletinin döviz kazanmak için yaptıklarından biri de, Stasi'nin ticari koordinasyon (KoKo) birimi üzerinden Batılı ülkelerde gizlice paravan şirketler kurup her türlü mal (sanat ve tarihi eser dahil) akım satımı, silah kaçakçılığı, teknoloji transferi, borsa spekülasyonuyla uğraşmaktı. Bu yolla ekonomiye yıllık düzenli 1,5-2 milyar mark akışın sağlandığı ve toplamda 21,5 ton altın (devlet bankasındaki rezervin baş katı) toplandığı iddia ediliyor (Dale, 1999). Birleşmenin hemen ardından ortaya çıkarılan bu skandal ve boyutları sorgulanabilir tabii. Kuzey Kore de, bir dönem, diplomat muafiyetlerini ülkeye mal temin etmek için kullanıyordu.

(20) Macar Merkez Bankası'nın dış ilişkilerinden sorumlu bürokratı Janos Fekete'nin yıllar içindeki kişisel bağlantılarının ve gizli görüşmelerinin önemli rol oynadığı görülüyor. 1966'dan beri "Yeni Ekonomik Mekanizma" adıyla birçok piyasa reformunu hayata geçirmiş Macar iltisatçılar, bu tarihten itibaren artık COMECON'da yer almanın, ülkenin dış ticarete bağlı ekonomisine zarar verdiğini Politbüro'ya verdikleri raporlarla söylemeye başlıyor ve yetmişlerin sonunda parti liderlerini ikna edebilmiş gözüküyorlardı (Germuska, 2014)

(21) Kruşçev, bir davette Batılı büyükelçilere hitaben "Sizi [toprağa, tarihe] gömeceğiz" derken de şüphesiz inanarak konuşuyordu (18 Kasım 1956) 

(22) Bu arada, Doğu Almanya için özel bir durumun altını da çizelim: Almanlar arası ikili ticarette AET'nin gümrük tarifeleri uygulanmıyordu; çünkü Federal Almanya -1972 anlaşmasına dek- Doğu'yu tanımayıp, aradaki ticareti "iç ticaret" sayılmasını AET'ye bir protokolle kabul ettirmişti. Bu durum Doğu Almanya için nispi bir avantaj yaratıyordu. Daha sonraki dönemlerde de Federal Almanya ile sınırlı kalmak laydıyla bu avantajı korundu.

(23) Örnek olarak, Yatırım Bankası, 1977'de ortak yatırımlar için %3-5 arası faizle kredi verirken, Moğolistan'da yapılacak yün fabrikası için faizi %0,5'te tutmuştu (Stone, 2008:63). Bu gibi düşük faizli krediler ve sübvansiyonlar aracılığıyla Sovyetler tek başına Küba'ya 1971-1985 döneminde 40 milyar dolara yakın kaynak sağlamıştı (Mesa-Lago, 2000:258).

(24) Elbette bu ülkeler gerçekten sosyalist bir yapılanma içinde olmuş olsalardı, Romanya'ya hak vermek durumunda kalınabilirdi. İlk örneklerden biri olarak, 1954'te Kruşçev Çinlilerden Sibirya'da çalışmak üzere işçi talep ettiğinde, Mao -biraz gücense de- gerekirse 10 milyon işçi göndermekten bahsetmişti. Sonuçta geçici olarak 200.000 işçi yollandı (Kirby, 2006:888). Çin, Moğolistan'ın gelişmesi için de -kendi isteğiyle- işçi göndermişti.

(25) Doğu Alman nüfusu 1947'de 19 milyonken, 1960'ların başında duvarın örülüşüne dek bunun (içinde eğitimli kesimin oranının yüksek olduğu) 2,6 milyonu Batı'ya kaçmıştı. Doğum teşvik edici politikalara rağmen nüfus, 1970'lerde duvarın yıkılışına dek 17 milyon civarında kaldı.

(26) Gomulka'nın şahsi tercümanı, anılarında, blok ülkelerinin bütün enternasyonalizm söylemlerine rağmen birbirlerine "yabancı" kaldıklarından bahsediyor (akt. Jowitt, 1992:178).

(27) Miktar ve yoğunluk bakımından ilk sırada gelen ulus-aşırı hareket, Esperanto ağıydı. 1937'de "komopolitizm"le suçlanıp baskılanan hareket, ancak Stalin sonrası tekrar örgütlenebilecekti (Lins, 2017). Dil politikaları açısından Kautsky, Lenin ve Gramsci tekleşme/birleşme sürecinin spontane olmasını, zorlamaya dayanmaması gerektiğini söylemişti (Carlucci, 2013:114-132). Gramsci hem İtalyan sosyalistlerinin hem de 1920'lerin başında Sovyetlerdeki deneyci kültürel ortamda revaçta olan Esperanto'ya olumsuz yaklaşmıştı.

(28) Devrimin ardından SSCB, Batılı uluslararası spor organizasyonlarından rekabetçi, sömürücü ve kapitalist oldukları gerekçesiyle çekilmişti. Sınıfsal ve kolektivist bir spor için Komintern'e bağlı "Kızıl Spor Enternasyonali" (Sportintern) oluşturulmuştu. Otuzlu yıllarda tekrar uluslararası organizasyonlara katılmaya başlandı. II. Dünya Savaşı ertesinde artık başta FIFA ve Olimpiyat Komitesi olmak üzere birçoğuna dahil olunmuştu. Savaştan sonra Sovyet ve Doğu Avrupa ülkeleri takımları dostluk maçları turlarına çıktılar. Blok ülkelerinin kendi aralarında bazı önemli müsabakalar ise -resmi kardeşlik söylemlerinin tersine- genellikle ulusalcılığın ve anti-Sovyet duyguların görünüre çıktığı kitlesel formlar halini alıyordu (Prozumenshchyikov, 2010; Edelman vd. 2014). 1956 Macaristan-SSCB su topu maçı, 1969 Çekoslovakya-SSCB buz hokeyi maçı, 1952 Yugoslavya-SSCB futbol maçı akla ilk gelen örneklerdi (Mills, 2016). Doğu Avrupa'nın öne çıkan ortaklaşa etkinliği olan "Barış Bisiklet Turu" da, entegrasyon yönündeki amacına rağmen, ülkeler arasında agresif bir rekabetçiliğe ve ulusalcılığa sahne oluyordu (Kobierecki, 2016). Kobierecki, ayrıca Sovyetlerin her konuda üstünlüğü ellerinde tutma isteğinden bahsediyor; Sovyetlerle yapılan müsabakalarda hoş gözükmeyecek olası protestoları önleyebilmek için tribünlerin parti üyeleriyle doldurulmaya çalışıldığından söz ediyor.

(29) 1960 yılında kurulan, Doğu Bloku ülkeleri ile Finlandiya'nın yayıncılar birliği

(30) SSCB, 15 Şubat 1947'de yabancılarla evlenmeyi yasaklayan bir kanun bile çıkardı. Çoğu Doğu Avrupa'da görev yapan askeri personelin yabancılarla evliliklerinin artması ve geri dönüşlerde sıkıntı yaşanması üzerine çıkarılan kanun, Stalin sonrası kaldırıldı. Benzer şekilde, 1950'de partide, Sovyetlerle diğer sosyalist ülkeler arasında bireysel mektuplaşmalarının "kontrolsüzlüğünden" yakınılıyordu (Gorsusch, 2011:30).

(31) Bu, elbette Blok  ülkeleri arasında ortak popüler kültür ikonlarının çıkmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, "Doğu'nun Sinatra'sı" olarak bilinen Çek şarkıcı Karel Gott, Doğu Blokunda olduğu kadar Almanca konuşulan Batı ülkelerinde de oldukça popüler olmuştu. Fakat bu ve benzer örneklerin varlığı, Batı'nın kültürel çekicilik noktasındaki ağırlığıyla boy ölçüşemezdi.

(32) Halkların etkileşiminden bahsederken,üzerinde durulabilecek bir diğer nokta da bölgedeki Sovyet askeri varlığı olabilir. Özellikle Doğu Almanya'da büyük sayılara ulaşan bir Sovyet askeri varlığı -her ne kadar sivil halkla temasları önemli ölçüde kısıtlanmış olsa da- ayrı bir iletişim ve de kıyaslama kanalıydı. Bunlar, kimine göre yoldaş, kimine göre de işgalci bir varlık olarak görülebiliyordu. 

(33) Polonya, 1978'de Doğu Almanya ile füze satışı için anlaşır. Teslimat geciktiği için sıkıştıran Almanlara sorun çıktığı söylenir. Halbuki füzeler, dolar üzerinden almayı kabul eden Libya'ya çoktan satılmıştır. Dolar, dayanışmadan çok daha önemlidir (Gasztold-Sen, 2016).

(34) Oranlar, ülkelerin resmi oranlarıdır. Hesaplama farklılıkları bir yana, CIA ya da daha yansız araştırmacıların rakamları daha düşük artış oranlarına işaret eder. Trendi görmek içinse elverişlidir.

(35) Sovyetler -ortada diğer rakiplerinden gelebilecek belirgin ve büyük çaplı bir emperyal amaç gözükmüyorken- bu tür bir müdahale kararı alırken, petrolün getirdiği özgüven ve ataklıktan mı cesaret almıştı yoksa sistemdeki zayıflıkların farkına varan Brejnev yönetimi durumu lehine çevirmek için son bir büyük hamle yapma ihtiyacıyla mı buna girişmişti? (Brown,2013)

(36) Ülke içindeki dengesizliklerine karşı, örneğin Orta Asya'da varolan nüfus artışının diğer bölgelere kaydırılması yönünde teşviklerin başarısız olduğunu söylebiliriz. Orta Asya cumhuriyetlerindeki özellikle Müslüman nüfusun diğer bölgeler iş, eğitim, yerleşme vs. nedenlerle göçü sınırlı kalıyordu. Diğer cumhuriyetlere yayılma noktasında Ermeniler daha öndeydi. Nüfusun %80'i genelde kendi cumhuriyetlerinde yaşamayı tercih ediyordu (Kemp, 1998:118). Fakat, birliğe "katıldıkları" 1945'te, nüfusun %94'ünün Estonyalı, %80'inin Letonyalı olduğu, nispeten daha zengin Baltık cumhuriyetlerinde bu oranlar, artan ağırlıklı Rus göçüyle 1989'da sırasıyla %62 ve %52'ye -başkent Riga'da %36'ya- düştü. Yerel parti liderleri, bu gelişmelerden rahatsızdı.

(37) Çek göçmeni olan Deutsch (1980:325) okudukları arasında Bauer'i de zikreder. Ayrıca, annesi 1920-25 yılları arasında Çekoslovakya meclisinde sosyal demokrat bir milletvekili olduğuna göre, Deutsch'un gençliğinde sosyal demokrat kültür içinde yetişmesi, Bauer ve diğerlerinin düşünceleriyle tanışmış olması gerekir (Stullerova, 2014:323).

(38) Bir ara not olarak bizim toplumumuzda bunun ne şekilde ele alındığına değinmek istiyorum. Kozmopolitizme, "Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" demiş T. Fikret ve H. Ali Yücel'in hümanizm örnekleri verilebilir. Mardin'e (1990:141-2) göre, Osmanlı-Türk toplumunda en olumsuz tepki çeken radikalizm türü "insanın temel sorumluluğunun, içinde yaşadığı sosyal-siyasal birimden çok ideal bir 'insanlığa' karşı olduğunu savunan türüdür." Bektaşiliğe karşı gösterilen tepkinin altında bunun yattığını söyler. Serveti Fünun'a gösterilen tepki de buna benzer. (H.Kıvılcımlı'nın da T. Fikret'i kozmopolitizm üzerinden eleştirdiğini ekleyelim.) Gayrımilli ve gavur olan sevilmez. Türk sağında "insanlık" kavramına karşı derin bir düşmanlık yatar. Ağızlarındaki masonluk söyleminde olduğu gibi, "beynelmilelci" komünizme biraz da bunun için karşıdırlar. Ö. Seyfettin, kavramları karışık kullanıp hepsini bir veba olarak lanetlerken, Z. Gökalp daha dikkatlidir. "Beynelmileliyetçiliğe gelince, bu tamamen kozmopolitliğin zıttıdır... Türkçülük kozmopolitlikle itilaf edemez. Hiç bir Türkçü kozmopolit olamadığı gibi, hiç bir kozmopolit de Türkçü olamaz. Fakat, Türkçülükle beynelmileliyetçilik arasında, itilafa mani hiç bir zıddiyet yoktur. Her Türkçü aynı zamanda beynemileliyetçidir." Fakat Gökalp'in Durkheim okumalarında atladığı bir yer vardı. Durkheim, genel eğilimin, toplum büyüdükçe, ahlaki idealin insanın anlık çevresi yerine giderek daha geniş insan topluluklara ve nihayetinde tüm insanlığa, soyut bir insanlık idealine ulaşacağını söylemişti. Durkheim'ın bu konudaki iyimserliğini ise H. Bergson paylaşmıyordu. İnsanlık genelde kapalı toplum/ahlak şeklinde örgütleniyordu. Kozmopolit, açık topluma yönelik evrenselci çekimler modern devlet çıkarkarıyla çatışmaya girdiğinde, bu devlet, toplumu savunmak adına geniş insani değerlerden uzaklaşmakta pek az tereddüt edecekti.


KAYNAKÇA

Achcar, G. (2013) Marxism, Orientalism, Cosmopolitanism, London: Saqi Books

Alamgir, A.K. (2014) “Socialist Internationalism At Work: Changes in the Czechoslovak- Vietnamese Labor Exchange Programme, 1967-1989”, State University of New Jersey sosyoloji doktora tezi

Apostolova, R. (2017) "Duty and Debt under the Ethos of Internationalism: The Case of the Vietnamese Workers in Bulgaria" Journal of Vietnamese Studies, 12(1):101-125

Ban, C. (2012) “Sovereign Debt, Austerity and Regime Change: The Case of Nicolae Ceausescu’s Romania” East European Politics and Societies and Cultures, 26(4):743-766

Berki, R.N. (1971) “On Marxian Thought and the Problem of International Relations" World Politics,             24(1):80-105

Binns, C.A.P. (1978) “From USE to EEC: The Soviet Analysis of European Integration Under Capitalism” Soviet Studies, 30(2):237-261

Bortlova, H.V. (2013) "Czech Tractors, Cuban Oranges: Economic Relations between Socialist                     Czechoslovakia and Revolutionary Cuba" Central European Journal for International Security             Studies, 7(3):54-71

Braun, A. (1975) “Socialist Conceptions of Sovereignty: The Case for Romania” Journal of International Law, 7(2):169-197

Brown, J.D.J. (2013) “Oil Fueled? The Soviet Invasion of Afghanistan” Post-Soviet Affairs, 29(1):56-94

Buharin, N. (1920) Programme of World Revolution, Glasgow: Socialist Labour Press

Buharin, N. & E. Preobrazhensky (1922) The ABC of Communism, çev.: E. & C. Paul, The Communist Party of Great Britain

Bunce, V. (1985) “The Empire Strikes Back: The Evolution of Eastern Bloc from a Soviet Asset to a Soviet Liability” International Organization, 39(1):1-46

Carlucci, A. (2013) Gramsci and Languages: unification, diversity, hegemony, Leiden: Brill

Carr, E.H. (1992) “Önsöz” N. Buharin & Y. Preobrajenskiy, Komünizmin Abecesi, çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları

Chen, C. (2003) “The Roots of Illiberal Nationalism in Romania: A Historical Institutionalist Analysis         of the Leninist Legacy” East European Politics and Societies, 17:166-201

Chiang, J. (1990) “Management of Technology in Centrally Planned Economy” M.I.T. Alfred P. Sloan School of Management, Working Paper, February 1990

Claudin, F. (1990) Komintern’den Kominform’a Komünist Hareket: Cilt II, Stalinizmin Doğuşu, çev.: Yavuz Alogan, İstanbul: Belge Yayınları

Cockshott, W.P. & A. Cottrell (1993) Towards a New Socialism, Nottingham: Russell Press

Coker, C. (1981) “Adventurism and Pragmatism: The Soviet Union, Comecon and Relations with African States” International Affairs, 57(4):618-633

COMECON DATA 1989 (1990) The Vienna Institute for Comparative Economic Studies, London: Macmillan

Connor, W. (1972) “Nation-Building or Nation-Destroying?” World Politics, 24(3):319-355

Dale, G. (1999) “The East German Revolution of 1989” University of Manchester, Deparment of Goverment doktora tezi

Deutsch, K. (1980) “A Voyage of the Mind, 1930-1980” Government and Opposition, s.323-345

Dragomir, E. (2012) “The Formation of the Soviet Bloc’s Council for Mutual Economic Assistance” Journal of Cold War Studies, 14(1):34-47

Dragomir, E. (2014) “The creation for Council for Mutual Economic Assistance as seen from Romanian archives” Historical Research, 88(240):355-37

Dragomir, E. (2018) “Romania Blocks Mongolia’s Accession to the WarsawTreaty Organization: The         Roots of Romania’s Involvement in the Sino-Soviet Dispute”, P.E. Muehlenbeck & N. Telepneva         (der.) Warsaw Pact Intervention in the Third World, London: I.B. Tauris

Edelman, R. vd. (2014) “Sport Under Communism” S.A. Smith (der.) The Oxford Handbook of History of Communism, Oxford: Oxford University Press

Gasztold-Seń, P. (2016) "Between Non-Refundable Aid and Economic Profits: Export of Arms from the Polish People’s Republic’s to the Third World Countries" Post-1945 Poland, Programme on             Modern Poland Working Papers, 2016

Germuska, P. (2014) “Failed Eastern integration and a partly successful opening up to the West: the economic re-orientation of Hungary during the 1970s” European Review of History, 21(2):271–291

Godard, S. (2018) “The Council for Mutual Economic Assistance and the Failed Coordination of Planning in the Socialist Bloc in the 1960s” C. Michel vd., Planning in Cold War Europe: Competition, Cooperation, Circulations 1950s-1970s, De Gruyter, s.187-210 

Gorsuch, A.E. (2011) All This is Your World: Soviet Tourism at Home and Abroad after Stalin, Oxford: Oxford University Press 

Halliday, F. (1988) “Three Concepts of Internationalism” International Affairs, 64(2):187-198

Honecher, E. (1995) Moabit Hapishanesi Notları, çev: İrfan Cüre, İstanbul: Yazın Dergisi Yayınları

Hroch, M. (2012) “Three Encounters with Karl W. Deutsch” Czech Sociological Review, 48(6):1115-            1129

Jowitt, K. (1992) New World Disorder: The Leninist Extinction, Berkeley: University of California Press

Kähönen, A. (2014) “Optimal Planning, Optimal Economy, Optimal Life? The Kosygin Reforms 1965-1972” K. Miklóssy & M. Ilic (der.) Competition in Socialist Society, London: Routledge

Kansikas, S. (2014) “Acknowledging economic realities. The CMEA policy change vis-à-vis the European Community, 1970–3” European Review of History, 21(2):311-328

Kaser, M. (1965) COMECON: Integration Problems of the Planned Economies, London: Oxford University Press

Keck-Szajbel, M. (2012) "Shop Around the Bloc: Trader Tourism and Its Discontents on the East German-Polish Border”, P. Bren & M. Neuburger (der.) Communism Unwrapped: Consumption            in Cold War Eastern Europe, Oxford: Oxford University Press

Kemp, W.A. (1998) Nationalism and Communism in Eastern Europe and the Soviet Union, A Basic Contradiction? London: Palgrave Macmillan

Kirby, W.C. (2006) “China’s Internationalization in the Early People’s Republic: Dreams of a Socialist         World Economy” The China Quarterly, 870-890

Kobierecki M.M. (2016) “Sport as a Tool for Strengthening a Political Alliance: The Case of the Eastern Bloc during the Cold War” The Polish Quarterly of International Affairs, 2:7-24

Köklü, M. (1991) Romanya’da Karşı-Devrim, Yön Matbaacılık

Korkut, U. (2006) “Nationalism versus Internationalism: The Roles of Political and Cultural Elites in             Interwar and Communist Romania” Nationalities Papers, 34(2):131-155

Lebowitz, M. (2011) Sosyalist Alternatif: Gerçek İnsani Gelişim, çev.: E.B. Eratalay, İstanbul: Yordam Kitap

Levcik, F. & S.H. Westphal (1977) “Migration and Employment of Foreign Workers in COMECON Countries and Their Problems” Eastern European Economics, 16(1):3-33

Lins, U. (2017) Dangerous Language: Esperanto and the Decline of Stalinism, London: Palgrave Macmillan

Lohr, E. (2012) Russian Citizenship: From Empire to Soviet Union, Cambridge: Harvard University Press

Lüthi, L.M. (2017) “Drifting Apart: Soviet Energy and the Cohesion of the Communist Bloc in the                 1970s and 1980s” J. Perovic (der.) Cold War Energy: A Transnational History of Soviet Oil and             Gas, Cham: Palgrave Macmillan

Maier, C.S. (1997) Dissolution: The Crisis of Communism and the End of East Germany, Princeton: Princeton University Press

Mandel, E. (1987) “Geçiş Dönemi Ekonomisi” 11. Tez, 8:99-126

Mardin, Ş. (1990) “Siyasal Sözlüğümüzün Özellikleri 2 -‘Solcu’”, Ş. Mardin, Siyasal ve Sosyal Bilimler, İstanbul: İletişim Yayınları

Mao Tsetung (1977) A Critique of Soviet Economics, çev.: M. Roberts, New York: Monthly Review Press

Marrese, M. (1986) “CMEA: Effective but Cumbersome Political Economy” International Organization, 40(2):287-327

Marsh, P. (1976) “The Integration Process in Eastern Europe, 1968 to 1975” Journal of Common Market Studies, 14(4):311-336

Mehilli, E. (2017) From Stalin to Mao: Albania and the Socialist World, Ithaca: Cornell University Press

Mesa-Lago, C. (2000) Market, Socialist and Mixed Economies, Baltimore: The Johns Hopkins University Press

Mills, R. (2016) “Cold War Football: Soviet Defence and Yugoslav Attack following the Tito-Stalin Split of 1948” Europe-Asia Studies, 68(10):1736-1758

Minnerup, G. (1990) “Doğu Almanya’nın Donmuş Devrimi” R. Zarakolu (der.) Doğu Avrupa Dosyası,         İstanbul: Alan Yayıncılık

Nation, R.C. (1996) “A Balkan Union? Southeastern Europe in Soviet Security Policy, 1944-8” F. Gori vd., The Soviet Union and Europe in the Cold War, 1943-53, London: Palgrave Macmillan

Pazarcı, H. (1972) “COMECON (Hukuksal Yönü)” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 27(3):217-255

Perez-Lopez, J. & S. Diaz-Briquets (1990) "Labor Migration and Offshore Assembly in the Socialist             World: The Cuban Experience" Population and Development Review, 16(2):273-299

Prozumenshchikov, M. (2010) “Sports as a Mirror of Eastern Europe’s Crises” Russian Studies in History, 49(2):51-93

Reisinger, W.M. (1990) “The International Regime of Soviet-East European Economic Relations” Slavic Review, 49(4):554-567

Savran, S. (1991) “‘Piyasa Sosyalizmi’nin Yükselişi ve Düşüşü” 11. Tez, 11:9-56

Schaefer, H.W. (1972) COMECON and Politics of Integration, New York: Praeger Publishers

Siegelbaum, L.H. (der.) (2011) The Socialist Car: Automobility in Eastern Bloc, Ithaca: Cornell University Press

Spechler, D.R. & M. Spechler (2009) “A Reassessment of the Burden of Eastern Europe on the USSR” Europe-Asia Studies, 61(9):1645-1657 

SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi (1996) Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt: II, İstanbul:             İnter Yayınları

Stoica, C. (1992) “The CMEA Trade Agreements and Their Effects on Eastern European Foreign Trade 1960-1990” Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü, yayınlanmamış yüksek lisans tezi

Stone, D.R. (2008) “CMEA’s International Investment Bank and the Crisis of Developed Socialism”             Journal of Cold War Studies, 10(3):48-77

Stullerova, K. (2014) “In the footsteps of Karl Deutsch: On nationalism, self-determination and international relations” International Relations, 28(3):313-332

Syzmanski, A. (1979) Is the Red Flag Flying: The Political Economy of Soviet Union, London: Zed Press

Szatonlai, B. (2014) “Political and Economic Relations Between Communist States” S.A. Smith (der.) The Oxford Handbook of History of Communism, Oxford: Oxford University Press

Vonyo, T. & A. Klein (2019) “Why did socialist economies fail? The role of factor inputs reconsidered” Economic History Review, 72(1):317-45

Wilczynski, J. (1974) Technology in COMECON, London: Palgrave Macmillan

Wiles, P.J.D. (1968) Communist International Economics, New York: Praeger

Zatlin, J.R. (2007) “Scarcity and Resentment: Economic Sources of Xenophobia in the GDR, 1971– 1989" Central European History, 40(4):683-720

Zimmerman, W. (1978) “Dependency Theory and the Soviet-East European Hierarchial System: Initial Tests” Slavic Review, 37(4):604-623

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder