[Teori ve Politika websitesi, 2020]
Güney Koreli Bong Joon-ho’nun yönettiği Parazit (Gisaengchung) filmi 2019 yılının birçok
sinema ödülünü toplayarak yıla damgasını vurmuştu. Kore toplumundaki sınıfsal
ilişkileri ustalıkla ekrana yansıtmasıyla övgüler alan satirik, kara mizah filmi,
“sol” perspektiften ele alan değerlendirmeler içinde, yetersiz, hatta olumsuz
bulanlar vardı. Kimileri, alt sınıfların parazit olarak resmedilmesinde kusur ararken,
asıl olarak filmin sonunun bir çıkış işareti göstermemesinden yakınıyor,
toplumsal düzeni yeniden üretmekten öte gidemediğini söylüyordu. Hatta
bazıları, filmin, çok çalışılırsa herkesin zengin ve başarılı olabileceği
şeklindeki kapitalizm anlayışını destekler olduğunu iddia ediyordu. Filmin bu
kadar “düz” okunmasındaki garipliği bir yana bırakırsak; bence asıl sorun, bu
tür, milyon dolarlar harcanarak yapılan ana-akım filmlerin izleyici üzerinde ne
etki etmesi gerektiğindeki önkabuller ve beklentilerimizdeki çarpıklık.
Samsung’un kurucusunun, multi-milyoner sanat-sevici torununun yapımını
üstlendiği, üretiminden dağıtımına devasa bir endüstrinin eleklerinden geçen
bir filmden, son dakikasında Jidanov’cu idealist bir karakterin seyirciye doğru
yolu göstereceğini mi bekliyorduk acaba? Yönetmenin önceki filmlerinden Snowpiercer’de (2013) ortaya koyduğu
sınıfın kolektif bilinç ve eyleminin olasılığını, bir bilim-kurgudan günümüz
dünyasına taşıması, maalesef, sadece gerçekçiliğini yok ederdi. Fazla mı sinik
oldu? Öyle sanmıyorum. Bong Joon-ho başarılı bir yönetmen. Sosyoloji eğitimi
almış, “fark yaralarını” tanımada ve aktarmada usta bir gözü olan, üniversite
yıllarından itibaren, ülkesinin 80’lerdeki muhalif, bağımsız sinemacılar
çevresi içerisinde yer almış birisi. Kendi açımdan, sadece karanlığa, içinde
yaşadığımız gerçekliğe bir ışık tutması, üstelik bunu bütün dünyaya
izlettirmesi yeterli. İşin esas kısmı, karanlığın nasıl dağıtılacağına dair
iddia sahiplerine düşüyor. Bu yazıda da ona bakmaya çalışacağım. Güney Kore’de
sol harekete, toplumsal yapısıyla birlikte ve zaman zaman da Türkiye’yle
karşılaştırarak değineceğim.
1 Yönetmen Bong Joon-ho ile başkan Moon Jae-in
İç Savaş ve Anti-Komünizm
Güney Kore 15 Nisan 2020’de meclis seçimlerini
gerçekleştirerek COVID-19 koşullarında bunu yapan ilk ülke oldu. Pandemiye
karşı aldığı önlemlerle diğerleri için başarılı olarak gösterilen ülkede başkan
Moon Jae-in’in (sosyal) liberal hükümeti, muhalefetteki muhafazakarlara karşı
çoğunluğunu korudu. 1987’den itibaren sivil yönetime geçerek demokratikleşme
adımları atmış olmalarına rağmen, bizim açımızdan belirtilmesi gereken en
öncelikli husus, rejimin halen süren koyu anti-komünist karakteri. Aynen
Türkiye gibi Soğuk Savaş yıllarında komünizme karşı ileri bir karakol olarak
örgütlenmiş rejim, elbette bu özelliğini, Kuzey’deki soydaşlarıyla yaşadıkları kanlı
savaştan ve yanı başlarında Kuzey Kore’yle yaşama durumunda kalmalarından
alıyor. Görece liberal bir düzene geçilmesine, Doğu Bloku’nun çökmesine rağmen
anti-komünizm devletin resmi ideolojisi olmayı sürdürüyor. 1948’de çıkarılan Ulusal
Güvenlik Yasası ve oluşturulan istihbarat yapılanmalarıyla solun üzerinde koyu
bir baskı kurulmuş durumda. Kuzeyle irtibatlı olduğu bahanesiyle yakın dönemde
bile siyasi partiler kapatılıp, solcular ajan ithamıyla hapsediliyordu.
Geçmişte, üzerinde sol yayınlar bulundurmanın yedi yıl hapisle
cezalandırıldığı, solcuların kamuda ve büyük özel şirketlerde iş bulmasının
olanaksız olduğu, binlerce kişinin siyasal haklarından men edilmiş olduğu bir
ülkeden bahsediyoruz. 2010’ların başında, ülke istihbaratının psikolojik
operasyonlar dairesi, twitter’da sahte trol hesaplarıyla solcuları Kuzey Kore
ajanı olarak göstermekle uğraşıyordu.
Muhakkak, Kore denilince, milat olarak Kore Savaşı’nı ele
almak gerekecek. Fakat sol için biraz daha önceye, ülkenin Japon kolonyalizmi
hakimiyetinde olduğu yıllara gitmek gerek. Hem ülke içinde, hem de Irkutsk ve
Şanghay gibi ülke dışında yerleşik rakip komünist gruplar, 1925’te bir araya
getirilerek Kore Komünist Partisi kuruluyor. İllegalite koşullarında Komintern
tarafından yeniden yapılandırmalar yaşayan partinin, Japonlar çekildikten sonra
Sovyetlerin girdiği kuzey bölgede kalan ve iktidarı alan kısmı 1946’da “Kuzey
Kore İşçi Partisi” adını aldı. ABD kontrolündeki güneyde ise komünistler,
birleştikleri diğer gruplarla beraber “Güney Kore İşçi Partisi” oldu. ABD kendi
bölgesindeki komünistlerin önünü tıkıyor, sağ milliyetçi kesime ise yardım
ediyordu. Komünistler 1947’de ülkenin dağlık bölgelerinde gerilla mücadelesi
başlatınca da yasaklandı. Kıtlık, baskı ve çatışmalarla geçen üç yılın ardından,
1948’de solun tanımayıp boykot ettiği seçimleri, milliyetçi kesimin lideri,
Harvard ve Princeton mezunu Syngman Rhee kazandı. Yeni yönetim, meşum Ulusal
Güvenlik Yasasıyla her türlü potansiyel komünist örgütlenmeyi ölüm cezasına
varan derecelerde suç haline soktu. Zaten Jeju adasında yaptığı katliamda
olduğu gibi binlerce insan yargısız katlediyordu. Geçmişte Japon kolonyalizmine
hizmet etmiş kadroları (subaylar, polisler, valiler vb.) tekrar Güney Kore
devlet aygıtına hakim kıldılar.
Haziran 1950’de Kim Il-Sung 38. paraleli aşarak güneye
ilerlediğinde aslında bu, güneyde devam eden bir iç savaşın uzantısıydı. İçlerinde
721 Türk askerinin olduğu üç milyona yakın insanın öldüğü savaş bittiğinde
güneyde komünistler bütünüyle tasfiye edilmişti. Güney Kore İşçi Partisi’nin
önde gelen kadrolarını da bizzat Kim Il-Sung tasfiye etti. Diğer ılımlı sol
idelojiler de savaş sonrası eskisine nazaran çok daha ufak çıkabildi. Ülkede
yalnız muhafazakarların ve milliyetçilerin örgütlenmesine izin verildi.
Sendikalar, işçilerin kendi örgütlenmesi olmak yerine, devletin anti-komünizmi
hakim kılmak için kurduğu örgütlerdi.
Başkan Rhee yönetimi, 1956’da “İlerici Parti” adında, merkez
sol çizgide bir partinin kurulmasına izin vermişti. Eski komünistleri de içeren
bu parti seçimlerde sürpriz şekilde yüksek bir oy (%30) alınca, 1959’da partinin
popüler lideri Cho Bong-am casusluk suçlamasıyla idam edildi, parti de
kapatıldı. [2007’de Hakikat Komisyonu Bong-am’ın idamının rejimin uydurma bir
tezgahı olduğunu ilan etti. 2011’de de Yüksek Mahkeme masumiyetini iade etti.]
İki dönem kuralını tekrar seçilmek için değiştiren, seçimlerde hile yapmaya
teşebbüs eden Rhee’nin sonunu Nisan 1960’daki öğrenci protestoları getirdi. 19
Nisan’daki gösterilerde 180’in üzerinde kişi ölmüştü. Gösterileri durduramayan
güvenlik güçleri, emirlere uymayı reddedince Rhee’nin devri kapanmış oldu. 26
Nisan’da Rhee ülkeden kaçtı. 27 Nisan’da, yani Rhee’nin Kore’de Adnan
Menderes’e liyakat nişanı vermesinden tam iki sene sonra, İsmet İnönü meclis
kürsüsünden “Bir baskı rejimi kurulduğu zaman onu kuranlar, artık bir mukavemet
kalmayacak zannederler. Bizdeki baskı rejimini kuranlar da öyle zannediyorlar.
Bizim görüşümüz farklıdır: Baskı tertipçileri bilsinler ki, Türk milleti Kore milletinden
daha az haysiyetli değildir.” diyecekti. Bu sırada meclis karışmış, zabıta
geçmeyen sözleri nedeniyle kendisine on iki oturum meclisten men cezası
verilmişti. Aynı gün, İstanbul Tıp Fakültesi öğrencilerinin toplantısı, G. Kore
öğrencilerine destek mesajı çekilmek istenmesi üzerine polis tarafından
basılmış; bunun üzerine öğrenciler bir sonraki gün yeniden toplanma kararı almıştı.
28 Nisan olayları da Demokrat Parti’nin sonuna zemin hazırlayacaktı.
Rhee’nin Hawai’ye kaçmasından sonra görece liberal bir
İkinci Cumhuriyet dönemi yaşansa da, bu kısa dönem askeri darbeyle kesildi. Aynı
dönemde Türkiye’de darbeyi yapan askerler, bir süre sonra gerilerinde Anayasa
Mahkemesi, MGK, Devlet Planlama Teşkilatı vs. yenilikleri içeren bir anayasa
bırakarak çekilirken; Güney Kore’de general Park Chung-hee ülkeyi, kendisinden
sonra bile devam eden 26 yıllık bir askeri diktatörlüğün içine soktu. Japon
eğitimi almış darbeci Park, aslında 1948’de komünist olmaktan idam cezası almış
ama infazı durdurulmuş, ordudan uzaklaştırılmakla yetinilmiş bir subaydı. Daha
sonra tekrar orduya alınacak, savaşta değerlendirilecek, ABD’de eğitilecek ve
sıkı bir anti-komünist olacaktı. Park sadece içeride değil dışarıda da bu
özelliğini gösterecekti. Vietnam’a savaşmak için 300.000 kişilik Güney Kore
birliği göndermişti. [G. Kore, askerlerinin karıştığı doksan kadar katliamda
öldürülen siviller için özür dilemeyi reddediyor. Vietnam da ekonomik işleri
bozulmasın diye konuyu açmıyor.] 1966-69 arasında da silahsızlandırılmış
bölgede ve içeri sızdıkları bölgelerde Kuzey Kore’yle düşük yoğunluklu
çatışmalar yaşanıyordu.
2 Park Chung-hee
Park diktatörlüğü, o bildiğimiz G. Kore ekonomik mucizesini
yarattı; bunu yaparken toplumu demir yumruğu altında şekillendirdi. Yoğun
sansür altında tutulan kültürel alanda, örneğin G. Kore sineması, anti-komünist
materyal üreten fabrikalarından biri gibi çalışıyordu. Ülkedeki film
endüstrisi, dünyada anti-komünist filmler kategorisini tek başına doldurabilecek
düzeydeydi. Savaş ve casusluk filmlerinde, komünistlerin yaptıkları vahşetler,
ülkeye sızan casuslar, gece karanlığında birbirleriyle haberleşmeleri vs. konu
alınıyordu. Ana hedef kitle, çocuk ve gençlerdi. Bütün eğitim sistemi komünizm
aleyhtarı marşlar, posterler, aktivitelerle doldurulmuştu. Sık sık tatbikatlar
yaptırılıyordu. Bizdeki gibi, erkekler için tümüyle militarize bir toplumdu.
İki yılı aşan zorunlu askerlik vardı. Geleneksel, konfüçyüscü aile yapısında
vatana komünizmle savaşacak erkek doğurmak önemliydi fakat ekonomik gelişme
daha öncelikliydi. 1960’larda 6 gibi çok yüksek olan doğurganlık oranını,
1980’ler sonu 1,6’ya dek indirerek beslenecek ağız sayısını da düşürdüler.
Güney Kore, Türkiye ile karşılaştırmalarda sıklıkla
kullanılan bir ülkedir. Hep denildiği gibi, 1960’ların başında G. Kore,
kuzeyden daha da aşağıda, Afrika ülkeleri düzeyinde bir gelişmişlik seviyesine
sahipti. Çoğu göstergesi Türkiye’nin gerisindeydi. Savaş sonrası tahrip olmuş,
doğal kaynaklar yoksunu bir ekonomik altyapı ABD’nin maddi katkılarıyla ayakta
duruyordu. Park yönetimindeki kalkınma, devletin ekonomiye doğrudan
müdahaleleri ile mümkün oldu. Ülkenin büyük aile holdingleri olan chaebol’ları (GSMH’nın %80’ini üretecek Hyundai,
Samsung, LG, Daewoo vs. gibi dev şirketler) devlet koordine ediyor ve
yönlendiriyordu[i]
(planlama, yatırımların belirlenmesi, krediler, vergi teşvikleri, altyapı
hizmetleri vb. şeklinde). Yönetim aynı nüfus planlamasında olduğu gibi,
eğitiminin yaygınlaştırılmasında da başarılı oldu. İlk başta tekstil gibi
emek-yoğun sanayilerle, ihracata dayalı bir büyüme modelinde karar kılınmıştı.
Daha sonraki yıllarda demir-çelik, petrokimya, otomotiv ve gemi yapımı gibi
ağır sanayiye yöneldiler. Nihayetinde elektronik gibi yeni teknolojilere
yatırım yapıldı. Japonya’nın finansal ve teknolojik katkısı önemliydi. Ayrıca,
demir yumrukla yöneten liderin popülist politikalara prim vermesine, geniş
nüfus kesimlerine rantiyeler dağıtmasına gerek yoktu. Kapsamlı sosyal
politikalar, sosyal güvenlik sistemi, devlet bütçesine ek giderler
bulunmuyordu. Hızla büyüyen şehirleri beslemek için başta pirinç olmak üzere
tarımsal üretimin arttırılması (daha verimli tohum türlerinin çiftçilere
benimsetilmesiyle) başarılmış, fiyatları aşağıya çekilmişti. Savaş sonunda
bütün ülkeyi kapsayan bir toprak reformu yapılmış olduğundan, kırsal alanlarda
hoşnutsuzluk olasılığı azaltılmıştı. Toprakları satın alınan ağalar da bu
şekilde sanayici yapılmıştı.
Kore mucizesini, “Han nehri mucizesini” şöyle
özetleyebiliriz: işçi sınıfı ücretlerinin askeri diktatörlükle baskılanması
sonucu yaratılan sanayileşme ve ihracata dayalı, görece eşitlikçi yol. Sosyal
devletin en asgari düzeyde olduğu, bu tür mevzuların aile olarak adlandırılan
şirketlerin kendisine devredilmiş olduğu, uzun çalışma sürelerinin, cehennemi
çalışma koşullarının olduğu, yüksek iş kazalarının yaşandığı, fakirliğin
etkilerinin ancak aile içi dayanışma ile yumuşatıldığı bir birikim rejimi. Baştan
sona tüm ülkenin havuç ve sopa mekanizmalarıyla iliklerine kadar çalıştırıldığı,
tüketim yerine tasarrufun özendirildiği bir düzen. Eski suçluların,
fahişelerin, çapulcu ve evsizlerin, kimsesi olmayan öksüzlerin toplanıp
bedavaya çalıştırıldığı bir ülke. Konfüçyüscü ve milliyetçi çalışma etiği, buna
moral bir ideolojik zemin oluşturuyordu.
1970’te 22 yaşındaki Jeon Tae-il, tekstil atölyesindeki
çalışma koşullarını protesto etmek için kendini yakarak intihar etmişti. “Arkadaşlarımın
cehennemde çalışmalarına daha fazla bakmaya dayanamıyorum. Ufak bir delik
açacağım duvarda. Ben öldükten sonra işçi ve öğrenciler birleşecek. Anne,
deliği büyüt. İşçiler için ışığı büyüsün” diye not bırakmıştı. Tae-il o
yıllarda kıvılcımlanan işçi hareketinin manevi önderlerinden birisi olacaktı.
Yetmişlerin sonunda öğrenci ve işçiler arasında hoşnutsuzluklar, artık büyük
ölçeklerde açığa çıkmaya başladı. Ekim 1979’da gösteriler sıkıyönetimle
bastırılabildi. O güne kadar dış kaynakları kolayca elde etmiş yönetim, diğer
ülkelerde olduğu gibi bir stagflasyon ve dış borçları çevirme noktasında döviz
sıkıntısına girmişti. Tam da o sırada, 26 Ekim’de Park, yemek masasında kendi
adamı, istihbarat başkanı tarafından öldürüldü. Ülkedeki kaos, 1980 Mayıs’ında
farklı şehirlerde patlak veren öğrenci protestolarıyla zirveye ulaştı. 18 Mayıs 1980’te Kwangju şehrinde, öğrenci
gösterileri şeklinde başlayan protesto eylemleri kısa sürede halkın polislerin
çatıştığı bir ayaklanmaya dönüştü. Halkın üzerine ateş açan ordu birlikleri bir
süre sonra şehir merkezinden çekilse de askerler, ablukaya alınmış şehre 27
Mayıs’ta tekrar girerek ayaklanmayı kanla bastırdı. 200 ile 3.000 kişi arasında
ölüm olduğu tahmin ediliyordu. Birkaç yıl içinde on binlerce kişi tutuklanıp, “ıslah
kamplarına” yollanacaktı.
*
Kore’de bunlar yaşanırken Türkiye’de Ecevit hükümeti daha
ağır bir krizi yaşıyordu. İran devrimi sonrası stratejik olarak daha da önemli
hale gelen Türkiye’ye yardım konusunda ise ABD ve F. Almanya, kredi vermek için
IMF olurunu şart koşup işi yokuşa sürerek, Ecevit’i oyalayıp zor duruma
düşürmüştü. Demirel’in 24 Ocak 1980 kararlarıyla ithal ikamecilik yerine
ihracata yönelik modele geçilebildi. Kore’den epey geç başlanılmış bu yola 12
Eylül askeri darbesiyle devam edilecekti. Anne Krueger gibi Dünya Bankası/IMF
ekonomistlerine inanacak olursak Türkiye, G. Kore modelini izlemekte çok geç
kalmıştı.
G. Kore ise Türkiye’ye nazaran dış finansmanı daha kolay
bulabilmişti. Japonya ve özel kuruluşlardan elde edilen kaynaklar için,
Türkiye’de olduğu gibi büyümeden feragat edilmesine, kemer sıkma koşullarına da
katlanmak zorunda kalmadılar[ii].
Kenan Evren, Haziran 1958’de intikal ettiği Kore’de bir yıl
görev yapmıştı. Orada büyük bir trafik kazası geçirmişti. “Kazada araç o kadar
harap olmuştu ki, tamir kabul etmediğinden kaydı silinmişti. Öldürmeyen Allah
yine öldürmemişti.”[iii] Aralık
1982’de bu kez devlet başkanı olarak tekrar gitti. Mevkidaşı, yeni lider general
Chun Doo-hwan’dan o da nişanlar aldı. Kwangju katliamındaki rolü nedeniyle
1996’da idama mahkum edilen, fakat cezası affedilen Chun Doo-hwan baskı
açısından Park’ı aratmasa bile, daha değişik bir strateji izleyecekti. Bu
yıllarda “3S” öne çıkarıldı: seks, spor ve ekran (screen). Önceki Park yönetimi koyu bir sansür ve sofuluk sunarken,
80’lerdeki askerler seks filmi furyasına izin verdi, teşvik etti. Bu tür
filmler popülerleşirken, beyzbol ve futbol ligleri, takımları kuruldu.
Olimpiyatlara ev sahipliğine talip olundu. 1980’ler sonuna doğru yükselen
öğrenci ve işçi muhalefeti karşısında askeri rejim, 1987’de serbest seçimlere
izin vermek zorunda kaldı. Bir nevi, Brezilya’daki durum yaşanıyordu. Kademeli
olarak demokratik adımlar atıldı.

3 1987'de işkenceyle öldürülen
üniversite öğrencisinin cenaze töreni
Demokrasi ve 1997
Krizi
Ülkede askeri yönetime son verilmesine katkı sunan bu denli
güçlü bir işçi ve öğrenci hareketi varken (kısaca “minjung” yani halk/kitleler hareketi olarak bilinen), sol bunu
siyasal bir yapıya dönüştüremedi. Anti-komünizm siyasal kültürde hala güçlüydü.
Sivil toplumculuk, insan hakları savunuculuğu gibi yönelimler öne çıktı.
Ekonomik açıdan da, küreselleşmeye uyum adına, finansal serbestleşme adımları
atıldı, iç korumacılık kaldırıldı. Kalkınmacı devletten neo-liberal
politikalara geçiş, öncesi olmakla birlikte, esasen askeri yönetim ardından
yönetimi ele alan sivillerce uygulandı. Ülkeye bu yıllarda akan küresel
sermaye, 1997’de hızlı biçimde geri çıkmaya başladığında iflastan kurtulmak
için IMF kapısını çalmak zorunlu oldu. O zaman için rekor bir meblağ olan 57
milyar dolarlık paket, ekonomistlerin ortak görüşüne göre, kalkınmacı devlet
modelinin de sonu olmuştu. Bir kısmının iflas etmesine, yabancılar tarafından
satın alınmasına izin verilen chaebol’larla
devlet arası ilişkiler yeniden düzenlendi.
1997, günümüz Güney Kore’sini anlamak açısından önemli bir
dönüm noktası. Kimi zorluklar (iflaslar, ani işsizlikler, artan intiharlar,
evsizlerin artışı) kısa sürede kısmen atlatıldı, dört beş yıl içinde IMF borçları
ödendi[iv];
fakat 1997 işçi sınıfı için kalıcı hasarlar demekti: esnekleştirme,
güvencesizleşme, hem sınıf-içi hem de sınıflar arası eşitsizliğin, yoksulluğun
artması gibi. Sorun, neo-liberal modelin düzenli, kalıcı ve “iyi” işler
yaratamaması ve yarattığı işlerin, eğitimi sisteminden geçmiş nitelikli işgücü
arzını karşılayamamasıydı. Kore zaten kendi hesabına çalışanların oranının
yüksek olduğu bir ülkeydi. (Bunlar daha çok hizmet sektöründe, küçük lokantalar
şeklinde. Sektöre girişin kolay olduğu, fakat iflas/batmanın da aynı şekilde
yüksek olduğu işler.) Geriye doğru bakınca 1997, şimdiki prekaryalaşmanın altyapısını
hazırlamış oldu.
*
Demokratikleşmeyle, merkezci güçlerin kademeli olarak baskın
çıktığını belirtmiştim. 1997 krizi ardından sendikal harekette solun tekrar
bağımsız ve yeni bir parti halinde örgütlenmesi düşüncesi olgunlaştı. 2000’de
kurulan “Demokratik İşçi Partisi”, dört yıl sonra %13 oy alarak meclise 10
milletvekili sokma başarısı gösterdi. Oy tabanını genişletemeyen parti,
fraksiyonlar arası mücadelelere sahne oldu (G. Kore solunun ağırlıklı kısmı Kim-il-Sung’culuk
denebilecek Kuzey Kore ideolojisine yakınlık duyanlardan oluşuyor. Öncelikli hedefleri,
yarımadanın birleştirilmesi olan “Ulusal Kurtuluş” adındaki bu grubun
karşısında, daha klasik sol “Halk Demokrasisi” grubu vardı.) 2011’de çeşitli
birleşmeler sonucu “Birleşik İlerici Parti” kuruldu. Fakat Güney Kore hükümeti
2013’te partinin olası bir Kuzey işgali sırasında onlarla işbirliği planı
yaptığını iddia ederek, kapatılması için mahkemeye başvurdu. Anayasa Mahkemesi
de 2014 Aralık ayında partiyi kapattı.
Şu anda, o gelenekten esas olarak “Minjung” partisi faal durumda. Ağırlıklı olarak dar bölgeli
çoğunluk sistemi uygulanan son seçimlerde parti, ülke genelinde %1 civarı oy
aldı. Birleşik İlerici Parti’nin kapatılması ardından kurulan bir diğer sol
parti, “Adalet Partisi”. Daha ılımlı olan bu parti, ülke genelinde %10’la
üçüncü parti durumunda olsa da seçim sistemi nedeniyle sadece 6 milletvekili
çıkardı. Sendikal hareketten gelen lideri Sim Sang-jung, geçmişte, hakchul denilen öğrenci aktivistlerdendi.
(Bu öğrenciler, işçi sınıfıyla bütünleşmek için, ayrıcalıklı konumlarını bir
yana bırakıp fabrikalarda çalışmaya başlardı.)
Şu haliyle sol, ülkede liberal ve muhafazakar kampların
ardından gelen üçüncü güç durumunda. Siyasi partilerin kurumsallaşmadığı
ülkede, siyaset daha çok kişiler üzerinden ve onların bölgesel şebekeleri
üzerinden işliyor. Örneğin diktatör Park, yatırımları kendi bölgesi güneydoğuya
kanalize ederek, orada taban yaratmıştı. Ülkenin güneybatısı, yatırımlardan pay
alamadığı için onlar da daha çok liberal/sol adayları destekler hale geldi.
2010’larda ülkeyi yönetmiş muhafazakarlardan, Park’ın kızı Park Geun-hye yolsuzluk
ve kayırmayıcılık skandalları ertesi azledilmişti. Yeni Moon Jae-in yönetimi
daha şeffaf ve hakkaniyetli bir yönetim vaat etmiş, asgari ücreti yükselteceği,
taşeronlaşmayı tersine çevireceği, zayıf sosyal politikaları genişleteceği
sözüyle iktidar olmuştu. İşin ilginci, bu kez yeni kabinedeki adalet bakanının
skandallara karıştığı, kızının iyi okullara girmesi için evrakta sahtecilik
yaptığı ortaya çıktı.
Ülkede sol hareket, Park’ı azil sürecine iten, aylar süren
kitlesel “mum ışığı” gösterilerinin hedeflerini sahiplenmekte. Parazit filminde
işlenen durumu anlamak için bu devasa gösterilerin neye karşı düzenlendiğine,
bu hoşnutsuzluğun kaynağına bakmamız gerekir.
Gangnam Style vs. Hell Joseon
Kore toplumu, birkaç kuşak öncesine göre artık çok daha değişik
bir toplum. Pirinç stoklarını idareli kullanmak için resmi olarak haftanın bazı
günleri pirinçten tasarruf edilen eskisi yok. Doksanlardan bu yana, tüketmenin,
bireyciliğin ve rekabetin erdem olarak sunulduğu; meşhur olan şarkıdaki gibi,
Seul’un zengin Gangnam muhitindeki gösterişçi tüketim ve yaşam stilinin her
alanına nüfuz ettiği, alt sınıfların da bu işe bir ucundan katılmaya
çalıştıkları, bu şekilde eşitsizliklerin arttığı ve görünür hale geldiği bir
toplam var. Bu tüketimden pay almak için herkesin bir şekilde kendini
geliştirmesi, kendini pazarlaması gerekiyor. Neo-liberal (öz)müteşebbislik
dünyasında, sadece eğitime değil, bedeninize de kusursuzluk yolunda abartı bir
yatırım yapmanız isteniyor (spor salonları, vücut geliştirme, güzellik ve sağlık
merkezleri, plastik cerrahi vs.). Yarıştan geri kalmak istemeyen alt ve orta
sınıfların önündeki tek yol, daha fazla borçlanmak oluyor (öğrenim kredisi,
tüketim kredisi, kredi kartları).
Güney Kore, sınıf atlamak için eğitimin şart ve yeterli
olacağı inancının yerleşik olduğu bir toplumdu. Meritokrasiye bu kadar iman edilen
ülke, dünyada okullaşma oranı, yüksek öğrenime erişim alanında hem nitelik hem
de niceliksel açıdan en önde gelen ülkelerden biri haline geldi. Ama yakın
zamanda meritokrasinin pembe dünyası çatırdamaya başladı. Üst sınıflar ve
siyasetçiler kendi aralarında ayrıcalıklarını, imtiyazlarını hem piyasa
kuralları içinde hem de iltimaslarla, illegal yollardan koruyorlardı. Bir taraf
“altın kaşık”la beslenirken, çoğunluğa hatta orta sınıflara da “kirli kaşık”
kalıyordu. İşte son yıllarda, sosyal medyada genç kuşak arasında yaygınlaşan “Hell Joseon” söylemi bunu resmediyor.
Muhafazakar/milliyetçi/rekabetçi kültürden bunalan gençler ülkelerini bir
cehennem olarak tasvir edip, bir an önce buradan kaçmak istiyordu[v].
Önlerinde, meritokrasinin vaatlerine karşın, prekaryalıktan başka bir seçenek görünmüyordu.
Ülkede işsizlik düşük olsa da, gençler arasında %10. İşsiz
kategorisinin dışında, aktif olmadığı için işsiz sayılmayanlar da oldukça çok.
Bu grup, daha az prestijli işlerde başlamak yerine okulu uzatan, CV’yi
zenginleştirmeye çalışıp, spec
denilen kalifikasyonları kazanmaya çalışanlar; ardı ardına kurum sınavlarına
başvuranlar. Herkesin İngilizce öğrenmesinin neredeyse bir zorunluluk olduğu
yerde, zenginseniz, yurtdışında geçirilecek zaman büyük bir artı kazandırıyor
ve moda halini almış durumda (Babanın Kore’de çalışmaya devam ettiği, anne ve
çocukların ise eğitim için yurtdışında yaşadıkları, yılda birkaç kez
toplanabilen zengin ailelere, “yaban kazı aileleri” deniliyor).
Yalnız herhangi bir üniversite bitirmek de yetmiyor. Haekbol denilen eğitimin toplumsal
statüsüne göre, iyi işler için SYK şeklinde kısaltılan üç prestijli
üniversiteden mezun olmanız gerekiyor -eskiden bunlara Harp Akademisi de
ekleniyordu. Bizde olduğu gibi, hatta daha da aşırı halde, çocuklar küçük
yaştan itibaren sınav maratonlarından geçiriliyor. Üniversite giriş sınavı, her
yıl kendi başına büyük bir olay sayılıyor, gürültüyü önleme adına o gün uçak
seferleri bile iptal ediliyor.1980’de popülerliklerini yeniden kazanmak isteyen
askerler, yoksullara eşitsizlik yarattığı için, özel eğitimi yasaklanmıştı.
1999’da Anayasa Mahkemesi bu yasağı kaldırdı. Hagwon denilen dershaneler yeniden açıldı. Üniversite öğrencilerinin
özel ders vermesine izin verildi. Aile bütçelerinde eğitim harcamalarının
oldukça yüksek payı olan ülkede, herkes kendince çocuğuna iyi eğitim aldırmak
istiyor. Bunu sağlayamayan aileler suçluluk duygusu yaşıyor; özellikle anneler,
çocukların eğitimi için saçını süpürge eden “cefakar anne” sosyal rolüne
bürünme durumunda kalıyorlar.
Herşeye rağmen, ebeveynlerin çocuklarının kendilerinden daha
iyi imkanlara kavuşacakları düşüncesine inanç azalıyor. Gençler artık daha uzun
süreler boyunca ailelerinin yanında yaşamaya devam ediyor. İşsiz, evlenmeye ve
aile kurmaya parası olmayan ve zamanla bu umutlarını da bir yana koyan gençler
mecburen geç evleniyor. Emlak piyasasındaki uçuk değerlenişler, Seul’deki
soylulaştırma, ev kiralamadaki sistemin ortalama iki yıllık kiranın peşin
ödenmesi şeklinde oluşu, özellikle genç ve yoksul nesil için ağır bir maddi yük
oluşturuyor. Gençlerin yarısı, uzun yıllar çalışsalar bile bir ev satın
alamayacaklarını düşünüyorlar. Geleneksel olarak, erkeklik idealinin bir aile
kurmak ve ileride büyüklerine bakabilmek, onları onurlandırmak olduğu bir
toplumda, evlilikler ve doğurganlık oranı azalıyor. 1,1 gibi dünyada en düşük
doğurganlık oranlarına düşülmüş durumda. Kariyer, aile, çocuk, ev, mutluluk vb.
vazgeçtikleri şeylerin sayısıyla tanımlanan bir nesil var artık: 3-po, 5-po,
N-po gibi…
Sadece genç kuşak değil, yaşlı nüfus da yoksullukla
boğuşuyor. Genelde %17’ler civarı olan nispi yoksulluk, yaşlılar arasında
yarıya yaklaşıyor. Ülkenin birinciliğe oynadığı konulardan bir diğeri de OECD
ülkeleri içinde en başta olan intihar oranları. Son zamanlarda, kamuoyunda
tanınan bazı siyasetçi ve popüler kültür ikonunun intiharı, konuyu ülkenin ilk
gündem sıralarına taşıyor. Öznel mutluluk değerlendirmelerinde de ülke, karşılaştırmalı
olarak geliriyle orantılı bir mutluluk düzeyinin altında seyrediyor. Belki en
önemli sebeplerinden arasında, halen uzun çalışma süreleri, işte ve ulaşımda yaşanan
yıpranma, stres, nüfus yoğunluğu, sıkışık yaşam alanları bulunuyor. Bir tarafta
ülkenin dışarıya ihraç ettiği bir Kore dalgası, marka imajı var (Kore dizileri,
K-Pop, Kore sineması); diğer tarafta da ülke cehenneminden kaçıp kurtulmak isteyenler.
Aslında istatistiksel olarak bakılacak olursa, başta görece
eşitlikçi olan başlayan ve doksanlardan itibaren gini katsayısı olarak ölçülen
eşitsizliğin artışı (0,35 civarı), halen OECD ortalaması düzeyinde. Bu bakımdan
ülke, Latin Amerika, ABD ve hatta Çin’deki eşitsizlik seviyelerinden uzakta
sayılır. Güney Kore, mucizevi bir şekilde zenginleşmiş ve alım gücü yüksek olsa
da, süregelen eşitsizlikler ve “fark yaraları” infial doğuruyor ve insanlar artık
ekonomik alanda da eşitlik ve demokrasi talep ediyor. Babanız Kore
havayollarının başında olsa da, şımarıklık yapıp kabin görevlisini ezdiğiniz ya
da çocuklarınızı sınavla girilen elit okullara torpil yoluyla yerleştirdiğiniz
basına yansıdığında, bizde pek rastlanmayan toplu eylemler doğurabiliyor bu
durumlar. Bu farkındalık, ülkede bir Zeitgeist[vi]
halini almış ve işte bu nedenle, Bong Joon-ho’nun da aralarında olduğu
sinemacılar tarafından incelikle işleniyor. Evrensel olan, bize çok tanıdık
genel sorunu, Kore özeli üzerinden hepimize izlettirmeyi başarıyorlar.
Hasan KESER
[i] I. Oh ve
R. Varçın, bunu Türkiye’de askeri bürokrasinin başarılı olamadığı (veya niyeti
olmadığı) ama G. Kore’de yaşama geçirilmiş bir “tepeden mafya devleti” olarak
kavramlaştırıyor. Piyasa güçlerine koruma sağlayarak onlardan haraç alıp,
onları yönlendirme hatta istediği zaman müsadere etme anlamında. I. Oh & R.
Varçın, “The Mafioso State: State-Led Market Bypassing in South Korea and
Turkey”, Third World Quarterly,
23(4):711-723, 2003
[ii] G. Kore
devletinin dış emperyal merkezlere bağlantılarının Türkiye’ye göre daha “yoğun”
ve kuvvetli oluşunun, içeride toplumsal gruplara karşı kendisine sağladığı
otonomi için bak. Z. Öniş “International Context, Income Distribution and State
Power in Late Industrialization: Turkey and South Korea in Comparative
Perspectives”, New Perspectives on Turkey,
13:25-49, 1995
[iii] Kenan Evren’in Anıları, Milliyet
Yayınları, 1990, s.114
[iv] 1997
şokunun yaralarının sarılıp, halkın bir anlamda yeniden moral kazanmasının bir
tezahürü 2002 Dünya Kupası ev sahipliği, turnuvada G. Kore takımının başarısı
ve buna eşlik eden yeni bir milliyetçilik dalgasıydı. Bu vesile de Türkiye ile
örtüşebilecek bir değerlendirme konusu olabilir.
[v] Bu
noktada da, aramızdaki benzerlikler için Türkiye’deki popüler bir internet
mecrasında yıllardır “Türkiye’den siktir olup gitmek” başlığı altında süren
tartışmalara işaret etmeyi uygun görünüyor. Uzun yıllar süren milliyetçi
muhafazakar bir restorasyon ve yandaş kayırmacılığı döneminde liyakat
beklentileri yıkılan gençler ve orta sınıflar açısından çok benziyor.
[vi] Y. Kim
(der.) Korea’s Guest for Economic
Democratization: Globalization, Polarization and Contention, Palgrave
Macmillan, 2018, s.2. Yararlandığım birçok kaynak arasında en derli toplu
derlemenin bu olduğunu söyleyebilirim.