29 Eylül 2020 Salı

Karabağ ve Komünistler 1920

 



Karabağ (Ermenilerin kabulüyle Artsakh) Çarlık Rusya’sında bir idari bölgeydi. Dağlık taraflarında Ermeniler çoğunlukta iken daha aşağı taraflarında Müslümanlar çoğunluktaydı. I. Dünya Savaşı sonrası Çarlığın ortadan kalkmasıyla 26 Mayıs 1918’de Gürcistan ve Ermenistan, 28 Mayıs’ta da Azerbaycan Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti. Kendi aralarındaki sınır anlaşmazlıklarını görüşmeler yoluyla gidermek isteseler de, bir süre sonra Ermenilerle Osmanlı-Azeri birlikleri Karabağ için çarpışmaya başladılar. 22 Ağustos 1919’da bölge Ermenilerinin meclisi ile Bakü’deki Müsavat hükümeti bir anlaşmaya varıldı. Karabağ Azerbaycan’da kalmakla beraber, bölgeye ayrıntılı bir kültürel özerklik veriliyordu. Fakat 1920 Şubat’ında Azerilerin Şusa’ya girmesiyle çatışmalar yeniden başlıyordu.

Bu sırada, Ankara hükümetinin de yardımıyla 11. Kızıl Ordu fazla direniş görmeden 28 Nisan’da Bakü’ye girdi ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Kızıl Ordu birlikleri Mayıs ayında Karabağ’a girdiklerinde önlerinde çözülmesi gereken bir sorun buluyordu. Çatışan iki taraf arasında, örneğin Milletler Halk Komiseri Stalin, Azeri tarafının desteklenmesinden yana. Yine, kendisi de Ermeni olan A. Mikoyan, Lenin’e yazdığı bir mektupta Karabağ’ın Erivan’dan çok Bakü’yle bağları olduğunu söylüyordu. (Bu iki isim, Ermeniler arasında günümüze kadar pek sevilen isimler olamıyor bu yüzden). 

Ermeni tarafına daha sıcak bakan başka bir isim var: Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin. 10 Ağustos’ta Sovyetler ile Ermenistan’ın Taşnak hükümeti bir anlaşma imzaladılar. Çiçerin’in etkisiyle Azerilere danışılmadan yapılan bu anlaşmaya göre, “tartışmalı topraklar”la ilgili nihai çözümün barışçıl görüşmelere bırakacağından bahsediliyordu. Karabağ’ın statüsünü “tartışmalı” gösteren bu durumu yaratan Çiçerin ve yardımcısı Ermeni Levon Karahan’a Azeriler tepki gösterdiler. Azeri KP’den Neriman Nerimanov, Lenin’e şikayette bulunup, bu adımla Azeri halkının güveninin kaybolabileceğinden bahsediyordu. 

Anlaşma tam da Sevr Antlaşması gününe denk getirilmişti. Çiçerin bu noktada Ermenileri fazla İtilaf devletleri hizasına girmekten alıkoymaya çalışıyordu. Çiçerin ayrıca Ermenistan’la yakınlaşmadan niçin rahatsız olunduğunu sorgulayarak Türklerin düşmanca bir tutum takınması durumunda Ermenistan’ın aralarında bir bariyer olabileceğini söylüyordu[1]. Çiçerin’in sık sık Doğu Anadolu’da Türklerin elindeki toprakların Ermenilere geri verilmesini istemesi ise Stalin’in pek hoş görmediği bir konuydu.

 (Çiçerin ve Karahan)


1920 sonlarında bir yanda Kazım Karabekir batıda Ermenileri geriletirken, diğer taraftan da Kızıl Ordu Erivan’a doğru ilerliyordu. Taşnak hükümetin Türkler karşısında hezimete uğrayıp Gümrü Anlaşmasını imzalamaya mecbur kaldığı 3 Aralık’tan iki gün sonra Erivan’da Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Yeni kurulan devleti kutlayan Azerbaycan hükümeti başkanı Nerimanov; Zengezur, Nahçıvan ve Karabağ illerinin Ermenistan’a devrini kabul ettiklerini deklare etti. S. Orconikidze’nin Moskova’ya ilettiği bu haber birkaç gün içinde Pravda’yla dünyaya duyurulacaktı. Stalin bunu milletler arası düşmanlığın sonu olarak selamlıyordu.

(Nerimanov)

Fakat bu durum uzun sürmedi. Azerilerin baskıları ve 16 Mart 1921’de Ankara ile yapılan Moskova Antlaşması ile önce Nahçıvan’ın Azerbaycan’a bağlı otonom bir bölge olarak kalacağı, başka herhangi bir devlete bağlanamayacağı kayıt altına alındı. Karabağ için de hem Ermeniler hem de Azeriler hak iddia etmeyi sürdürüyordu. Temmuz 1921’de Stalin’in de katıldığı (fakat oy kullanmadığı) Kavbüro (RKP(b)’nin Kafkas örgütü) toplantısında Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasına karar verilmişken (S. Orconikidze ve S. Kirov gibi isimler bu yönde oy kullanıyor); iki gün sonraki toplantıda önceki karardan vazgeçilip, durumun daha fazla incelenmesi kararlaştırıldı. Ermeniler, bu değişikliği Stalin faktörüyle açıklamayı tercih ediyorlar. 

Gerçekten de Bolşevikler açısından gerek petrolü gerek de konumu itibariyle Azerbaycan daha stratejik durumdaydı; Türkiye, İran ve Orta Asya’daki stratejiler açısından daha hayatiydi. Ermeniler ise daha güçsüzken, Taşnakların geçmişteki politikaları ve halen süren isyanları ayrı bir olumsuz faktördü. En nihayetinde, 7 Temmuz 1923’te Karabağ, Azerbaycan’a bağlı otonom bir bölge (oblast) yapıldı. Karar özellikle Ermenileri hiç tatmin etmedi. 1979’da 37 bin Azeriye karşılık 123 bin Ermeni’nin yaşadığı bölgenin, hele SSCB’nin dağılma sürecinde, Azerbaycan’a bağlı kalmasını kabul etmediler.



[1]  Ankara hükümetinin motivasyonu konusunda güvensizlik duyulmaktadır. İki ülke arasındaki yakınlaşma “dostluk ve kardeşlik”ten çok pragmatik çıkarlara dayanmaktadır. http://www.abstraktdergi.net/bolsevik-kemalist-dostlugu-ve-kardesligi-ne-olcude-gercekti/

Çiçerin için bkn. Telli Korkmaz (2016) "Türk-Sovyet İlişkilerinde G.V. Çiçerin ve Ermeni Meselesi" Belleten, 80(288):619-638  https://dergipark.org.tr/en/pub/ttkbelleten/issue/52455/688026 

15 Eylül 2020 Salı

Vatansızların Vatan Savunması

[ Teori ve Politika websitesi, 2019 ]



Orhan Koçak, bir süredir Birikim web sitesinde “kozmopolitizm”, “enternasyonalizm” gibi kavramların solcular arasında nasıl anlaşıldığına, bunların “ulus-devlet” ve milliyetçilikle ilişkisine dair kısa, aydınlatıcı yazılar kaleme alıyor. Satır aralarında tartışma yaratacak, kimi keskin sözler bulunsa da, modern sosyalizmin enternasyonalizm teori ve pratiğinin olumsuz anlamda ulus-devlet sınırları arasında hapsolduğu şeklindeki görüşüne katılmamak mümkün değil. Son yazısında da işçi hareketlerinin 1871 sonrası milliyetçileşmesi olgusundan bahsediyor. Hobsbawm (1993:148) şöyle yazmış:

“Gerçekten de tarihçiler arasında genel bir kural sayılan görüş şudur: Sosyalist enternasyonalizmin sığlığının su yüzüne çıktığı 1914'teki savaşın patlak vermesinin ve 1918'den sonraki barış anlaşmalarında ‘milliyet ilkesi’nin ezici zaferinin kanıtladığı üzere, bu dönemde kitlesel milliyetçilik, rakip ideolojilere, bilhassa sınıf esasına dayalı sosyalizme karşı büyük zafer kazanmıştı.”

Bu kendine benzetme zaferi üzerine incelemelerde genelde II. Enternasyonal döneminin Alman ve Rus sosyal demokratları, Avusturya Marksistleriyle Rosa Luxemburg arasındaki tartışmalar öne çıkar. Herkesin gözünün üzerinde olduğu büyük parti Almanya Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) millileşme süreci elbette döneme rengini verir. Koçak’ın eklediği gibi, “Radara daha seyrek giren bir olguysa 1870’li yıllara gelindiğinde Fransa’da yabancı düşmanı bir işçi hareketinin çoktan şekillenmiş olduğudur.” Koçak, elbette hareketin ‒baskın veya nüve‒ bir parçasından, bir eğilimden söz ediyor; bütün bir işçi hareketinin bundan malul olduğunu söyleyecek değil[i]. Bununla birlikte, hareket içindeki birkaç ismi ve partiyi, onların bu dalgaya karşı duruşunu not etmeden geçersek, büyük haksızlık olacağını düşünüyorum. Bu isimler, Fransız Marksizminin başlangıcını oluşturdukları söylenen Jules Guesde (1845-1922) ve Marx’ın damadı Paul Lafargue’dır (1842-1911).

Guesde, Lafargue ve kurucusu oldukları Parti Ouvrier Français (POF) [“Fransa” takısını sonradan alıyor]; Marksizm ile milliyetçilik arasındaki ilişkiyi inceleyen o koca literatürde pek yer bulmaz. Bunun nedeni, birincisi partinin nispeten ufak oluşu, ikincisi Guesde ve Lafargue’ın teorik-pratik katkılarının özgün, ilgiye değer bulunmayıp önemsenmeyişi olabilir. Zaten çoğu durumda, papağan gibi birbirini tekrar edercesine ve pek örneklendirmeden, POF’un “vülger” Marksizminden söz edilir[ii]. Bu, herhalde, Marx’ın ünlü “Ben Marksist değilim!” mealindeki sözünün muhatabının Guesde ve Lafargue olmasının getirdiği kolaycılığa kaçma durumu olsa gerek. Marx ve Engels’in şikayeti, doktrinlerinin şematik ve sofuca katı şekilde anlaşılması, Fransa’nın özgün koşullarına göre uyarlanamaması, diğer partilere karşı siyasette sekter tutum konularında yatıyordu. Kişisel durumlar da var: Lafargue’ın hatipliği beğenilmiyor, ülkeyi fazla dolaşıp parlamentoyu ihmal etmesi eleştiriliyor, ikilinin liderliği Bakunin’e benzetiliyor vb. (Bernstein, 1940) Ama bunlar, her zaman olan bir şey değildi; Marx ve Engels’in, teorisyen özelliği daha ön planda olan Lafargue’ı çoğu kez takdir etmesinde şaşılacak bir durum yoktu.

Sonuçta parti tarihine bakanlar, parti liderlerini, Marksizmin sınıfla buluşturulma ölçüsüne göre değil de sanki bir Marksolog gibi yalnız “teori”ye yaptıkları katkıyla değerlendiriyorlar. Dönem üzerine iki kitabı bulunan Robert Stuart (1992, 2006) ile Lafargue’ın biyografisini yazan Derfler (1998) bu ikinci el hükümlere itiraz ediyorlar; Guesde ve partisinin diğer sosyalist akımlarla olan polemiklerinde ve özellikle Kuzey bölgelerde işçi sınıfı içindeki faaliyetiyle Marksist sınıf anlayışını yüzyıl sonu Fransız soluna hakim kılma başarısının teslim edilmesini istiyorlar.

Guesde ve Lafargue milliyetçilik karşıtı duruşlarıyla ilginç birer figür. Bu haliyle hiçbir zaman Rosa Luxemburg’un tahtını elinden alamasalar bile, tavır alışları sosyalistlerin genelde seremonik ve sözde kalan enternasyonalizm bağlılıklarının da ötesinde duruyor. Yine de Guesde’in 1914’te “kutsal birlik” kabinesine katılmayı kabul edip “yurtsever” hizaya girmesi de, milliyetçilikle olan ilişkinin ne kadar belirsiz ve değişken olabileceğinin bir örneğini teşkil ediyor. Tabii, bu durum, 1901’den itibaren “burjuva yurtseverlik” ve militarizmi nefretle kınayıp vatana dair her şeyi reddeden, daha sonra da işi milliyetçi parti kurmaya vardıran Gustave Hervé[iii] kadar keskin olamazdı!

Komün sonrası

Paris Komününün ezilmesini izleyen baskı yıllarında işçiler önce 1876’da tekrardan kooperatifler ve 1884’ten itibaren de yasallaşan sendikalar halinde örgütlenmeye başlıyor. 1895’te CGT’nin kuruluşu ulusal ölçekte sendikaları birleştirse de ülkedeki sendikal yapılanma geleneksel olarak yerele dayalı ve aralarındaki bağlar gevşek. İdeolojik olarak, sosyalizmden çok anarko-sendikalizme bağlılar; yani Almanya’dakilerin aksine, parti kontrolünde değiller. Sosyalist hareket ise 1905’te SFIO çatısı altında birleşene dek parçalı durumda kalıyor: 1882’de Guesde liderliğinde partileşen devrimci kanat, reformların mümkün olduğunu savundukları için “mümküncüler” denilen reformist ve sınıf-uzlaşmacı kanat, genel affın ardından tekrar toplanan Blanquistler, Jaures gibi bağımsızların toplaştıkları fikir kulüpleri tarzı örgütlenmeler...[iv]

POF tam da Manifesto’da betimlenen vatansız işçi sınıfının partisine benziyordu. İnsanı emek temelli tarif eden evrenselci bir felsefi antropoloji üzerinden, her türlü partiküler kimlik absürd sayılıyordu. Vatan dünyaydı. Proletaryanın çıkarı her yerde eşti: “Sosyalistlerin bir vatanı vardır: Toplumsal devrim. Tüm sosyalistler; ulusu, ırkı ve rengi ne olursa olsun, kardeşçe birdir. Onları birleştiren en temel duygu kapitalizme ve onun ajanlarına nefrettir, adı Ferry, Bismarck, Salisbury ya da Katkoff olsun fark etmez.” Anavatanın ne demek olduğu sorulduğunda Lafargue, onu vergilerle, sınıfın üzerindeki bir “yük”le özdeş tutuyordu. Vatan bir yanlış düşünce[v], temelde bir yalandı. POF’da “yurtseverliğe” dahi çoğu zaman pek bir alan kalmıyordu. Yurtseverlik, kendini Orta ve Doğu Avrupa’daki örnekleriyle gösteren şovenizmle eş tutuluyordu. Göze ve kulağa milliyetçi gelebilecek şeylerden kaçınılıyordu. Guesde, milli bayram olarak kutlanmaya başlanan 14 Temmuz Bastille gününün amacından saptığını düşünüyordu. Alanlara Fransız üç renkli bayrağı yerine kızıl bayraklarla çıkmayı POF başlatmıştı. “La Marseillaise” yerine Enternasyonal marşı söylemeyi tercih ediyorlardı. Guesde, ilkokul kitaplarını incelediği bir yazısında, okulda işçi sınıfının genç nesillerine kapitalizm ve milliyetçilik aşılanıp uysallaştırıldığını söylüyordu.

Alsace-Lorraine’i geri almak, Almanlardan rövanşı almak gibi sözler sosyalizmle ilgisizdi. Alınacak bir rövanş varsa, bu, Komünün rövanşı olacaktı. İki ülkedeki devrimlerden sonra zaten aradaki yapay sınırlar kalkacaktı. Parti liderleri, Alman sosyal demokratlarıyla sıkça buluşuyor, onlardan maddi yardım da alıyorlardı. Aldıkları miktarı, kendi yayınlarında açıklamaktan çekinmiyorlardı. Bu tür temaslarla yardımlar, “milli” basında olumsuz şekilde geniş yer buluyordu. Öyle ki parti, her durumda, sadece sağcılar değil, Blanquistler ve Cumhuriyetçiler tarafından da dile getirilen bir Alman tezgahı ve işbirlikçisi (“Parti de l’Etranger”) ithamı altında çalışmak durumundaydı. Partinin en güçlü olduğu “kızıl” Lille’de bile, yaptıkları kongreye davet edilen Alman delegeleri korumak için polis çağırmak zorunda kalmışlardı. Fransız Marksistleri, Marksizmin Alman kökenli olduğuna dair inancı kırmakla uğraştılar ama bunu Almanlarla teması kesmekle yapmayı düşünmediler.

Fransa’da işgücü piyasasının yüzde 10’unu, çoğunluğu Belçikalı ve İtalyanlar olmak üzere, yabancı işçiler oluşturuyordu. Bu, Avrupa’daki en yüksek orandı. Fransa’nın demografik yapısı, ülkenin rakiplerine göre daha yavaş büyümesine neden olduğu halde, halk arasında yabancı düşmanlığı vakaları artıyordu. POF için “yabancı” işçi gibi bir kavram düşünülemezdi. İşçi piyasasını yabancılardan korumak için yapılmak istenen değişikliklere karşı durdular; Fransa’ya göç etme konusunda keyfi polisiye tedbirlerin kaldırılmasını, işçiyi koruyan yasaların yabancılar için de uygulanmasını istediler. Dışarıdan gelen işçilere daha düşük ücretler verilmesine karşı çıktılar. Ancak POF bile zaman zaman yabancı düşmanlığı emarelerinden masun kalamamıştı. POF’un kendi içinden bir milletvekili[vi] yabancı işçi alımının yasaklanması, ülkedekilerin de sınır dışı edilmesi için önerge bile vermişti. Yine de, benzer teklifleri Polonyalı işçilere karşı daha ırkçı dilde ve daha yoğun seslendiren Alman sendikalarla karşılaştırıldığında, POF çok masum kalıyor. Ama teoriye pek uymayan, topluluklar arası ihtilafları görmezden gelme ya da istisna sayma gibi yolları kullandıkları da doğruydu. Bu çatışmalara örnek olarak, 1893 yılında Aigues-Mortes beldesinde mevsimlik tuz toplayıcılığı yapan İtalyanlara saldıran Fransız işsizlerin, tahminlere göre 7 ila 150 kişiyi katletmesi; bir yıl sonra, İtalyan bir anarşistin Fransız cumhurbaşkanını öldürmesinin ardından ülke genelinde İtalyanlara saldırılar, ülkenin kuzeyindeki madenci bölgelerinde Belçikalı göçmenlere yapılan saldırılar gösterilebilir.

POF’un cazibesine asla kapılmadığı konu, yüzyılın revaçta olan genel, sözde-bilimsel ırkçı teorileri idi. Dreyfus davasında da hiçbir zaman anti-semitizm rüzgarına kapılmadılar. Parti, Jaures gibi bağımsızlar ve reformistlerin aksine, uzun bir süre siyasi olarak tarafsız kalmayı seçmişti. Tarafsız konumu eleştiri konusu olsa bile[vii], bu yolu bağımsız sınıf siyaseti adına seçmiş ve ırkçılıktan uzak durmuşlardı. Doğu Avrupa’daki pogromlardan Paris’e kaçan Yahudiler yoluyla, Fransız sosyalistleri, Yahudi proletaryasıyla da tanışacaktı.

Sosyalistler Fransa’nın kolonyal teşebbüslerini de kınadılar. Fransa’nın, çoğunluğu paralı askerlerden oluşan kolonyal ordularının Madagaskar’da, Cezayir’de, Meksika’da yaptıkları zalimlikleri duyurdular; günü geldiğinde bunları halka karşı da kullanmaktan çekinmeyeceklerini söylediler. Fransız ordusunun aslında iç düşmana karşı nöbet bekleyen bir kurum olduğunu söylediler. 1 Mayıs 1891’de dokuz kişinin katledildiği olayda olduğu gibi, kullanıldı da. Militarizme karşıydılar. Jaures gibi POF da profesyonel ordunun lağvedilip belli aralıklarla eğitilen ve sadece savunmayı amaçlayan halk milislerin oluşturulmasına yönelik eski anlayışı takip ediyordu.

Yüzyıl sonunda Fransa, Almanlara kıyasla gümrük vergileri konusunda oldukça geri kalmıştı. Emperyal rekabetin hızlanmasıyla dış ticarette korumacılık gündeme geldiğinde, POF Marx’ın 1848 öncesi yaptığı gibi serbest ticaretten yana tavır aldı[viii]. Gıda alanında korumacılık yalnızca yerli sermayenin işine geliyordu[ix]. Serbest ticaretin, işçi sınıfının yoksulluğunu arttırdığını biliyorlardı ama diğer yanda, korumacılık duvarı ardına saklanan ulusları da birleştiren bir yönü vardı.

1882’de doğan Fransa’nın proto-faşist Ligue des Patriotes hareketini ilkin bir avuç sadomazoşist sapkın görüp ti’ye aldılar. Alman birası satan publara, Wagner oynatan operalara “kahramanca” saldıran bu milliyetçilerle dalga geçiyorlardı. “La France aux Français!”, “Fransızlar için Fransa” sloganının “Bütün dünyanın işçileri, birleşin!” sloganının düşmanı olduğunu biliyorlardı. Marksistler için tüm sermaye hırsızlıktı, Fransız olmasına bakmıyorlardı. Fakat aşırı milliyetçilik, sola dahi sızıyordu. Bu konuda, aralarında milliyetçiliğin yaygın olduğu Blanquistler başı çekiyordu. General Boulanger’i soldan destekleyenlerin çoğu onlardan çıktı. 1888-89’da Üçüncü Cumhuriyet’in temellerini sarsabilecek Boulanger (nam-ı diğer General Rövanş) krizinde, General’in Paris halkından da destek gören milliyetçi kampanyasının bir askeri darbeye dönüşmesinden korkan Cumhuriyetçilerle reformist sosyalistler bir araya gelirken, POF agresif bir yansızlığı seçecekti. Blanquist hareket daha sonra ayrıştı ve Vaillant’ın önderliğindekiler yeni “Fransız” takısıyla beraber Marksistlere katıldılar.

Muhafazakârların kapitalizm eleştirisi, Marksizmin eleştirisine bazı yönlerden kısmen benzediğinden iki hareket arasında geçişlilik doğaldı. Proudhoncu gelenek de bu geçişliliği kolaylaştırıyordu. Maurras’ya göre “Eşitlikçi ve enternasyonalist Marksizm ile anavatanın, milletin korunması arasında karşıtlık vardır. Demokratik ve kozmopolit unsurlardan kurtulmuş bir sosyalizm, milliyetçilikle, güzel bir ele tam oturan, iyi dokunmuş bir eldiven gibi uyuşabilir”di (akt. Weber, 1962:277). Barres ve Maurras gibi milliyetçiler sosyalizmi kullanırken[x], tüm kozmopolitanizmine karşın POF da strateji olarak vatanın “asıl” sahiplerinin kendileri olduğuna dair söylemi daha fazla kullanmaya başladı. Ulus fikrini burjuvaziye ait bir ürün olarak gören Lafargue ve arkadaşları, ulusların tarihsel olarak “gereklilik” olduğunu, Fransız proletaryasının amacının güçlü bir Fransa yaratmak olduğunu söylemeye başladılar. Her seçim öncesi dozajı artan bu söylemlere, Engels bir ara müdahale etmek durumunda kalmıştı.

Savaş öncesi

SFIO ile beraber sosyalist hareket, Jaures’in saygın ve dengeleyici kontrolü altında daha belirgin biçimde reformist çizgiye kaydı. Oyları 1,5 milyonu, meclisteki sandalyeleri yüzü bulsa da artık iyiden iyiye parlamentarizme yaslanmışlardı. Burjuva hükümetler Millerand, Viviani, Briand gibi sosyalistleri kabinelere katıp, grevleri emirlerindeki orduyla kırarken; CGT’deki anarko-sendikalizm ise sosyalistlerden uzaklaşıp bağımsızlaşıyordu. Savaş tehdidine karşı asıl militan karşı duruşu, parti ile sendikalizmi bir araya getirebilecek Hervé kanadı üstlenmeye çalıştı. Lafargue da son yıllarında Hervé’ye yakınlaşmıştı. Yurt kavramının gerçekliği inkâr edilmiyor, ama yanlış ellerde sahiplenildiğinden bahsediliyordu. Provokatif afişler hazırlayan Hervé ve arkadaşları hapse atılırken; Almanya’nın hemen ardından Fransa’nın da 1913’te askerlik süresini iki yıldan üç yıla çıkarmasına karşı yapılan eylemlere verilen cezalar ağırlaştırıldı.

Dışarıda ise sosyalistler, Enternasyonal’de, savaş durumunda nasıl tepki göstereceklerinin lojistik planlamasını üzerine tartışadursun, CGT Alman sendikacıları “genel grev” için ikna etmeye çalışıyordu. Almanlar topu partiye atıp, zıt geleneklerden geldikleri CGT’nin ortak eylem çağrılarını görmezden geliyordu. Balkan Savaşı karşısında da ortak tepki vermeyen Almanlar, Fransızların gözünde artık umutsuz bir vaka halini almıştı[xi]. En son, Temmuz 1914’de, ileride Nobel Barış ödülünü de alacak olan CGT lideri Leon Jouhaux, Alman sendikalarının lideri Karl Legien’den Almanların savaşacaklarını öğrendi[xii]. 4 Ağustos’ta, Jaures’in öldürülmesinin birkaç gün sonrasında patlayan savaş, yapılmış sayısız deklarasyonu, kararlaştırılmış bütün eylem planlarını anında rafa kaldırdı. Sosyalist liderler kabineye girmeyi kabul etti. Pasifistler, en keskin milliyetçilik ve savaş-karşıtları, yurt savunması adına cepheye koştu[xiii]. (Miyop olduğu için askerden muaf tutulmuş Hervé’nin gönüllü yazılma isteği ise gerçekleşmedi.) Seferberliğe yanıt vermeme oranı yüzde ikide kaldı. İçişleri Bakanlığı’nın elindeki, savaş anında derhal tutuklanacak bozguncu sendikacılar ve solcular listesinin uygulamaya geçirilmesine gerek bile kalmamıştı. CGT ve Jouhaux, Troçki’nin sözleriyle “24 saat içinde, barış zamanı reddettiği devletin önünde savaş zamanı diz çökmüştü”. Vaillant ise çoktan şovenist yazılar yazmaya başlamıştı bile.

Bütün bunlardan şunu çıkarabiliriz sanıyorum: Sendikalar, işçi sınıfının ancak bir bölümünü kontrol ediyordu. Bu da anarko-sendikalistlerin CGT’si elindeydi. Köklerindeki eski Proudhoncu, taşracı geleneğin milliyetçiliğe kapı aralayabilecek bir unsur olmasına rağmen CGT radikalizminin Üçüncü Cumhuriyet’le özdeşleşip milliyetçilik yaptığı söylenemezdi. Sol içindeki milliyetçi kanat, Blanquistler ile reformist sosyalistlerdi. Fakat bunların milliyetçilikleri de saldırgan, yabancı düşmanı tarzda değildi. Asıl milliyetçi etki Jaures’in hümanist, “Cumhuriyet”in kazanımlarıyla işçi sınıfını bağlayan “yurtseverliği”ydi: “Sosyalistler yurt kavramından yüz çevirmezler, tersine ulusun bağımsızlığı tehlikeye girince, dört elle sarılırlar ona... Az yurtseverlik bizi Enternasyonal’den uzaklaştırır, çok yurtseverlik ise ona yaklaştırır.” (Jaures, 1991: 79-80) Sol sosyalistler için bu tarz cümleler, milliyetçilere verilen bir ödün iken; sağcı milliyetçiler için aynı sözler, Jakoben milliyetçiliğin dejenerasyonu, kozmopolit yanı olarak algılanıyordu. O nedenle, Peguy gibileri Jaures’den nefret edip, savaş anında öldürülmesini gerektiğini söylüyordu[xiv]. Bütün azgınlıklarına rağmen, şoven, yabancı düşmanı milliyetçiliğin asıl sahibi sağ entelektüeller ve sendikalar işçi hareketini tümden etkileyebilecek bir güce asla erişememişti. Asıl etkilerini ‒Sorel’i de etkileyen‒ Paris’te öğrenci kesim içindeki yaygınlıklarıyla gösteriyorlardı. 

Aslında tüm bu ani mobilizasyon, sol açısından, önceki yılların getirdiği milliyetçi havanın eseri olmaktan ziyade, ‒önceden geleceği ne denli tahmin edilirse edilsin‒ çok ani gelişen bir olaya karşılık verememek, vermekten çekinip korkmak olarak değerlendirilmeli. POF’un şematik, dogmatik, vülger gibi sıfatlarla değerlendirilen Marksizminin ulus fikrine uygulanışı, aslında teorinin özüne sadık kalma açısından; Alman Lassallecılığıyla, sosyalizmi “ülke”nin daha hızlı gelişmesi, hatta kolonyal bir yayılmacılığı kolaylaştırma olarak anlayan Vollmar’la, Bernstein şahsında ulus-devlet formunu temel alan sağ sosyal demokrat kanatla karşılaştırılması bile düşünülemez. Elbette ülkenin asıl sahiplerinin kendileri olduğu kartını da giderek daha sık oynamışlardı. Guesde ve arkadaşları Ağustos 1914’e dek, şöyle ya da böyle, milliyetçiliğe direnmeye çalışsa da, kabineye girmekle, o kritik durumda yanlış hareketi yapmakla geçmişin tüm izlerini sildiler.

Troçki, 1916’da kendisini ülkeden sınır dışı eden Guesde’e yazdığı açık mektupta şöyle diyor:

“Namuslu bir sosyalistin size karşı savaşmaması mümkün mü? Bir ara sizin de amansız düşmanı olduğunuz burjuva toplumunun gerçek niteliğini durmadan ortaya koyduğu bir dönemde, siz Sosyalist Partisini kapitalist haydutlar korosuna eşlik eden yumuşak başlı birtakım şarkıcılar haline getirdiniz... Babeuf’ün, Saint-Simon’un, Fourier’nin, Blanqui’nin, Komünün, Jaures’in ve Jules Guesde’in ‒evet, Jules Guesde’in‒ sosyalizmi, sonunda Romanof’a Konstantinopol’ü en kolay şekilde nasıl ele geçirebileceğini anlatan bir Albert Thomas buldu... Jules Guesde, zırhlı arabandan in, kapitalist devletin seni esir tuttuğu zindandan çık! Etrafına bak. Belki yaşın hürmetine kader izin verir de duyarsın gelecek günlerin derinden gelen gümbürtüsünü. Bekliyoruz, hazırlanıyoruz... Senin tarafından kovulduğum Fransa’dan zaferimize dair büyük bir inançla ayrılıyorum. Senin üzerinden, yüce yazgısına uyanan Fransız proletaryasına kardeşçe selamlarımı gönderiyorum. Sensiz ve sana karşı olan (yüce yazgısına). Yaşasın Sosyalist Fransa!”[xv]


Kaynakça

Bernstein, S. (1940) “Jules Guesde, Pioneer of Marxism in France” Science & Society, 4(1):29-56

Bloom, S.F. (1941) The World of Nations, A Study of the National Implications in the Work of Karl Marx, New York: Columbia Press

Cole, G.D.H. (1963) A History of Socialist Thought, III-I The Second International 1889-1914,            London: Macmillan & Co.

Çınar, M.U. & K. Çınar (2014) “The Second International: The Impact of Domestic Factors on International Organization Dysfunction” Political Studies, 62:669-685

Derfler, L. (1998) Paul Lafargue and the Flowering of French Socialism 1882–1911, Cambridge:      Harvard University Press

Deutscher, I. (1969) Troçki: Silahlı Sosyalist, çev.: Rasih Güran, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi

Hobsbawn, E. (1993) 1780’lerden Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, çev.: Osman Akınhay,            İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Howorth, J. (1985) “French Workers and German Workers: The Impossibility of Internationalism,   1900-1914, European History Quarterly, 15:71-97

Hutton, P.H. (1971) “The Impact of the Boulangist Crisis upon the Guesdist Party at Bordeaux”       French Historical Studies, 7(2):226-244

Jaures, J. (1991) Demokrasi, Barış, Sosyalizm, çev.: Asım Bezirci, E Yayınları

Kolakowski, L. (1978) Main Currents of Marxism, Vol. II, Golden Age, Oxford: Oxford University       Press

Loughlin, M.B. (2001) “Gustave Hervé’s Transition from Socialism to National Socialism: Another Example of French Fascism?” Journal of Contemporary History, 36(1):5-39

Louis, P. (1966) Fransız Sosyalizmi Tarihi, çev.: Şerif Hulusi, İstanbul: Dördüncü Yayınevi

Miller, P.B. (2002) From Revolutionaries to Citizens: Antimilitarism in France, 1870-1914,               Durham: Duke University Press

Mosse, G.L. (1972) “The French Right and the Working Classes: Les Jaunes” Journal of    Contemporary History, 7(3/4):185-208

Sassoon, D. (2010) One Hundred Years of Socialism, London: I.B. Tauris

Szporluk, R. (1988) Communism vs. Nationalism: Marx and List, Oxford: Oxford University Press.

Sternhell, Z. (2012) Faşist İdeolojinin Doğuşu, çev.: Şule Diltaş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Stuart, R. (1992) Marxism at Work: Ideology, Class and French Socialism During the Third               Republic, Cambridge: Cambridge University Press

Stuart, R. (2006) Marxism and National Identity: Socialism, Nationalism, and National Socialism    during the French Fin de Siècle, New York: SUNY Press

Weber, E. (1962) “Nationalism, Socialism, and National-Socialism in France” French Historical      Studies, 2(3):273-307

 

[i] Hem Cumhuriyet’in ilkokulu, kışlası, gazeteleri, işçiyi kollayan yasaları ve sosyal güvenlik sistemi vb. kanalıyla işleyen genel bir “sivil” millileşme; hem de anti-modernist, rövanşist, jingoist (Savaş zamanında, aşırı milliyetçi duyguları sömüren, saldırgan, popülist söylemler için kullanılan bir terim) anti-semitik kitlesel bir sağ milliyetçi hareketin ortaya çıkması kanalıyla hızlanan bir süreç... 

[ii] Örnek olması açısından, “vülger” kelimesi Kolakowski (1978) tarafından defalarca yinelenir. Sassoon (2010:13) da Tony Judt üzerinden aynı tekrarı yapıp, Fransa’nın niçin Kautsky veya Bernstein ayarında bir Marksist teorisyen çıkaramadığını sorgular. Hiçbir metne başvurulmadan yapılmış, bir tipik cümle: “Sorel o zamanlar, tarihi sadece ekonomik unsurlarla açıklayan Guesdist, ‘vülger’ ve ‘pozitivist’ bir Marksizmden çok daha sofistike bir Marksizm uygulayan Antonio Labriola'ya yakın hisseder kendini.” (Sternhell, 2012:58)

[iii] Vatan-karşıtlığını basında, partide ve Enternasyonal’de provokatif yollarla benimsetmeye çalışan bu tarih öğretmeni, SFIO bileşenlerinin birinin başındaydı. Provokatif faaliyetleri, uyandırdığı tepkiler bütün Avrupa’da tanınmasını sağladı. Lenin’in tabiriyle “dillere destan Hervé” ileriki yıllarda düş kırıklığına uğrayıp tam tersi bir rotada tüm gücüyle savaşı destekleyip işi 1919’da PSN (Parti socialiste national) adlı milliyetçi parti kurmaya vardırdı. Faşizme hayran oldu. 30’lu yıllarda Mareşal Petain’i destekleyecekti. Siyasi kariyerini De Gaullecülükle tamamladı. (Loughlin, 2001) Loughlin ayrıca makalesinde Hervé gibi soldan aşırı sağa kayan (Koçak’ın Sorel ve Peguy’u eklemesi gibi) örnekler üzerinden faşizmin köklerini yüzyıl sonu Marksizminde bulma anlayışının 1970’lerde çok tartışma yaratan Zeev Sternhell (Fransa’da milliyetçiliğin savaş öncesi çok yaygın olduğunu iddia eden isimlerden) ile E. Weber gibi benzer şeyler savunmuş tarihçiler arasında kabul gördüğünü aktarıyor. Buna karşı çıkanlar ise faşizmin esasen anti-modernist bir hareket olduğunu, verilen örneklerin “kişisel” vakalar olarak kaldığını, bu isimlerin de aslında hiçbir zaman Marksizmi benimsemediklerini, baştan başka ideolojilerle eklektik olduklarını savunuyor.

[iv] Savaş öncesi Fransız sosyalizmi tarihi için Louis (1966:189-268) ve Cole (1963:323-390)

[v] Marx 1866’da Engels’e yazdığı bir mektupta, I. Enternasyonal toplantısı sırasında o zaman çok daha genç olan ve Proudhon etkisindeki Lafargue ve Fransız arkadaşlarının “ulusu” nasıl bir çırpıda, kafadan sildiklerinden biraz alaycı bir dille bahsediyor (Bloom, 1941:28-29)

[vi] Bordeaux milletvekili Antoine Jourde, partinin en milliyetçi ismiydi. Önceden de POF adına Bordeaux’da General Boulanger’in seçim kampanyasını desteklemişti. (Hutton, 1971) Şehirde, iş bulamayan işsizler bundan milli çıkarları yok sayan kapitalistlerin kumpasını ve işlerini ellerinden alan yabancıları sorumlu tutuyorlardı. 

[vii] Köz Yayınlarından çıkan “Komünistlerin Gözüyle Siyasi Portreler” (2007) isimli anonim kitabın Jaures üzerine kısmında şöyle bir söz yer alıyor: “Yahudi düşmanlığı ile nerede ayrıldığı belli olmayan bir anti-kapitalizmi savunan sözde Marksist Guesde bu olayda çekimser kalırken Jaures de onunla bir daha pek yakınlaşmamak üzere karşıt kampta yer aldı.” (s.78) Guesde’in tavrı, olmayan bir Yahudi düşmanlığından değil, Yahudi düşmanlarının elini güçlendirebilmesi ve konjonktürel siyasi olanakların kullanılamaması açısından eleştirilmelidir. Marksistler, kapitalizmi eleştirirken elbette “Rothschild” adını kullanmaktan çekinmeyecekti.

[viii] Marx’ın serbest ticaret konusundaki tutumu için bak. Szporluk (1988). Marx sonraları tavrını yumuşatmış, belirli koşullarda korumacılığı kabul etmeye yönelmişti. Mutlak bir tutum olmaktan çok, duruma göre değerlendirilecek bir konu.

[ix] Lafargue’ın 1911’de intihar etmeden önce ele aldığı son konulardan biri enflasyondu. Enflasyonla mücadele için gıda üzerinde, gümrükler dahil tüm vergilerin kaldırılması, belediye fırınları, kasapları vb. kurulmasını öneriyordu. Yine, ele aldığı son konulardan biri de Enternasyonal’de Osmanlı’ya karşı Trablusgarp savaşı için destek isteyen İtalyan sosyalistlerine karşı çıkmak olmuştu.

[x] Boulangercilerden anti-semitist Edouard Drumont’un açtığı yoldan gidenler, 1899’dan itibaren “Les Jaunes” olarak bilinen “sarı” sendikaları kurdular. Başlarında eski bir Guesdist bulunuyordu. (Mosse, 1972) Kaynaklarda verilen sendikal üyelik sayıları farklılaşıyor, ancak on-on bir milyonluk çalışan nüfusun ancak bir milyonu sendikalı. Bunun da yarısı CGT’li. Sağcı sendikalar en parlak zamanında en fazla ve abartılı halde, yüz bin üyeye sahipler.

[xi] Alman SPD üzerine tezleriyle bilinen Robert Michels, Alman sendikalarının topu partiye atmaları şeklindeki davranışını, Avrupa’daki en zayıf anti-militarist gelenekten gelmelerine bağlıyor: “Fransa’da Hervé anti-militarizm yüzünden dört seneye çarptırıldı. Onun söylediklerinin çeyreğini burada [Almanya’da] biz söyleseydik kırk yıla çarptırılırdık.” (akt. Miller, 2002:83)

[xii] Bu koordinasyon faciası üzerine bak Howorth (1985). Enternasyonal’in başarısızlığının yerel ve taraflar arası bağlayıcı olmama ve güvensizliğe dayalı örgütsel nedenleri üzerine, Çınar ve Çınar (2014).

[xiii] Orduya yazılan bazı savaş-karşıtları, nasıl 1870-71’den Cumhuriyet doğdu ise, şimdiki savaşın da ilerici bir rol oynayıp Alman militarizmini yıkmaya yarayacağını, oluşacak Alman Cumhuriyeti ile ortak bir Avrupa devleti oluşturma gibi tarihsel rollerden bahsediyordu.

[xiv]Jaures suikastini öğrenip sevincinden havalara uçtuktan dört hafta sonra Peguy cephede öldü.

[xv] Leon Trotsky, The War and the International, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1914/war/part3.htm Deutscher’in (1969:236) kitabındaki çeviriyi biraz değiştirdim. Albert Thomas: Fransız sosyalist bakan.

9 Eylül 2020 Çarşamba

Jules Guesde

 


Jules Bazile, ya da kullanmayı tercih ettiği anne soyadıyla, Jules Guesde 1845’de doğdu. Öğretmen çocuğuydu. Hayatını gazetecilikle kazanmaya başladı. Paris komününün kanla bastırılması, cumhuriyetçi gazetecinin siyasal görüşlerinin radikalleşmesine sebep oldu. Montpellier’de olduğu için komüne katılamamıştı, fakat yazıları İçişleri Bakanlığı’nın radarına takılmıştı. Kaçtığı İsviçre’de diğer komünarlarla ve sosyalizm/anarşizm fikirleriyle tanıştı. 1876’da yurda döndü ve bir yıl sonra l’Égalité haftalık dergisini çıkarmaya başladı. Sonradan Le Socialiste adını alan bu dergi Fransa topraklarında Marksist teorinin sunulduğu ve yaygınlık kazandırıldığı ilk yayın oldu.

1879’da Marsilya’da yapılan ilk kongreyle Parti Ouvrier (PO) kuruldu. İlk Marksist parti sayılabilecek bu örgütle beraber ülkede işçi sınıfı içinde yaygın “kooperatifçi” geleneğin karşısına kolektivist yani daha Marksizan bir anlayış konmuş oldu. 1882’deki kongrede reformist “mümküncüler” kanadıyla yollar ayrıldı.

Guesde, bu yıllarda ülkeyi karış karış dolaşıp binin üzerinde toplantıda konuştu. Teorik olarak fazla sofistike olmasalar da konuşmaları etkileyici, heyecanlıydı. Jaures’in deyişiyle Guesde bir basitleştirme dehasıydı. Daha henüz yeni yeni Fransızcaya çevrilen Marx ve Engels’in eserlerindeki teoriyi işçi sınıfı arasında popülerleştiriyordu. İlkin Kuzey Fransa’da belediyeler kazanılmaya başladı. Guesde1893’te Roubaix’den milletvekili seçildi. Fakat beş yıl sonra 1898’deki seçimi kaybetti. PO oyları ulusal düzeyde %3,6 ve daha çok Lille çevresinde yoğunlaşmış halde kalıyordu.

Guesde, Dreyfus davasında taraf tutmaktan imtina etti. İşçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesini oldukça “saf/pür” biçimde ele alıyor, ordudan atılmış bir subay için mücadele etmeyi sosyalizmle pek ilişkilendiremiyordu. Aynı yıllarda, sosyalist Millerand’ın, burjuva hükümetine bakan olarak katılmasına da şiddetle karşı çıktı. Ona göre, hiçbir koşulda işçi sınıfı temsilcileri kabinelere katılmamalıydı.

Guesde, Vaillant ile işbirliği yaparken karşılarındaki ideolojik muarız Jaures idi. Jaures’in reformizmi ve cumhuriyetçiliği, Guesde’in “sınıfa karşı sınıf” anlayışı için fazla tavizkar kalıyordu. Jaures’in 1904 itibariyle çıkarmaya başladığı l’Humanite için de gazetenin bizatihi adının, Jaures’in geniş mezhepli sosyalizm anlayışını ortaya koyduğunu söylüyordu.

1905’te, geçmişteki ayrılıkları bir kenara koyan sosyalistler SFIO çatısı altında birleşti. 1906 seçimlerinde Guesde yeniden milletvekili seçildi. 1922’de ölümüne dek devamlı seçilecekti artık.

En temel mücadeleyi sermaye ile emek arasında gören, diğer meselelere fazla önem vermeyen, devrim haricinde reformlara da pek hoş bakmayan bir tavır kendisiyle anılacaktı: İlkelerden, gündelik politika için taviz vermek istemeyen bir tavır. Fakat bunu kritik bir momentte gösteremedi. Savaşın patlamasıyla “kutsal birliğe” dahil olup ulusal kabineye girdi. Kabinedeki ilk iki, sonradan üç sosyalistten biri oldu.

Savaş sonrası 1920’de partinin Tours konferansında, Üçüncü Enternasyonal’e katılmaya karşı çıkanların yanında durdu. Yaşlı ama hala sözü dinlenen ve saygı duyulan bir önder olarak 28 Temmuz 1922’de öldü.

*

Jean-Numa Ducange, Jules Guesde. The Birth of Socialism and Marxism in France, Palgrave Macmillan, 2020

http://grhis.univ-rouen.fr/grhis/?p=15316


Ortadoğu'da Komünist Partiler


Komünist Enternasyonal’in oluşturulmasıyla, dünya çapında komünistlerin sosyal demokratlardan ayrılarak kendi partilerini kurmalarının kabaca yüzüncü yılındayız. Ülkemizde ve Ortadoğu’da da komünist örgütler yüz yaşına girip, asırlık bir tarih miras biriktirdiler. “Communist Parties in the Middle East: 100 Years of History” [Ortadoğu’da Komünist Partiler: 100 Yıllık Geçmiş] (New York: Routledge, 2019) isimli kitap, İspanyol akademisyenler Laura Feliu ile Ferran Izquierdo-Brichs tarafından derlenmiş, Ortadoğu’daki her ülke için bir bölümün yer aldığı bir komünist partiler tarihçesi. Genelde İspanyol yazarlar tarafından yazılmış yazılarda, ağırlıkla ülkelerin “resmi” komünist partileri üzerinde yoğunlaşmakla yetinmiş ve solun, özellikle bir dönem sonrası, parçalı yapısı içindeki diğer gruplaşmaları, incelemeye pek dahil etmemişler.


Kitabın girişindeki, editörlerin toparlayıcı sunuşu, Ortadoğu’da komünist partilerin tarihsel serüveni üzerine bize genel, kuşbakışı oldukça yeterli bir özet bilgi sağlıyor. Bölgenin sosyalizm fikirleriyle tanışması, Avrupa ve Rusya ile temas sonucudur. Temaslarda ise, bu coğrafyada gayrımüslim ve Levanten halklar ön planda olduğu için sosyalizm fikirleri haliyle esasen onlar arasında filizlenir. Sanayileşmenin pek olmadığı, tarıma dayalı Ortadoğu toplumlarında, işçi sınıfının oransal azlığı koşullarında, sosyalizm daha çok aydınlar ve öğrenci kesimleri arasında yer bulabilmektedir. Köylü kitlelerde yayılması zordur. Buralarda kendine rakip olarak güçlü dinsel, topluluk bağlarını ve nihayet milliyetçi hareketleri bulur. Anti-kolonyal söylemin halklar arasında olası çekiciliğine karşı Marksist evrenselcilik, çoğu zaman milliyetçi güçler nezlinde şüpheyle bakılmalarına yol açmaktadır.

Hemen ilk dalgada, İran (1920), Türkiye (1920), Filistin (1921), Mısır (1922) ve Suriye’de (1924) komünist partiler kurulur (Kuzey Afrika’da, halen Fransa Komünist Partisi bünyesindedirler). Moskova’daki "Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi"nde (KUTV) okuyan gençler, bu partilerin ilk kadrolarının önemli bir kısmını oluşturur. II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda bu partiler, ya iktidardaki parti içinde erimek ya da onun tarafından yasaklanmak ve ezilmek arasında bir tercih yapma durumunda kalmıştır. SSCB yönetimine bağlılık, Sovyetlerin bölge komünistlerine ülkelerindeki radikal ve ilerici hükümetleri desteklemeyi dayatması sonunda çoğu zaman Arap sosyalizmi içinde erimelerine yol açmıştır. Rantiyer ekonomi üzerinde milliyetçi söylemle iktidarı tutan bu elitlerin yönetimleri krize girdiğinde de tepki tarihsel olarak İslami bir ton alır. İslam’ın yükselişi ve Sovyetlerin çöküşü sonrası partiler bir darboğaza gelir (ki, aynı şekilde Sovyetlere yakın rejimler olan Güney Yemen ile Somali, Sovyetler yıkılınca ideolojilerini terk eder). Çoğu üye aktif politikadan çekilir. Kimisi sosyal demokrasiye kayar. Bazı parti liderleri, rejimlerce içerilir. Sonunda da sivil toplumculuk, dernekleşme, insan hakları savunuculuğu ve yeni sol tarzı hareketler gelişir.


İran

İran’da, yüzyılın başından beri, Bakü’de çalışanlar arasında sosyalist fikirler ve örgütlenmeler yayılıyordu. 1920’de kurulan İran Komünist Partisi’nin önceli 1912 tarihli Adalet Partisi’dir. Rıza Şah tarafından ezilen bu ilk parti ardından 1941’de, Sovyetlerin yardımıyla, TUDEH kurulur. TUDEH kısa sürede ülkedeki en organize güç haline gelir. Hatta hükümete katılmasına izin verilir. Ancak Sovyetlerin Kürt ve Azeri cumhuriyetlerden çekilmesi ardından yasaklanır.

Musaddık’ı önce Amerikacı olarak görüp desteklemezken, sonradan desteklemeye başlarlar. Fakat Musaddık’a karşı yapılan 1953 darbesi TUDEH’in gücünü de yok eder. Kuzey petrollerinin millileştirilmesine karşı çıkıp Sovyet yandaşı oldukları için “hain parti” olarak yaftalanırlar. 1960’larda pasifist bir çizgideki TUDEH’e karşı, silahlı mücadeleyi savunan Halkın Fedayileri gibi örgütler kurulur. Fedayiler 1971-1979 arası eylemleriyle büyük prestij sağlar. 1979’daki çatışmalarda da kritik rol oynarlar. Ancak Fedayilerin merkez komitedeki çoğunluğu, devrim sırasında silahlı mücadeleyi bırakıp TUDEH çizgisine kayar. İslamcı rejim önce Fedayi azınlığı, daha sonra da diğer tüm solu ezer.

Kitaptaki bölümün yazarı olan Yasemin Mather, ilginç olarak TUDEH’in Humeyni’yi destekleme konusunu ele almamış. Yazarın bunu bilmemesine imkan yok; çünkü şu sıra Oxford’da hocalık yapan yazarın kendisi de, İran Kürdistan’ında direnişe geçmiş Fedayilerin azınlık kanadı üyesiydi. Sosyal medya üzerinden sorduğumda, yer ve zaman darlığı nedeniyle konuyu ele alamadığı belirtmişti bana. Çok tartışılmış konuyu kısaca özetleyelim:

TUDEH 16 Ocak 1979’da yeni bir sekreter seçer: Nureddin Kiyanuri (kendisi, 1953 öncesi Musaddık’a karşı olunmasını savunanlardandı). Önceki sekreter İrec İskenderi, milliyetçiler ve ılımlı İslamcılarla koalisyon yapılmasını savunmuşken, Kiyanuri ise Humeyni’den yanadır. Ulema ve Humeyni, anti-emperyalist özelliğinden dolayı ilerici sayılıp desteklenecektir. Rejimle Halkın Mücahitleri ve Fedayiler (azınlık) arasında çatışma başladığında, TUDEH bunları karşı-devrimci olarak nitelendirir. Bununla da kalmaz; KGB kayıtlarına göre, onların güvenli evlerinin yerini rejime bildirerek yardım bile eder. Fakat kısa bir süre sonra rejim kendilerine karşı da döner. 6.000 TUDEH üyesi yakalanır. Kiyanuri işkence görür, televizyonda Sovyet ajanı olduğu söylettirilir. TUDEH 1985’de rejimi ortaçağ teokrasisi olarak tanımlayıp yıkılışı için çalışacaklarını beyan eder. TUDEH’in temel yanlışı, Moskova’nın jeopolitik çıkarları adına gerici bir rejimi, kapitalist olmayan yol, aşamalı devrim vs. adına savunmak olmuştur[i].

Türkiye

Türkiye komünizm tarihi kısmını Bülent Gökay üstlenmiş. Kısa bir metne birçok ayrıntıyı sığdırmanın zor olduğu farkındayım. Ayrıca kitabın genelinde olduğu gibi, komünizm tarihi büyük ölçüde, Moskova bağlantılı Sovyetik partiler üzerinde anlatılmış. Bu bakımdan birçok konuyu atlamış olması mazur görülebilir. Fakat son dönem TBKP vakası ve TKP’den geriye kalanların ÖDP içinde erimesinden bahsedildikten sonra tarihsel TKP mirasını sahiplenen üç gruba dikkat çekilirken (s.70) yapılan hata biraz garip kaçmış:

1)     Londra’daki 1979 TKP “İşçinin Sesi” çevresi.

2)     1993 SİP çevresi. Bu grubun tarihsel TKP ile organik bağının olmadığı söylenirken, 2001’de adını aldıkları TKP olarak Türk siyasetinde oldukça marjinal bir grup olarak hayatını sürdürmekte olduğu söyleniyor.

3)     Eski TKP’den “Ürün” dergisi etrafında tekrar toplananlar. 2012’de tekrar TKP olarak partileşen grubun 1999’dan bu yana katıldıkları seçimlerde hiçbir zaman %0,26 oydan fazlasını kazanamadıkları söyleniyor!

TKP, Sovyet-Türkiye ilişkileri üzerine tarih kitapları yazmış bir akademisyenin, TKP’leri karıştırarak son dönem sol politik gelişmelerden fazla haberdar olamadığını mı anlamalıyız bundan acaba? Öyle gözüküyor, çünkü yanlış yere kes/yapıştır yapılmış gibi değil. En azından, birinin tekrar üçe bölünmesi konusuna hiç girmemiş…

Irak

Irak’ta partileşme 1934 yılını buluyor. II. Dünya Savaşı sonrası görece serbestleşen ülke siyasetinde kısmen güçlenen partinin liderleri 1949 Şubat’ında idam edilir. Her kıpırdanışında ezilen parti ancak 1958’de subayların darbesi sonrası biraz nefes alma imkanı bulur. Destekledikleri Abdülkerim Kasım 1963’te bir Baas darbesiyle yıkılınca, yeni bir terör saldırısına uğrarlar. Kadrolar büyük ölçüde Kürdistan ve Avrupa’ya kaçar. Yine de “kapitalist olmayan yol” çerçevesinde içerideki rejim desteklenmektedir. 1972’deki Irak-SSCB  dostluk anlaşması sonrası, Baas partisi ile işbirliği yapılmaya da başlanır. Fakat 1970’ler ortasından itibaren bozulan bu işbirliği, Saddam’ın başa geçmesiyle tamamen kopar. Saddam dönemi illegal olarak kalan parti, Saddam sonrası kendine Meclis’te ve hükümetlerde yer bulabildi.

Filistin-İsrail-Ürdün

Filistin Komünist Partisi 1924’te önceki sosyalist öbeklerin birleşmesi ve Komintern tarafından kabulü ile kurulur. Kurucular Yahudiydi. Komintern, partinin Siyonizmden sıyrılması ve Arap köylü nüfusu içerisinde de kök bulmasını sağlamaya çalışır. Bu amaca rağmen, FKP çoğunlukla Yahudi işçilere dayalı kalır. Parti liderliği Araplara verilmiş olsa da, Komintern’in tasfiyesi ardından iki topluluğu bir çatı altında idare edemeyen yöneticiler bu kez örgütleri ayırır. Yahudi tarafı FKP ismini sürdürür.

İngiliz idaresine ve Siyonizme karşı tek ve ortak bağımsız devlet, komünistlerin resmi talebi durumundaydı. 1948’de Sovyetlerin İsrail’in kuruluşunu desteklemesi herkes içi sürpriz olmuştur. Arap komünistleri için zorluk çıkaran bu duruma, Yahudi komünistler daha olumlu bakar. FKP, ismini İsrail Komünist Partisi (Maki) olarak değiştirir. Maki İsrail’in ilk yıllarında kısmen başarılı seçim sonuçları alsa da, Soğuk Savaş koşullarında Yahudi toplumu içindeki etkisi iyice azalır. Diğer yanda, partinin Arap kısmı olarak ayrışan Rakah (1965) ileriki yıllarda Maki geleneğini sahiplenecek güce ulaşır. Şimdiki Maki, artık daha çok Araplara dayanan ve önceliğini “barış” olarak ortaya koyan bir parti.

Batı Şeria ve Ürdün’deki mülteci Filistinliler, Ürdün Komünist Partisi’nin oluşumuna katılmışlardı. Önce ÜKP sonra da yeniden oluşturulan Filistin Komünist Partisi (1982) olarak devam ettiler. Liderleri Beşir Barguti Filistin Kurtuluş Örgütü içinde önemli görevler üstlendi. 1991’de partinin ismi “Filistin Halk Partisi” olarak değiştirildi. ÜKP ise 1993’e dek illegal kaldı.

Lübnan-Suriye

Lübnan Halk Partisi olarak kurulan partiye Ermeni bir grubun katılımıyla Suriye ve Lübnan Komünist Partisi (1924) oluşturulur. Ülkelerin ayrılmasıyla partiler de ayrılacaktır. 1932’den itibaren parti lideri olan, Kürt asıllı Halit Bekdaş, Suriye ve Arap sosyalizmi için önemli bir figür olacaktır. 1954’te meclise milletvekili olarak seçilir. Arap dünyasında ilk komünist milletvekili olur. En etkili, hükümet üzerinde tesirli oldukları dönem 1954-58 arasıdır. Daha sonra, Baas tarafından baskılanır. Mısır’la birleşme deneyiminin başarısızlığının ardından, daha radikal Baascı unsurların darbesi ile tekrar açık çalışmalarına izin verilir. Bu, aslında Sovyetlere yanaşan rejimin, Sovyet baskısıyla yaptığı bir şeydir.


1973’te parti ikiye bölünür. Riyad el-Türk öncülüğünde ikinci bir komünist parti doğar. Bekdaş, Hafız Esad’la ittifak politikası uygular ve Moskova desteğine sahiptir; el-Türk ise Esad’a muhalefet eder, bu nedenle 1980-98 arası yılları hapiste geçirir. 2005’te partisi ismini “Suriye Demokratik Halk Partisi”ne çevirip sosyal demokrasiye kayar. SKP’de ise Bekdaş’ın 1995’de ölümünden sonra önce eşi, sonra oğlu parti başına geçer. Bu arada Gorbaçov yanlısı bir grup partiden ayrılır.

Ülkede tüm gücü eline geçiren Esad için Bekdaş ve SKP, Moskova’yla ilişkilerinde kullanabileceği bir unsurdur. Ülkede ve orduda hegemonyasını bozabilecek tüm etkilerin önü kesilmiştir, diğer partilerin faaliyetleri kısıtlanmış ve sıkı gözetim altına alınmıştır. 2011’de oğul Esad’a karşı ayaklanma başladığında Suriye solu ikiye bölünmüştür. Bir kısmı Esad diktatörlüğü ve onun uyguladığın neoliberal politikalar karşısında ayaklamayı desteklerken, diğerleri ise dış bağlantılar nedeniyle ayaklamanın emperyalistlerce planlandığını söyleyerek Esad’ı savunur. Örneğin, El-Türk’ün grubu ilkin muhalif saflara katılır. Fakat muhalefet saflarındaki artan köktenci İslamcı varlığı nedeniyle Esad karşıtlığında zamanla azalma olmuştur.

Mısır

1922’de kurulan Mısır Komünist Partisi, ilk birkaç yıldaki faaliyet sonrası genelde dağınık, parçalı ve gizli bir seyir izleme durumu kalır. Nasır döneminde de faaliyetleri baskılanır. Buna rağmen Nasır’ın politikalarını desteklemeyi sürdürür. 1970’ler sonunda üç ayrı yasadışı komünist parti bulunmaktadır. Partiler, milliyetçi ve İslamcı gruplar karşısında başarılı olamayıp daha çok aydın kesimi arasına sıkışır, marjinal kalır. 2011 baharında da etkileri fazla olmayacaktır.

Cezayir

Cezayirli komünistler, Fransa Komünist Partisi’nden 1936’da ayrılır. Avrupalı ve Yahudi kökenliler CKP’de çoğunluktadır. Haliyle FKP politikalarına da yakın durmaktaydı. 1954’te başlayan silahlı mücadeleye biraz geç katıldılar. 1956’da FLN ile anlaşarak ulusal birliğe dahil olunur. FLN ile ilişkiler, ilkinin antikomünist tutumu nedeniyle çoğu zaman sıkıntılıdır. 1962’de bağımsızlığa kavuşan ülkede legal parti olarak çalışmasına izin verilmez. Bunun üzerine komünistler FLN’ye sızarak orada etkili olmaya çalışır. Rejimin ilk yıllarındaki politikalarında epey etkili de olurlar. Ben Bella’yı deviren Boumediene döneminde illegal olarak çalışan “İlerici Sosyalist Parti” (PAGS) ismini kullanırlar. 1989’da çok partili yaşama geçildiğinde yasallaşır, fakat üç dört yıl içinde dağılmaktan kurtulamaz.

Fas

Fas Komünist Partisi 1942’de kurulur. Bağımsız mücadelesinde milliyetçilerin etkisinin gerisinde kalırlar. 1952’de yasaklanan parti, silahlı gruplar kurar. Bağımsızlık ertesi, bu kez hükümetten dışlanır. İslam ve krallıkla uyuşmadığı belirtilen parti tekrar yasaklanır. 1974’te “İlerleme ve Sosyalizm Partisi” olarak yasallaşır.

*

Kitapta Tunus’a özel bir bölüm ayrılmamış, fakat Tunus’ta 1934’te kurulan komünist parti, uzun süre milliyetçilerin gerisinde ve yasaklı olarak çalışma durumda kalmış, pek etkili olamamış; 1993’te de komünizmi terk edip “yenilenmişti” zaten. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde de oldukça zayıf kalan komünist güçlere bölüm ayrılmamış.

Bölgede güçlenebilmiş Sudan Komünist Partisi ve Yemen’de SSCB ile ilişkilere paralel olarak rejim içindeki konumunu güçlendirmiş Yemen Sosyalist Partisi ayrı olarak incelenen partilerden. Fakat kendi açımdan başka yerde daha ayrıntılı incelenmeyi gerektiriyorlar.



[i]  bak. Jeremy Friedman "Enemy of My Enemy: Moscow, East Berlin, and the Iranian Tudeh’s Support for Khomeini" Journal of Cold War Studies 20(2):3-37, 2018

8 Eylül 2020 Salı

Aysun Kayacı Haklı mı? Demokrasiye Karşı Argümanlar

 [ oggito.com 2017 ]


Aysun Kayacı’nın televizyon ekranında, “Dağdaki çobanla benim oyum bir olur mu?” deyişinin üzerinden neredeyse dokuz yıl geçti. Sözleri zamanında çok tartışıldı, çok tepki topladı. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan, “Demokrasi, her seviyeden, her gelir grubundan, kökeni, ırkı, dini, gelir seviyesi ne olursa olsun, her bir vatandaşın eşit oy hakkına sahip olmasıdır. Eğer bu özgürlüğü, bu eşitliği elinden alırsanız, orada demokrasiden, hiçbir çeşidinden bahsedilemez. Eğer oy vermedeki eşitliği tartışmaya açarsanız doğrudan demokrasiyi tartışmaya açmış olursunuz” diyecekti. Oy vermede eşitliğimiz yüzlerce yılın tedrici kazanımı. Aslında, beklenileceği gibi demokrasinin tartışılması kendisi kadar eski. Aysun Kayacı da, ucu ta Platon’a dek süren antidemokratik karşı çıkışların bir halkasıydı, ne ilki ne de sonuncusu. Onun ardından mesela “üç dil bilenle parmak basanın oyunun aynı olmasına” isyan eden Erol Evgin geldi. Yazılanlara bakacak olursak, Türkiye’de zamanında Aysun Kayacı’ya hak vermediği için yanıldığını söyleyen insanlar arttı. Yurtdışında Brexit oylaması ve nihayet Trump’ı başkan koltuğuna oturtan seçimler ertesinde, seçmenlerin cehaletinden, IQ seviyelerinden dem vuran eleştirilerde patlama yaşandı. Moby’nin dediği gibi, ortalama bir Amerikalının IQ’su sadece 98, yani “dürüstçe söylemek gerekirse, o kadar çok aptal insan var ki”. 


Jason Brennan, Amerikalı genç bir siyaset felsefesi profesörü. Müthiş bir zamanlamayla, 2016’da "Against Democracy" (Demokrasiye Karşı) kitabını yayınladı. Lehte veya aleyhte, yazılı ve sosyal medyada peş peşe kitap değerlendirmeleri çıktı, tartışıldı. Brennan esasta Aysun Kayacı’nın haklı olduğunu düşünüyor. Demokrasi yerine, bilgiye (episteme) sahip olanların yönetimini yeğ tutuyor. Bu, şeytanın avukatlığını üstlenme türü bir akıl yürütme ya da tam anlamıyla neo-reaksiyoner (aristokratik, monarşist vb.) bir metin değil. Ancak tümüyle de safi bir siyaset teorisi çalışması da sayamayız. Demosfobik iklime neredeyse birebir uyan ideolojik bir metinle karşı karşıyayız. 


Siyasete İlgi ve Katılım Düzeyi 

Brennan, günümüzde siyasete olan ilişkimize göre halkı üç ideal tipe ayırıyor(1): 1) Çobanlar: Bunlar pek siyasete ilgisi olamayan, apatik ve genelde bilgisiz kimseler. 2) Holiganlar: Takım tutar gibi taraf tutan (tarafgir), işine gelen bilgiyi seçen, ilgili ama bağnaz kimseler. 3) Hocalar: Bunlar, üniversite hocaları gibi, siyasal değerlendirmelerini sosyal bilimler ve felsefe gibi araçlarla oluşturan, diğer görüşleri de tartabilen eleştirel kimseler. Yapılan araştırmalar, halkın büyük kısmının çobanlar ve holiganlar tipine uyduğunu gösteriyor. Önce bilgisizliği ele alalım: Hiç tereddütsüz, uzun uzun örneklerle sunulan, davranışçı Amerikan siyaset biliminin ve siyaset psikolojisinin 1950’lerden beri ortaya çıkardığı ampirik sonuçlar, oy kullanıcılarının bilgisizliğini ortaya koyar.(2) Bunlar sık sık, halkın bilgisizliğini gösterdiği söylenerek önümüze konan haberlere de yansır. Aksini iddia edecek pek az kimse çıkacaktır (bilhassa internetle birlikte artık halk denilen amorf kitlenin ne şekilde düşündüğünü, neye ve ne şekilde inandığını hepimiz görme olanağını elde ettikten sonra). Burada aptallıktan ziyade ilgisizlik vardır. Basitçe, ilgili olmanın getirisi sıfıra yakın olduğu için, halkın büyük kısmı ilgilenmemektedir. Rasyonel davranmak bilgiyle mümkündür. Ancak bunun için bir çıkarın olması gerekir. Etkimiz o kadar küçüktür ki, kişisel çıkarımız dahi olmaz: Anthony Downs’ın meşhur “rational ignorance” (rasyonel bilgisizlik) anlayışı. J.S. Mill’e göre siyasete katılım insanları daha eğitimli, daha erdemli hale getirecekti. Yani siyaset, çobanları hoca haline dönüştürecekti. J. Schumpeter ise siyasetin çobanları aslında birer holigana çevirdiğinden bahseder: “Tipik vatandaş, siyasal alana girdiği anda zihinsel etkinliği daha düşük bir düzeye iniyor. Gerçek çıkarları çerçevesinde düşünüldüğünde, çocuksu kabul edilecek şekilde tartışıyor. Tekrar bir ilkele dönüyor.”(3) Doğru olan hangisi? Brennan, Schumpeter’i haklı buluyor: Siyasete katılımın çoğu biçimi, bizi aptallaştırıyor, bizi birbirimize düşürüyor, kutuplaştırıyor: Caplan’ın(4) rational irrationality” (rasyonel irrasyonalite) olarak adlandırdığı tutum. Burada Brennan’ın temel bir kabulünden bahsedelim. Yazara göre, insan çoğu durumda siyasetle ilgili olmak durumunda kalmamalıdır. Bırakın çobanlar hayatını yaşasın kendi hallerinde, balık tutsun, şiir yazıp müzik bestelesin. Çobanı siyasete soktuğunuzda hoca olmuyor, holigan oluyor. Müzakereci demokrasi yanlılarının, Habermas’ın idealize ettiğinin aksine, siyasal süreç “en iyi argümanın kazandığı bir süreç” değil; retorik, karizma, görünüşün öne çıktığı bir alan. Biz tartışmaları holiganlar, demogoglar olarak yapıyoruz. Holiganlar olarak daha fazla holiganlaşıyoruz. Siyasal bilgiyi, daha önceki tercihleri doğrultusunda işleyerek değerlendiriyoruz. Kötüleşme olmuyor olsa bile, bunca münakaşa, bunca kanıt, bunca daha iyi argüman; fikirlerin değişimini, iyileşmesini sağlamıyorsa ortada bir sorun var demektir. 


Siyasal Katılımın Değeri 

Klasik siyasal katılım denilince akla ilk önce oy verme davranışı gelir. Oy vermenin bizatihi değeri nedir? Oy vermek bizim rıza gösterdiğimiz anlamına mı geliyor? Hayır. İktidarla aramızda ilişki, rızaya dayanmıyor, tamamıyla cebri. Bunun yanında siyasal katılım bize güç kazandırmıyor, bireysel çıkarımıza hizmet etmiyor. Bireysel eylem, zenginlerin ve birkaç etkili kişinin haricinde tümüyle etkisiz. Oy verme bize otonom olduğumuza dair bir his, yaşadığımız dünyayı şekillendirmeye ortak olduğumuza dair bir düşünce mi kazandırıyor? Brennan bunu da olumsuz yanıtlıyor. Ayrıca, siyasal katılım, bizi başkalarının otoritesinden de koruyamıyor. Bütün bunları ancak kolektif (bir grubun, sınıfın, azınlığın vb. üyesi) olarak yaparsak anlamı oluyor. En önemli demokratik argümana geçelim: Klasik anlayışa göre siyasal haklar, vatandaşlar olarak hepimizin eşit olduğunu gösterirler. Bazılarını bunlardan mahrum bıraktığımızda, onları direkt ikinci sınıf insan yapmış oluruz. Oy verme, en azından insanlık onuruna yakışır halde, başkalarıyla eşit halde siyasal ve toplumsal hayata katılmamızı sağlar, bunu sembolize eder. Sanırım, Brennan’ın karşı çıkmakta zorlandığı en önemli şey, bu tür sembolik değerler. Brennan, siyasetin toplumsalın merkezinde, temelinde yer almadığını, siyaseti de tıpkı diğer başka uzmanlık alanları gibi (tıp, tesisatçılık!) ele alabileceğimizi, insanlık onuruyla oy verme arasındaki ilişkisinin tarihsel olarak olumsal (contingent) olduğunu iddia ediyor. 


Epistokrasi 

Siyasal katılım, birçok insan için değerli değil ise; ayrıca “temel” bir hak da değilse, demokrasiyi daha az katılımla daha iyi işler hale getirebiliriz. Unutmayalım, demokrasi daha iyisini bulamadığımız için katlanmak durumunda olduğumuz bir siyasal form. Demokrasi bir araç – olumlu sonuçlar ürettiği sürece. İçsel, kendinden bir değeri yok. Epistokrasi, demokrasiden daha iyi “çıktı”lar sağladığı takdirde ehven olur. Epistokrasiyi temellendirirken, “birinin daha bilgili olmasının daha bilgisizler üzerinde otorite sahibi olması” şeklinde düşünmemek gerektiğini iddia ediyor. Bu nokta, David Estlund’un epistokrasiye karşı çıktığı noktaydı; Estlund birinin bilgili olmasıyla onun diğerleri üzerinde otorite olması arasında bir mantıki bağ bulunamayacağını belirtiyordu:(5) “Benim senin için neyin iyi olduğunu bilmem, bunu sana dikte edebileceğim anlamına gelmiyor.” Brennan ise tersinden, epistokrasiyi, bilgisizlerin bilgililer üzerinde otorite kurmasının engellenmesi adına meşrulaştırıyor. Bazılarının siyasal alan dışına atılması bu açıdan adaletsiz, haksız olmayacak! Çünkü Brennan yeni ve ilginç bir tür hak öne sürmekte: Kötü yönetim altında yaşamama hakkı (bildiğimiz baskıcı yönetime direnme hakkı değil, altını çizelim). Bunun yönetimini mutlak bir reddediş sebebi olamasa bile, olası bir sebep olabileceğini iddia ediyor. Yani, çıktıları karşılaştırdığınız zaman, sağlıklı bir devlet ve onun rasyonel politikaları altında yaşayabilecekken neden Trump’ın, Farage’in, Le Pen’in ya da Erdoğan’ın kötü kararları altında yaşamak zorunda olayım? Kötü politikaların sorumluluğu politikacılarla beraber onları seçen seçmenlere de yükleniyor. Bir yerde şunu belirtiyor: “Venezuela ve Yunanistan halkları, politikacılarının korkunç ekonomi politikalarını destekledikleri için de kabahatliler!”  


Epistokrasinin uygulanması 

Bilgililerin yönetimi için değişik yollar düşünülebilir. Oy hakkı, belli bir bilgi düzeyiyle belirlenebilir.  Mill’in önerdiği şekilde, bazılarına çoklu oy verilebilir. Epistokratik kişi ve kurullara, karar alış sürecinin farklı noktalarında veto yetkisi tanınabilir. Epistokratik kişiler arasında kura çekilişi gibi düzenlemelere gidilebilir. Brennan bunların arasında en pratik ve en az sorunlu olanının bir genel siyasal bilgi testi olabileceğini öngörüyor. Buna bilinen basit gerçeklerin (facts) yanısıra, sosyal bilimler ve siyaset felsefesini de eklenmek isteniyor. Aynı vatandaşlık sınavı, ehliyet sınavı gibi ideolojik olmayacak şekilde tasarlanacak... 


İtiraz 

Brennan’ın sorun olarak ele aldığı seçmenin bilgisizliği saptamasının bir çırpıda es geçilemeyeceğini,  beylik “popülist” sözlerle geçiştirilemeyeceğini düşünüyorum. İtirazım, sorundan çıkarıp önerdiği epistokrasinin, şu haldeki demokrasiden de geri adım olacağı. Öyle ya, genel gidiş hep “daha fazla katılma”(6) yönünde olagelmiş ise... Öncelikle, ilk akla gelebilecek olan itirazı dillendirelim. Uygulanması bir şekilde kabul ettirilse dahi, epistokrasi pratik olmayacaktır. Eğer pire için yorgan yakmak değilse amaç, katılımı kısıtlanan insan sayısının da, istatistiki olarak anlamlı bir fark yaratması için, hayli fazla olması gerekir. Gerçekten de Brennan’ın aklında geçen bu: Nüfusun önemli bir bölümü dışarıda bırakılacak. Mevcut haklar hakkındaki uzlaşımımız, öngörülebilir bir gelecekte dahi bu kadar insanın dışarıda bırakılmasına el vermeyecektir. Bilgi sınavının nasıl olacağı bir diğer büyük tartışma olacaktır. Sınavın şekli, sorular, barajın yüksekliği hepsi ayrı birer büyük tartışma kaynağı. Bazılarını dışarı koyduktan sonra bile, aşağı yukarı aynı parti repertuarından seçim yapacak isek seçmenleri dışlamanın mantığı nedir? Brennan bir liberteryan olarak kendi partisine “rasyonel” oyunu verecek; ama aynı partiye sırf keyfi olarak oy verecek kişiyi dışlayacak! Parti sistemleri aynı durduğu halde, seçmenleri dışlamanın pozitif getirisi nedir? Hali hazırda, politikacıların birçok alanı teknokrat yönetimine devrettiğini de biliyoruz. Yönetimin kısmen “emin” ellerde durmasını bu teknokrat veya bürokrat kurumlar sağlıyor. Medyanın, pazarlamanın, propagandanın rolü es geçiliyor. Tüm bu kurumların etkisi değerlendirilmedikten sonra faturayı cahil seçmene kesmek düşünce tembelliği oluyor.

Brennan’ın ele aldığı siyasal bilgisizlik konusu, özellikle bugünlerde öncelikli bir mesele. Brennan müzakereci demokrasinin zaten kısıtlı uygulandığı zamanlarda bile oldukça idealize halde kaldığını, gerçeklerle uyuşmadığını söylemekte zannımca haklı. Ancak sonuç siyasal hakların geri çekilmesi değil, zor olsa da gerçekleştirmeye çalışmanın farklı yollarını aramak olmalı.

Brennan’ın yanıt vermediği, oysa en merkezi sorunlardan biri, eğitimli olmanın ne demek olduğu.  Brennan herhalde kendinden tiplediği üniversite hocasının idealde tümüyle rasyonel olacağını iddia edebiliyor – hem de tüm bilişsel yanılgı ve hatalardan münezzeh olarak! Daha fazla eğitim; daha akil ve bilgece (wise), daha eleştirel karar vermeyi doğurur mu? Bunu genel düzeyde (aggregate) kabul etsek bile, istisnaların varlığı ilişkinin varlığını kuşkuya düşürüyor.  Türkiye şartlarında ise kötü örnekler değil, iyi örnekler istisna durumunda. Uzmanların daha iyi kararlar alacağını varsayamayız; kendi tercihleri (bias) olacaktır. Siyasal alan bir irrasyonalite alanı olduğundan, siyaseti yalnızca bilişsel yanılgılarla (cognitive bias) ve onların olmaması şeklinde anlayamayız. Asıl uzak durmasını öğrenmemiz gereken tehlike, kendine hoca süsü veren holiganlardır. Brennan, kitap boyunca papağan gibi, birtakım şaşmaz, uzlaşılmış “sosyal bilimsel bilgiler”den bahsedip duruyor. Genç de olsa, prestijli bir üniversite hocasının, sosyal bilimlerin felsefesinden bu kadar uzak olması yadırgatıcı. Dış ticaret politikalarında, göçmen politikalarında ya da herhangi bir başka alanda, sosyal bilimler sanki tartışmasız kabul edilmiş bilgiler üretmiş şekilde bir “bilimci” tutum kabul görecek bir şey değil. Bu daha çok kendi politika tercihlerini nesnel bilim söylemi altında kabul ettirmeye yeltenmek olabilir. Bilgi felsefesindeki hakikat üzerine tartışmalardan, sosyal bilimlerdeki ideoloji tartışmalarından bu kadar bihaber, bu kadar uzak bir metnin ciddiye alınacak bir yanı kalmıyor. 

Yinelemek istiyorum: Brennan’ın ele aldığı siyasal bilgisizlik konusu, özellikle bugünlerde öncelikli bir mesele. Brennan müzakereci demokrasinin zaten kısıtlı uygulandığı zamanlarda bile oldukça idealize halde kaldığını, gerçeklerle uyuşmadığını söylemekte zannımca haklı. Ancak sonuç siyasal hakların geri çekilmesi değil, zor olsa da gerçekleştirmeye çalışmanın farklı yollarını aramak olmalı. Siyasal alanın herhangi bir teknik alan olmadığı, toplumsal kurucu bir alan olarak önemsenmesinin gerektiği; siyasetin kirli bir şey olmadığı, siyasal ilgi ve katılımın erdemleri vurgulanmalı. Demokrasiye ve siyasete karşı çıkmak değil, onları önemseyip derinleştirmeye çalışılmalı. Elbette meşakkatli ve ucu açık bir mücadele alanı; bu haliyle prosedürel olarak demokrasinin bir değeri var. Demokrasi ve siyaseti bir “çıktı” meselesine indirgeyemeyiz. Brennan’a ve Aysun Kayacı’ya belki şunu diyebiliriz: Demokratik haklarımız, bireysel bile olsalar, ancak başka herkesin de eşit haklarıyla mevcudiyetini varsayarak, kolektif olarak kullanabildiğimizde anlamlıdır.(7) Sözümüzü, 1791 yılında Edmund Burke’e karşı Fransız Devrimini savunan büyük devrimci Thomas Paine ile bitirelim: “İnsan olarak benim hakkım olan şey aynı zamanda bir başkasının da hakkıdır; böyle olunca o hakka malik olmak kadar onu güvence altına almak da benim vazifem olur.”(8) 


Dipnotlar:

(1) Tiplemelerin asıl isimleri Hobbit, Holigan ve Vulcan (Star Trek’teki akıllı tür). Çevirirken değiştirmeyi tercih ettim. 

(2) Bu siyasal bilgi ölçümlerine ve yaklaşımına metodolojik ve epistemolojik birçok önemli itirazlar dillendirilmiştir. Ancak bunların, çıkan genel tabloyu tümden reddetmemizi gerektirecek bir sebep oluşturmadığını düşünüyorum. Ayrıca bkn. İlya Somin, Democracy and Political Ignorance, Stanford: Standford University Press, 2013; Rink Shenkman, Just How Stupid Are We? Facing The Truth About The American Voter, New York: Basic Books, 2008 ve artırabileceğimiz örneklerle bu durum ortaya konmakta. 

(3) J.A. Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy, London: Routledge, 2003, s.262

(4) B. Caplan, “The Myth of Rational Voter and Political Theory”. H. Landemore & J. Elster (der.) Collective Wisdom: Principles and Mechanisms, Cambridge: Cambridge University Press, 2012

(5) D.M. Estlund, Democratic Authority: A Philosophical Framework, Princeton: Princeton University Press, 2008, s.206-222 

(6) C. Eroğul, Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, Ankara: İmge Yayınları, 2001, s.29 

(7) C. Mouffe, The Return of the Political, London:Verso, 1993, s.19 

(8) T. Paine, İnsan Hakları, çev. Mehmet Osman Dostel, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1998, s.127-8

Güney Kore Solu

[Teori ve Politika websitesi, 2020]

 

Güney Koreli Bong Joon-ho’nun yönettiği Parazit (Gisaengchung) filmi 2019 yılının birçok sinema ödülünü toplayarak yıla damgasını vurmuştu. Kore toplumundaki sınıfsal ilişkileri ustalıkla ekrana yansıtmasıyla övgüler alan satirik, kara mizah filmi, “sol” perspektiften ele alan değerlendirmeler içinde, yetersiz, hatta olumsuz bulanlar vardı. Kimileri, alt sınıfların parazit olarak resmedilmesinde kusur ararken, asıl olarak filmin sonunun bir çıkış işareti göstermemesinden yakınıyor, toplumsal düzeni yeniden üretmekten öte gidemediğini söylüyordu. Hatta bazıları, filmin, çok çalışılırsa herkesin zengin ve başarılı olabileceği şeklindeki kapitalizm anlayışını destekler olduğunu iddia ediyordu. Filmin bu kadar “düz” okunmasındaki garipliği bir yana bırakırsak; bence asıl sorun, bu tür, milyon dolarlar harcanarak yapılan ana-akım filmlerin izleyici üzerinde ne etki etmesi gerektiğindeki önkabuller ve beklentilerimizdeki çarpıklık. Samsung’un kurucusunun, multi-milyoner sanat-sevici torununun yapımını üstlendiği, üretiminden dağıtımına devasa bir endüstrinin eleklerinden geçen bir filmden, son dakikasında Jidanov’cu idealist bir karakterin seyirciye doğru yolu göstereceğini mi bekliyorduk acaba? Yönetmenin önceki filmlerinden Snowpiercer’de (2013) ortaya koyduğu sınıfın kolektif bilinç ve eyleminin olasılığını, bir bilim-kurgudan günümüz dünyasına taşıması, maalesef, sadece gerçekçiliğini yok ederdi. Fazla mı sinik oldu? Öyle sanmıyorum. Bong Joon-ho başarılı bir yönetmen. Sosyoloji eğitimi almış, “fark yaralarını” tanımada ve aktarmada usta bir gözü olan, üniversite yıllarından itibaren, ülkesinin 80’lerdeki muhalif, bağımsız sinemacılar çevresi içerisinde yer almış birisi. Kendi açımdan, sadece karanlığa, içinde yaşadığımız gerçekliğe bir ışık tutması, üstelik bunu bütün dünyaya izlettirmesi yeterli. İşin esas kısmı, karanlığın nasıl dağıtılacağına dair iddia sahiplerine düşüyor. Bu yazıda da ona bakmaya çalışacağım. Güney Kore’de sol harekete, toplumsal yapısıyla birlikte ve zaman zaman da Türkiye’yle karşılaştırarak değineceğim.

1 Yönetmen Bong Joon-ho ile başkan Moon Jae-in

 

İç Savaş ve Anti-Komünizm

Güney Kore 15 Nisan 2020’de meclis seçimlerini gerçekleştirerek COVID-19 koşullarında bunu yapan ilk ülke oldu. Pandemiye karşı aldığı önlemlerle diğerleri için başarılı olarak gösterilen ülkede başkan Moon Jae-in’in (sosyal) liberal hükümeti, muhalefetteki muhafazakarlara karşı çoğunluğunu korudu. 1987’den itibaren sivil yönetime geçerek demokratikleşme adımları atmış olmalarına rağmen, bizim açımızdan belirtilmesi gereken en öncelikli husus, rejimin halen süren koyu anti-komünist karakteri. Aynen Türkiye gibi Soğuk Savaş yıllarında komünizme karşı ileri bir karakol olarak örgütlenmiş rejim, elbette bu özelliğini, Kuzey’deki soydaşlarıyla yaşadıkları kanlı savaştan ve yanı başlarında Kuzey Kore’yle yaşama durumunda kalmalarından alıyor. Görece liberal bir düzene geçilmesine, Doğu Bloku’nun çökmesine rağmen anti-komünizm devletin resmi ideolojisi olmayı sürdürüyor. 1948’de çıkarılan Ulusal Güvenlik Yasası ve oluşturulan istihbarat yapılanmalarıyla solun üzerinde koyu bir baskı kurulmuş durumda. Kuzeyle irtibatlı olduğu bahanesiyle yakın dönemde bile siyasi partiler kapatılıp, solcular ajan ithamıyla hapsediliyordu. Geçmişte, üzerinde sol yayınlar bulundurmanın yedi yıl hapisle cezalandırıldığı, solcuların kamuda ve büyük özel şirketlerde iş bulmasının olanaksız olduğu, binlerce kişinin siyasal haklarından men edilmiş olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. 2010’ların başında, ülke istihbaratının psikolojik operasyonlar dairesi, twitter’da sahte trol hesaplarıyla solcuları Kuzey Kore ajanı olarak göstermekle uğraşıyordu.

Muhakkak, Kore denilince, milat olarak Kore Savaşı’nı ele almak gerekecek. Fakat sol için biraz daha önceye, ülkenin Japon kolonyalizmi hakimiyetinde olduğu yıllara gitmek gerek. Hem ülke içinde, hem de Irkutsk ve Şanghay gibi ülke dışında yerleşik rakip komünist gruplar, 1925’te bir araya getirilerek Kore Komünist Partisi kuruluyor. İllegalite koşullarında Komintern tarafından yeniden yapılandırmalar yaşayan partinin, Japonlar çekildikten sonra Sovyetlerin girdiği kuzey bölgede kalan ve iktidarı alan kısmı 1946’da “Kuzey Kore İşçi Partisi” adını aldı. ABD kontrolündeki güneyde ise komünistler, birleştikleri diğer gruplarla beraber “Güney Kore İşçi Partisi” oldu. ABD kendi bölgesindeki komünistlerin önünü tıkıyor, sağ milliyetçi kesime ise yardım ediyordu. Komünistler 1947’de ülkenin dağlık bölgelerinde gerilla mücadelesi başlatınca da yasaklandı. Kıtlık, baskı ve çatışmalarla geçen üç yılın ardından, 1948’de solun tanımayıp boykot ettiği seçimleri, milliyetçi kesimin lideri, Harvard ve Princeton mezunu Syngman Rhee kazandı. Yeni yönetim, meşum Ulusal Güvenlik Yasasıyla her türlü potansiyel komünist örgütlenmeyi ölüm cezasına varan derecelerde suç haline soktu. Zaten Jeju adasında yaptığı katliamda olduğu gibi binlerce insan yargısız katlediyordu. Geçmişte Japon kolonyalizmine hizmet etmiş kadroları (subaylar, polisler, valiler vb.) tekrar Güney Kore devlet aygıtına hakim kıldılar.  

Haziran 1950’de Kim Il-Sung 38. paraleli aşarak güneye ilerlediğinde aslında bu, güneyde devam eden bir iç savaşın uzantısıydı. İçlerinde 721 Türk askerinin olduğu üç milyona yakın insanın öldüğü savaş bittiğinde güneyde komünistler bütünüyle tasfiye edilmişti. Güney Kore İşçi Partisi’nin önde gelen kadrolarını da bizzat Kim Il-Sung tasfiye etti. Diğer ılımlı sol idelojiler de savaş sonrası eskisine nazaran çok daha ufak çıkabildi. Ülkede yalnız muhafazakarların ve milliyetçilerin örgütlenmesine izin verildi. Sendikalar, işçilerin kendi örgütlenmesi olmak yerine, devletin anti-komünizmi hakim kılmak için kurduğu örgütlerdi.

Başkan Rhee yönetimi, 1956’da “İlerici Parti” adında, merkez sol çizgide bir partinin kurulmasına izin vermişti. Eski komünistleri de içeren bu parti seçimlerde sürpriz şekilde yüksek bir oy (%30) alınca, 1959’da partinin popüler lideri Cho Bong-am casusluk suçlamasıyla idam edildi, parti de kapatıldı. [2007’de Hakikat Komisyonu Bong-am’ın idamının rejimin uydurma bir tezgahı olduğunu ilan etti. 2011’de de Yüksek Mahkeme masumiyetini iade etti.] İki dönem kuralını tekrar seçilmek için değiştiren, seçimlerde hile yapmaya teşebbüs eden Rhee’nin sonunu Nisan 1960’daki öğrenci protestoları getirdi. 19 Nisan’daki gösterilerde 180’in üzerinde kişi ölmüştü. Gösterileri durduramayan güvenlik güçleri, emirlere uymayı reddedince Rhee’nin devri kapanmış oldu. 26 Nisan’da Rhee ülkeden kaçtı. 27 Nisan’da, yani Rhee’nin Kore’de Adnan Menderes’e liyakat nişanı vermesinden tam iki sene sonra, İsmet İnönü meclis kürsüsünden “Bir baskı rejimi kurulduğu zaman onu kuranlar, artık bir mukavemet kalmayacak zannederler. Bizdeki baskı rejimini kuranlar da öyle zannediyorlar. Bizim görüşümüz farklıdır: Baskı tertipçileri bilsinler ki, Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli değildir.” diyecekti. Bu sırada meclis karışmış, zabıta geçmeyen sözleri nedeniyle kendisine on iki oturum meclisten men cezası verilmişti. Aynı gün, İstanbul Tıp Fakültesi öğrencilerinin toplantısı, G. Kore öğrencilerine destek mesajı çekilmek istenmesi üzerine polis tarafından basılmış; bunun üzerine öğrenciler bir sonraki gün yeniden toplanma kararı almıştı. 28 Nisan olayları da Demokrat Parti’nin sonuna zemin hazırlayacaktı.

Rhee’nin Hawai’ye kaçmasından sonra görece liberal bir İkinci Cumhuriyet dönemi yaşansa da, bu kısa dönem askeri darbeyle kesildi. Aynı dönemde Türkiye’de darbeyi yapan askerler, bir süre sonra gerilerinde Anayasa Mahkemesi, MGK, Devlet Planlama Teşkilatı vs. yenilikleri içeren bir anayasa bırakarak çekilirken; Güney Kore’de general Park Chung-hee ülkeyi, kendisinden sonra bile devam eden 26 yıllık bir askeri diktatörlüğün içine soktu. Japon eğitimi almış darbeci Park, aslında 1948’de komünist olmaktan idam cezası almış ama infazı durdurulmuş, ordudan uzaklaştırılmakla yetinilmiş bir subaydı. Daha sonra tekrar orduya alınacak, savaşta değerlendirilecek, ABD’de eğitilecek ve sıkı bir anti-komünist olacaktı. Park sadece içeride değil dışarıda da bu özelliğini gösterecekti. Vietnam’a savaşmak için 300.000 kişilik Güney Kore birliği göndermişti. [G. Kore, askerlerinin karıştığı doksan kadar katliamda öldürülen siviller için özür dilemeyi reddediyor. Vietnam da ekonomik işleri bozulmasın diye konuyu açmıyor.] 1966-69 arasında da silahsızlandırılmış bölgede ve içeri sızdıkları bölgelerde Kuzey Kore’yle düşük yoğunluklu çatışmalar yaşanıyordu.

2 Park Chung-hee

Park diktatörlüğü, o bildiğimiz G. Kore ekonomik mucizesini yarattı; bunu yaparken toplumu demir yumruğu altında şekillendirdi. Yoğun sansür altında tutulan kültürel alanda, örneğin G. Kore sineması, anti-komünist materyal üreten fabrikalarından biri gibi çalışıyordu. Ülkedeki film endüstrisi, dünyada anti-komünist filmler kategorisini tek başına doldurabilecek düzeydeydi. Savaş ve casusluk filmlerinde, komünistlerin yaptıkları vahşetler, ülkeye sızan casuslar, gece karanlığında birbirleriyle haberleşmeleri vs. konu alınıyordu. Ana hedef kitle, çocuk ve gençlerdi. Bütün eğitim sistemi komünizm aleyhtarı marşlar, posterler, aktivitelerle doldurulmuştu. Sık sık tatbikatlar yaptırılıyordu. Bizdeki gibi, erkekler için tümüyle militarize bir toplumdu. İki yılı aşan zorunlu askerlik vardı. Geleneksel, konfüçyüscü aile yapısında vatana komünizmle savaşacak erkek doğurmak önemliydi fakat ekonomik gelişme daha öncelikliydi. 1960’larda 6 gibi çok yüksek olan doğurganlık oranını, 1980’ler sonu 1,6’ya dek indirerek beslenecek ağız sayısını da düşürdüler.

Güney Kore, Türkiye ile karşılaştırmalarda sıklıkla kullanılan bir ülkedir. Hep denildiği gibi, 1960’ların başında G. Kore, kuzeyden daha da aşağıda, Afrika ülkeleri düzeyinde bir gelişmişlik seviyesine sahipti. Çoğu göstergesi Türkiye’nin gerisindeydi. Savaş sonrası tahrip olmuş, doğal kaynaklar yoksunu bir ekonomik altyapı ABD’nin maddi katkılarıyla ayakta duruyordu. Park yönetimindeki kalkınma, devletin ekonomiye doğrudan müdahaleleri ile mümkün oldu. Ülkenin büyük aile holdingleri olan chaebol’ları (GSMH’nın %80’ini üretecek Hyundai, Samsung, LG, Daewoo vs. gibi dev şirketler) devlet koordine ediyor ve yönlendiriyordu[i] (planlama, yatırımların belirlenmesi, krediler, vergi teşvikleri, altyapı hizmetleri vb. şeklinde). Yönetim aynı nüfus planlamasında olduğu gibi, eğitiminin yaygınlaştırılmasında da başarılı oldu. İlk başta tekstil gibi emek-yoğun sanayilerle, ihracata dayalı bir büyüme modelinde karar kılınmıştı. Daha sonraki yıllarda demir-çelik, petrokimya, otomotiv ve gemi yapımı gibi ağır sanayiye yöneldiler. Nihayetinde elektronik gibi yeni teknolojilere yatırım yapıldı. Japonya’nın finansal ve teknolojik katkısı önemliydi. Ayrıca, demir yumrukla yöneten liderin popülist politikalara prim vermesine, geniş nüfus kesimlerine rantiyeler dağıtmasına gerek yoktu. Kapsamlı sosyal politikalar, sosyal güvenlik sistemi, devlet bütçesine ek giderler bulunmuyordu. Hızla büyüyen şehirleri beslemek için başta pirinç olmak üzere tarımsal üretimin arttırılması (daha verimli tohum türlerinin çiftçilere benimsetilmesiyle) başarılmış, fiyatları aşağıya çekilmişti. Savaş sonunda bütün ülkeyi kapsayan bir toprak reformu yapılmış olduğundan, kırsal alanlarda hoşnutsuzluk olasılığı azaltılmıştı. Toprakları satın alınan ağalar da bu şekilde sanayici yapılmıştı.

Kore mucizesini, “Han nehri mucizesini” şöyle özetleyebiliriz: işçi sınıfı ücretlerinin askeri diktatörlükle baskılanması sonucu yaratılan sanayileşme ve ihracata dayalı, görece eşitlikçi yol. Sosyal devletin en asgari düzeyde olduğu, bu tür mevzuların aile olarak adlandırılan şirketlerin kendisine devredilmiş olduğu, uzun çalışma sürelerinin, cehennemi çalışma koşullarının olduğu, yüksek iş kazalarının yaşandığı, fakirliğin etkilerinin ancak aile içi dayanışma ile yumuşatıldığı bir birikim rejimi. Baştan sona tüm ülkenin havuç ve sopa mekanizmalarıyla iliklerine kadar çalıştırıldığı, tüketim yerine tasarrufun özendirildiği bir düzen. Eski suçluların, fahişelerin, çapulcu ve evsizlerin, kimsesi olmayan öksüzlerin toplanıp bedavaya çalıştırıldığı bir ülke. Konfüçyüscü ve milliyetçi çalışma etiği, buna moral bir ideolojik zemin oluşturuyordu.

1970’te 22 yaşındaki Jeon Tae-il, tekstil atölyesindeki çalışma koşullarını protesto etmek için kendini yakarak intihar etmişti. “Arkadaşlarımın cehennemde çalışmalarına daha fazla bakmaya dayanamıyorum. Ufak bir delik açacağım duvarda. Ben öldükten sonra işçi ve öğrenciler birleşecek. Anne, deliği büyüt. İşçiler için ışığı büyüsün” diye not bırakmıştı. Tae-il o yıllarda kıvılcımlanan işçi hareketinin manevi önderlerinden birisi olacaktı. Yetmişlerin sonunda öğrenci ve işçiler arasında hoşnutsuzluklar, artık büyük ölçeklerde açığa çıkmaya başladı. Ekim 1979’da gösteriler sıkıyönetimle bastırılabildi. O güne kadar dış kaynakları kolayca elde etmiş yönetim, diğer ülkelerde olduğu gibi bir stagflasyon ve dış borçları çevirme noktasında döviz sıkıntısına girmişti. Tam da o sırada, 26 Ekim’de Park, yemek masasında kendi adamı, istihbarat başkanı tarafından öldürüldü. Ülkedeki kaos, 1980 Mayıs’ında farklı şehirlerde patlak veren öğrenci protestolarıyla zirveye ulaştı.  18 Mayıs 1980’te Kwangju şehrinde, öğrenci gösterileri şeklinde başlayan protesto eylemleri kısa sürede halkın polislerin çatıştığı bir ayaklanmaya dönüştü. Halkın üzerine ateş açan ordu birlikleri bir süre sonra şehir merkezinden çekilse de askerler, ablukaya alınmış şehre 27 Mayıs’ta tekrar girerek ayaklanmayı kanla bastırdı. 200 ile 3.000 kişi arasında ölüm olduğu tahmin ediliyordu. Birkaç yıl içinde on binlerce kişi tutuklanıp, “ıslah kamplarına” yollanacaktı.

*

Kore’de bunlar yaşanırken Türkiye’de Ecevit hükümeti daha ağır bir krizi yaşıyordu. İran devrimi sonrası stratejik olarak daha da önemli hale gelen Türkiye’ye yardım konusunda ise ABD ve F. Almanya, kredi vermek için IMF olurunu şart koşup işi yokuşa sürerek, Ecevit’i oyalayıp zor duruma düşürmüştü. Demirel’in 24 Ocak 1980 kararlarıyla ithal ikamecilik yerine ihracata yönelik modele geçilebildi. Kore’den epey geç başlanılmış bu yola 12 Eylül askeri darbesiyle devam edilecekti. Anne Krueger gibi Dünya Bankası/IMF ekonomistlerine inanacak olursak Türkiye, G. Kore modelini izlemekte çok geç kalmıştı.

G. Kore ise Türkiye’ye nazaran dış finansmanı daha kolay bulabilmişti. Japonya ve özel kuruluşlardan elde edilen kaynaklar için, Türkiye’de olduğu gibi büyümeden feragat edilmesine, kemer sıkma koşullarına da katlanmak zorunda kalmadılar[ii]. 

Kenan Evren, Haziran 1958’de intikal ettiği Kore’de bir yıl görev yapmıştı. Orada büyük bir trafik kazası geçirmişti. “Kazada araç o kadar harap olmuştu ki, tamir kabul etmediğinden kaydı silinmişti. Öldürmeyen Allah yine öldürmemişti.”[iii] Aralık 1982’de bu kez devlet başkanı olarak tekrar gitti. Mevkidaşı, yeni lider general Chun Doo-hwan’dan o da nişanlar aldı. Kwangju katliamındaki rolü nedeniyle 1996’da idama mahkum edilen, fakat cezası affedilen Chun Doo-hwan baskı açısından Park’ı aratmasa bile, daha değişik bir strateji izleyecekti. Bu yıllarda “3S” öne çıkarıldı: seks, spor ve ekran (screen). Önceki Park yönetimi koyu bir sansür ve sofuluk sunarken, 80’lerdeki askerler seks filmi furyasına izin verdi, teşvik etti. Bu tür filmler popülerleşirken, beyzbol ve futbol ligleri, takımları kuruldu. Olimpiyatlara ev sahipliğine talip olundu. 1980’ler sonuna doğru yükselen öğrenci ve işçi muhalefeti karşısında askeri rejim, 1987’de serbest seçimlere izin vermek zorunda kaldı. Bir nevi, Brezilya’daki durum yaşanıyordu. Kademeli olarak demokratik adımlar atıldı.

3 1987'de işkenceyle öldürülen üniversite öğrencisinin cenaze töreni

Demokrasi ve 1997 Krizi

Ülkede askeri yönetime son verilmesine katkı sunan bu denli güçlü bir işçi ve öğrenci hareketi varken (kısaca “minjung” yani halk/kitleler hareketi olarak bilinen), sol bunu siyasal bir yapıya dönüştüremedi. Anti-komünizm siyasal kültürde hala güçlüydü. Sivil toplumculuk, insan hakları savunuculuğu gibi yönelimler öne çıktı. Ekonomik açıdan da, küreselleşmeye uyum adına, finansal serbestleşme adımları atıldı, iç korumacılık kaldırıldı. Kalkınmacı devletten neo-liberal politikalara geçiş, öncesi olmakla birlikte, esasen askeri yönetim ardından yönetimi ele alan sivillerce uygulandı. Ülkeye bu yıllarda akan küresel sermaye, 1997’de hızlı biçimde geri çıkmaya başladığında iflastan kurtulmak için IMF kapısını çalmak zorunlu oldu. O zaman için rekor bir meblağ olan 57 milyar dolarlık paket, ekonomistlerin ortak görüşüne göre, kalkınmacı devlet modelinin de sonu olmuştu. Bir kısmının iflas etmesine, yabancılar tarafından satın alınmasına izin verilen chaebol’larla devlet arası ilişkiler yeniden düzenlendi.

1997, günümüz Güney Kore’sini anlamak açısından önemli bir dönüm noktası. Kimi zorluklar (iflaslar, ani işsizlikler, artan intiharlar, evsizlerin artışı) kısa sürede kısmen atlatıldı, dört beş yıl içinde IMF borçları ödendi[iv]; fakat 1997 işçi sınıfı için kalıcı hasarlar demekti: esnekleştirme, güvencesizleşme, hem sınıf-içi hem de sınıflar arası eşitsizliğin, yoksulluğun artması gibi. Sorun, neo-liberal modelin düzenli, kalıcı ve “iyi” işler yaratamaması ve yarattığı işlerin, eğitimi sisteminden geçmiş nitelikli işgücü arzını karşılayamamasıydı. Kore zaten kendi hesabına çalışanların oranının yüksek olduğu bir ülkeydi. (Bunlar daha çok hizmet sektöründe, küçük lokantalar şeklinde. Sektöre girişin kolay olduğu, fakat iflas/batmanın da aynı şekilde yüksek olduğu işler.) Geriye doğru bakınca 1997, şimdiki prekaryalaşmanın altyapısını hazırlamış oldu.

*

Demokratikleşmeyle, merkezci güçlerin kademeli olarak baskın çıktığını belirtmiştim. 1997 krizi ardından sendikal harekette solun tekrar bağımsız ve yeni bir parti halinde örgütlenmesi düşüncesi olgunlaştı. 2000’de kurulan “Demokratik İşçi Partisi”, dört yıl sonra %13 oy alarak meclise 10 milletvekili sokma başarısı gösterdi. Oy tabanını genişletemeyen parti, fraksiyonlar arası mücadelelere sahne oldu (G. Kore solunun ağırlıklı kısmı Kim-il-Sung’culuk denebilecek Kuzey Kore ideolojisine yakınlık duyanlardan oluşuyor. Öncelikli hedefleri, yarımadanın birleştirilmesi olan “Ulusal Kurtuluş” adındaki bu grubun karşısında, daha klasik sol “Halk Demokrasisi” grubu vardı.) 2011’de çeşitli birleşmeler sonucu “Birleşik İlerici Parti” kuruldu. Fakat Güney Kore hükümeti 2013’te partinin olası bir Kuzey işgali sırasında onlarla işbirliği planı yaptığını iddia ederek, kapatılması için mahkemeye başvurdu. Anayasa Mahkemesi de 2014 Aralık ayında partiyi kapattı.

Şu anda, o gelenekten esas olarak “Minjung” partisi faal durumda. Ağırlıklı olarak dar bölgeli çoğunluk sistemi uygulanan son seçimlerde parti, ülke genelinde %1 civarı oy aldı. Birleşik İlerici Parti’nin kapatılması ardından kurulan bir diğer sol parti, “Adalet Partisi”. Daha ılımlı olan bu parti, ülke genelinde %10’la üçüncü parti durumunda olsa da seçim sistemi nedeniyle sadece 6 milletvekili çıkardı. Sendikal hareketten gelen lideri Sim Sang-jung, geçmişte, hakchul denilen öğrenci aktivistlerdendi. (Bu öğrenciler, işçi sınıfıyla bütünleşmek için, ayrıcalıklı konumlarını bir yana bırakıp fabrikalarda çalışmaya başlardı.)

Şu haliyle sol, ülkede liberal ve muhafazakar kampların ardından gelen üçüncü güç durumunda. Siyasi partilerin kurumsallaşmadığı ülkede, siyaset daha çok kişiler üzerinden ve onların bölgesel şebekeleri üzerinden işliyor. Örneğin diktatör Park, yatırımları kendi bölgesi güneydoğuya kanalize ederek, orada taban yaratmıştı. Ülkenin güneybatısı, yatırımlardan pay alamadığı için onlar da daha çok liberal/sol adayları destekler hale geldi. 2010’larda ülkeyi yönetmiş muhafazakarlardan, Park’ın kızı Park Geun-hye yolsuzluk ve kayırmayıcılık skandalları ertesi azledilmişti. Yeni Moon Jae-in yönetimi daha şeffaf ve hakkaniyetli bir yönetim vaat etmiş, asgari ücreti yükselteceği, taşeronlaşmayı tersine çevireceği, zayıf sosyal politikaları genişleteceği sözüyle iktidar olmuştu. İşin ilginci, bu kez yeni kabinedeki adalet bakanının skandallara karıştığı, kızının iyi okullara girmesi için evrakta sahtecilik yaptığı ortaya çıktı.

Ülkede sol hareket, Park’ı azil sürecine iten, aylar süren kitlesel “mum ışığı” gösterilerinin hedeflerini sahiplenmekte. Parazit filminde işlenen durumu anlamak için bu devasa gösterilerin neye karşı düzenlendiğine, bu hoşnutsuzluğun kaynağına bakmamız gerekir. 

 

Gangnam Style vs. Hell Joseon

Kore toplumu, birkaç kuşak öncesine göre artık çok daha değişik bir toplum. Pirinç stoklarını idareli kullanmak için resmi olarak haftanın bazı günleri pirinçten tasarruf edilen eskisi yok. Doksanlardan bu yana, tüketmenin, bireyciliğin ve rekabetin erdem olarak sunulduğu; meşhur olan şarkıdaki gibi, Seul’un zengin Gangnam muhitindeki gösterişçi tüketim ve yaşam stilinin her alanına nüfuz ettiği, alt sınıfların da bu işe bir ucundan katılmaya çalıştıkları, bu şekilde eşitsizliklerin arttığı ve görünür hale geldiği bir toplam var. Bu tüketimden pay almak için herkesin bir şekilde kendini geliştirmesi, kendini pazarlaması gerekiyor. Neo-liberal (öz)müteşebbislik dünyasında, sadece eğitime değil, bedeninize de kusursuzluk yolunda abartı bir yatırım yapmanız isteniyor (spor salonları, vücut geliştirme, güzellik ve sağlık merkezleri, plastik cerrahi vs.). Yarıştan geri kalmak istemeyen alt ve orta sınıfların önündeki tek yol, daha fazla borçlanmak oluyor (öğrenim kredisi, tüketim kredisi, kredi kartları).

Güney Kore, sınıf atlamak için eğitimin şart ve yeterli olacağı inancının yerleşik olduğu bir toplumdu. Meritokrasiye bu kadar iman edilen ülke, dünyada okullaşma oranı, yüksek öğrenime erişim alanında hem nitelik hem de niceliksel açıdan en önde gelen ülkelerden biri haline geldi. Ama yakın zamanda meritokrasinin pembe dünyası çatırdamaya başladı. Üst sınıflar ve siyasetçiler kendi aralarında ayrıcalıklarını, imtiyazlarını hem piyasa kuralları içinde hem de iltimaslarla, illegal yollardan koruyorlardı. Bir taraf “altın kaşık”la beslenirken, çoğunluğa hatta orta sınıflara da “kirli kaşık” kalıyordu. İşte son yıllarda, sosyal medyada genç kuşak arasında yaygınlaşan “Hell Joseon” söylemi bunu resmediyor. Muhafazakar/milliyetçi/rekabetçi kültürden bunalan gençler ülkelerini bir cehennem olarak tasvir edip, bir an önce buradan kaçmak istiyordu[v]. Önlerinde, meritokrasinin vaatlerine karşın, prekaryalıktan başka bir seçenek görünmüyordu.

Ülkede işsizlik düşük olsa da, gençler arasında %10. İşsiz kategorisinin dışında, aktif olmadığı için işsiz sayılmayanlar da oldukça çok. Bu grup, daha az prestijli işlerde başlamak yerine okulu uzatan, CV’yi zenginleştirmeye çalışıp, spec denilen kalifikasyonları kazanmaya çalışanlar; ardı ardına kurum sınavlarına başvuranlar. Herkesin İngilizce öğrenmesinin neredeyse bir zorunluluk olduğu yerde, zenginseniz, yurtdışında geçirilecek zaman büyük bir artı kazandırıyor ve moda halini almış durumda (Babanın Kore’de çalışmaya devam ettiği, anne ve çocukların ise eğitim için yurtdışında yaşadıkları, yılda birkaç kez toplanabilen zengin ailelere, “yaban kazı aileleri” deniliyor).

Yalnız herhangi bir üniversite bitirmek de yetmiyor. Haekbol denilen eğitimin toplumsal statüsüne göre, iyi işler için SYK şeklinde kısaltılan üç prestijli üniversiteden mezun olmanız gerekiyor -eskiden bunlara Harp Akademisi de ekleniyordu. Bizde olduğu gibi, hatta daha da aşırı halde, çocuklar küçük yaştan itibaren sınav maratonlarından geçiriliyor. Üniversite giriş sınavı, her yıl kendi başına büyük bir olay sayılıyor, gürültüyü önleme adına o gün uçak seferleri bile iptal ediliyor.1980’de popülerliklerini yeniden kazanmak isteyen askerler, yoksullara eşitsizlik yarattığı için, özel eğitimi yasaklanmıştı. 1999’da Anayasa Mahkemesi bu yasağı kaldırdı. Hagwon denilen dershaneler yeniden açıldı. Üniversite öğrencilerinin özel ders vermesine izin verildi. Aile bütçelerinde eğitim harcamalarının oldukça yüksek payı olan ülkede, herkes kendince çocuğuna iyi eğitim aldırmak istiyor. Bunu sağlayamayan aileler suçluluk duygusu yaşıyor; özellikle anneler, çocukların eğitimi için saçını süpürge eden “cefakar anne” sosyal rolüne bürünme durumunda kalıyorlar. 

Herşeye rağmen, ebeveynlerin çocuklarının kendilerinden daha iyi imkanlara kavuşacakları düşüncesine inanç azalıyor. Gençler artık daha uzun süreler boyunca ailelerinin yanında yaşamaya devam ediyor. İşsiz, evlenmeye ve aile kurmaya parası olmayan ve zamanla bu umutlarını da bir yana koyan gençler mecburen geç evleniyor. Emlak piyasasındaki uçuk değerlenişler, Seul’deki soylulaştırma, ev kiralamadaki sistemin ortalama iki yıllık kiranın peşin ödenmesi şeklinde oluşu, özellikle genç ve yoksul nesil için ağır bir maddi yük oluşturuyor. Gençlerin yarısı, uzun yıllar çalışsalar bile bir ev satın alamayacaklarını düşünüyorlar. Geleneksel olarak, erkeklik idealinin bir aile kurmak ve ileride büyüklerine bakabilmek, onları onurlandırmak olduğu bir toplumda, evlilikler ve doğurganlık oranı azalıyor. 1,1 gibi dünyada en düşük doğurganlık oranlarına düşülmüş durumda. Kariyer, aile, çocuk, ev, mutluluk vb. vazgeçtikleri şeylerin sayısıyla tanımlanan bir nesil var artık: 3-po, 5-po, N-po gibi…

Sadece genç kuşak değil, yaşlı nüfus da yoksullukla boğuşuyor. Genelde %17’ler civarı olan nispi yoksulluk, yaşlılar arasında yarıya yaklaşıyor. Ülkenin birinciliğe oynadığı konulardan bir diğeri de OECD ülkeleri içinde en başta olan intihar oranları. Son zamanlarda, kamuoyunda tanınan bazı siyasetçi ve popüler kültür ikonunun intiharı, konuyu ülkenin ilk gündem sıralarına taşıyor. Öznel mutluluk değerlendirmelerinde de ülke, karşılaştırmalı olarak geliriyle orantılı bir mutluluk düzeyinin altında seyrediyor. Belki en önemli sebeplerinden arasında, halen uzun çalışma süreleri, işte ve ulaşımda yaşanan yıpranma, stres, nüfus yoğunluğu, sıkışık yaşam alanları bulunuyor. Bir tarafta ülkenin dışarıya ihraç ettiği bir Kore dalgası, marka imajı var (Kore dizileri, K-Pop, Kore sineması); diğer tarafta da ülke cehenneminden kaçıp kurtulmak isteyenler.

Aslında istatistiksel olarak bakılacak olursa, başta görece eşitlikçi olan başlayan ve doksanlardan itibaren gini katsayısı olarak ölçülen eşitsizliğin artışı (0,35 civarı), halen OECD ortalaması düzeyinde. Bu bakımdan ülke, Latin Amerika, ABD ve hatta Çin’deki eşitsizlik seviyelerinden uzakta sayılır. Güney Kore, mucizevi bir şekilde zenginleşmiş ve alım gücü yüksek olsa da, süregelen eşitsizlikler ve “fark yaraları” infial doğuruyor ve insanlar artık ekonomik alanda da eşitlik ve demokrasi talep ediyor. Babanız Kore havayollarının başında olsa da, şımarıklık yapıp kabin görevlisini ezdiğiniz ya da çocuklarınızı sınavla girilen elit okullara torpil yoluyla yerleştirdiğiniz basına yansıdığında, bizde pek rastlanmayan toplu eylemler doğurabiliyor bu durumlar. Bu farkındalık, ülkede bir Zeitgeist[vi] halini almış ve işte bu nedenle, Bong Joon-ho’nun da aralarında olduğu sinemacılar tarafından incelikle işleniyor. Evrensel olan, bize çok tanıdık genel sorunu, Kore özeli üzerinden hepimize izlettirmeyi başarıyorlar.

 

Hasan KESER



[i] I. Oh ve R. Varçın, bunu Türkiye’de askeri bürokrasinin başarılı olamadığı (veya niyeti olmadığı) ama G. Kore’de yaşama geçirilmiş bir “tepeden mafya devleti” olarak kavramlaştırıyor. Piyasa güçlerine koruma sağlayarak onlardan haraç alıp, onları yönlendirme hatta istediği zaman müsadere etme anlamında. I. Oh & R. Varçın, “The Mafioso State: State-Led Market Bypassing in South Korea and Turkey”, Third World Quarterly, 23(4):711-723, 2003

[ii] G. Kore devletinin dış emperyal merkezlere bağlantılarının Türkiye’ye göre daha “yoğun” ve kuvvetli oluşunun, içeride toplumsal gruplara karşı kendisine sağladığı otonomi için bak. Z. Öniş “International Context, Income Distribution and State Power in Late Industrialization: Turkey and South Korea in Comparative Perspectives”, New Perspectives on Turkey, 13:25-49, 1995

[iii] Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları, 1990, s.114

[iv] 1997 şokunun yaralarının sarılıp, halkın bir anlamda yeniden moral kazanmasının bir tezahürü 2002 Dünya Kupası ev sahipliği, turnuvada G. Kore takımının başarısı ve buna eşlik eden yeni bir milliyetçilik dalgasıydı. Bu vesile de Türkiye ile örtüşebilecek bir değerlendirme konusu olabilir.

[v] Bu noktada da, aramızdaki benzerlikler için Türkiye’deki popüler bir internet mecrasında yıllardır “Türkiye’den siktir olup gitmek” başlığı altında süren tartışmalara işaret etmeyi uygun görünüyor. Uzun yıllar süren milliyetçi muhafazakar bir restorasyon ve yandaş kayırmacılığı döneminde liyakat beklentileri yıkılan gençler ve orta sınıflar açısından çok benziyor.

[vi] Y. Kim (der.) Korea’s Guest for Economic Democratization: Globalization, Polarization and Contention, Palgrave Macmillan, 2018, s.2. Yararlandığım birçok kaynak arasında en derli toplu derlemenin bu olduğunu söyleyebilirim.