26 Ekim 2020 Pazartesi

2020 ABD Başkanlık Seçimleri ve Sosyalistler: Yine ve Yeniden Ehven-i Şer

Kasım ayında başkanlık seçimlerinden ya Trump ya da Biden başkan olarak çıkacak. Cumhuriyetçilerle Demokratlar arası süregelen “seçim oyunu”nun kazananının bu sefer kim olacağı niteliksel olarak bunu diğer seçimlerden farklı kılabilir mi? Trump’ın faşist, faşizan vb. olup olmadığına, başkanlığı ikinci kez kazanması halinde ülkeyi ve dünyayı nereye sürükleyebileceğine dair öngörüler, bu seçimin önemi hakkındaki değerlendirmeleri şekillendiriyor. Trump’ı büyük bir tehlike olarak görenler belki daha önce hiç oy vermedikleri, vermeyi düşünmedikleri, tiksinerek bahsettikleri Demokrat adayına -el mahkum- oy vermeyi savunuyor, haklılaştırıyor.    

Aslında şimdiye kadarki her seçimde görülmüş pozisyonlar, bu seçimde de tekrar sahneleniyor. (Mantıksal olarak da) sınırlı opsiyonlar şunlar: 1) Faşist tehlikeye karşı sol-liberal, neo-liberal Demokratların desteklenmesi. Geçmişte de Nixon veya Reagan’a karşı çok örneklerini gördük. Hatta aşırı sağ bir tehlikenin olması da gerekmez. Her seçimde Demokratlara tıpış tıpış oy vermeyi gelenek haline getirmiş hareketler boldu zaten. 2) İki parti dışı üçüncü parti ve adaylara oy vermek, aday göstermek (bu kendi partisi de olabilir tabii). Uzak geçmişte Sosyalistler ve Komünistler, yakın geçmişte Yeşiller gibi… 3) Her bir eyalette oy listesine dahil olmak için bir sürü bürokratik ve mali formalitenin olduğu bu “oyun”a dahil olmamak/boykot etmek. Bunu devrimci bir motivasyon ve bilinçle de yapabilirsiniz; kendi dünyası dışındaki gelişmelere umarsız, sekter bir bakış açısıyla da…

*

Biden’e oy vereceklerden başlayalım. Bu senenin sürprizi, en keskin devrimci laflar eden Maoist  Revolutionary Communist Party” (RCP). Liderleri Bob Avakian’a göre daha şimdiden ABD’de faşist bir rejim tesis edilmiş. Asıl hedefimiz devrim, ama acil önceliğimiz Trump’tan kurtulmak olmalı. Normalde burjuva seçimlerine katılmanın devrimciler açısından önemli olmadığını (BEB - Bourgeois Electoral Bullshit) söyleyip duran Avakian için bu sefer durum başka. İşi iyice dramatikleştirerek, bu seçimin insanlık tarihi açısından önemli olduğunu, Trump faşizminin çevrenin yıkımı ve nükleer bir yok oluşa gidişi iyice hızlandıracağını söylüyor. Bunu önüne geçmek için de sadece protesto oyu , üçüncü parti adaylarına oy değil, direkt “Biden’e oy verin!” diyor. Ama ekliyor: Demokratlara oy vermek yeterli değil, sokaklarda kalın…


Bildik komünist parti (CPUSA) ise Demokratlara oy vermede, onların peşine takılmada zaten epey gedikli. Onlar için de acil görev Trump’tan kurtulmak. Önümüzdeki iş, sosyalizmi kurmak değil demokrasiyi kurtarmak. Seçimlerdeki ilerici görevimizi, devamlı Biden’i eleştirerek yapamayız, diyorlar. Biden’e oy atarken içiniz rahat olsun, kendinizi sorgulayıp durmayın, diye de insanları rahatlatıyorlar.

Sanders’in 2016 ve 2020 Demokrat Parti içindeki adaylık kampanyalarıyla üye sayısını 70.000’in üzerine çıkarıp ülkedeki en önemli sol çevre haline gelen “Democratic Socialists of America” (DSA) 1972’de Sosyalist Parti’den ayrılan, klasik bir sosyal demokrat yapı. Sanders’in aday olamaması ile demoralize olarak kan kaybettiler. Biden kampanyasını resmen desteklemiyor olsalar da, üyelerinin büyük çoğunluğunun Demokratları desteklediği de ortada.

Sosyal demokratların, revizyonistlerin yıllar boyu Demokratlara oy vermeleri alışılmış bir durum. Hatta anti-revizyonistleri de ekleyebiliriz buna. Jesse Jackson ya da Obama kampanyalarını hatırlayalım. “Freedom Road Socialist Organization” (FRSO) da “Trump’tan kurtulmalıyız. Demokratların ne mal olduklarını bilsek de, öncelik Trump’ın defedilmesi” diyor. Direkt söylenmese, vurgulanmasa da “Biden’e oy verin” diyor…


Biden’e oy vermeyi gönlüne yediremeyenler için öne çıkan başka bir aday var. Yeşiller, Amerikan seçimlerinde Demokratların solunda sayısal açıdan en büyük nicelik durumundadır. Bu seçimdeki adayları “Socialist Party of USA” (SPUSA) üyesi olan Howie Hawkins. DSA gibi Sosyalist Parti’nin bir diğer uzantısı olan SPUSA, 100 yıl önce nasıl E. Debs için oy verilmişse, şimdi de sosyalist ve işçi adaylara oy vereceğiz, diyor. Hawkins’in sendikacı bir sosyalist olduğu doğru, ancak Yeşiller bir işçi sınıfı partisi değil.

Troçkist “Socialist Alternative” [İngiltere’deki Sosyalist Parti (Militan) ve CWI’den 2020’de kopan çoğunluk seksiyonlarından] amaçladıkları işçi sınıfı partisi olmasa bile şimdilik Yeşillere oy verme çağrısı yapıyor. Yeşiller, Sanders’ten daha ilerici bir yeşil-sol programa sahip. Hawkins için verilecek oylar, Demokratlar dışında kitlesel bir işçi sınıfı partisinin kurulma çalışmalarını tetikleyebilir.

Bir başka Troçkist çevre “Solidarity” de, Biden’in başkanlığının sanıldığı kadar ilerici olmayacağını söyleyerek kritik eyaletler dışında Yeşillere oy vermenin, şimdiye kadarki bütün sistem-dışı hareketlerin taleplerini bünyesine alarak etkisizleştirmeyi başaran Demokratlara karşı, en azından bir alternatif olduğunu göstermek açısından önemli olduğunu belirtiyor. Zaten eskiden beri başkanlık seçimlerinde Yeşilleri desteklemişlerdi.

Tarihsel açıdan Amerikan Troçkizmin büyük partisi olmuş olan, fakat sonradan bunu terk edip Küba devrimiyle büyülenen “Socialist Workers’ Party” (SWP) bu seçimlerde de kendi adaylarını çıkarıyor: Bir önceki seçimde de başkanlık adayı olan Alyson Kennedy. “Socialist Equality Party” (SEP) adayı da parti sekreteri Joseph Kishore. “Socialist Action” grubunun adayı da genel sekreterleri Jeff Mackler. “Freedom Socialist Party” Troçkist ve feminist bir parti. Trump’a karşı ehven-i şer çağrılarının yoğunlaştığı bir zamanda, Demokratlara oy vermenin sorunları çözmeyeceğini; en iyi adayın “Socialist Action” adayı Jeff Mackler olduğunu söylüyorlar.

Bu Troçkist adaylar haricinde son bir isim olarak Gloria La Riva var. Kendisi, “Party of Socialism and Liberation” (PSL) adayı [Ayrıca “Peace and Freedom” isimli, kökleri 1968’e dayalı olan partinin de adayı]. PSL, vaktiyle SWP’den ayrılıp Maoizme yanaşan “Workers World Party”den ayrılma ve özellikle Kaliforniya’da etkin olan bir parti.


Gelelim son opsiyona. Bu ya boykot, ya etki gücü sınırlı olduğu, birkaç yer dışında örgütlü olmadıkları için pek karışmama ya da umursamama şeklinde olabilir. Yukarıda sayılanlar dışında pek çok ufak grupçukların her birine bakamadım. Ama, örneğin solun bilinen yapılarından biri olan ve eski gücünden çok uzak olan “Progressive Labour Party”, Beyaz Saray’da kimin oturacağının fark etmeyeceğini söyleyip işçi sınıfını bu seçim oyununa katılmamaya çağırıyor. Oy vermeyin, sokağa çıkın, ayaklanın. Troçkist IMT seksiyonu olan “Socialist Revolution”, hiçbir sosyalistin -sallantıdaki eyaletlerde bile- ehven-i şer oy kullanmamasını, bunun amacımız olan işçi sınıfı partisini hep bir adım sonraya ötelemekten başka anlamı olmayacağını söylüyor.  

*

Şahsen şu koşullarda Demokratların desteklenmesi şeklinde bir politikayı doğru bulmuyorum. Sosyalistler, şartlara bağlı olarak en uzaktaki çevrelerle bile birlikteliklere girebilir, yan yana gelebilir; fakat bu, bağımsız, belli bir güce ulaşmış bir partinin müzakereler yoluyla girdiği programatik stratejiler şeklinde olursa anlamı olabilir. İlk görev, bu iki parti dışında işçi sınıfı için bir üçüncü partiyi yaratmaktır. Bu hepimizin bildiği kitabi bilgidir. Sol, tam da şu an, bir alternatif olduğunu halka sunamayıp Demokratları adres olarak gösterirken asıl yapılmaması gereken şeyi yapmış oluyor. İşte bu yüzden yıllardır önündeki görevi öteleyip duruyor. Şimdi de Trump’ın otoriter popülist başkanlığını bahane edip abartarak yüzünü yeniden Demokratlara çeviriyor. Demokratlara harcadığı enerjinin bir kısmının kendine de yaracağını ümit ediyor, ama her seferinde hüsranla ayrıldığını hatırlamak istemiyor, hüsranla ayrılacağını anlamıyor. Ben, bağımsız aday gösteren çevrelerinin hiçbirine ideolojik yakınlık duymasam da, en azından kendi adaylarını ortaya koyma çabasını, seçimleri örgütleri için propaganda için bir fırsata çevirme çabalarını takdir ediyorum. ABD üzerinden ülkemiz adına da örnek olmalı derim. CHP veya HDP içerisinde çalışıp, yarın birgün tepedeki zattan kurtulmak için onlar için ehven-i şer oy isteyecek (hadi, daha yumuşak söylersek, kendi varoluş nedenlerini unutmuş/unutacak olanlar), vermeyenleri muhalefeti bölmekle suçlayacaklara örnek oluşturur umarım.

*

Eugene V. Debs yüz yıl önce 1920 seçimlerine hapishaneden girmiş, 920.000 oy almıştı. Seçimden önceki son beyanında şöyle demiş: “Salı günü, sandıkta Cumhuriyetçiler veya Demokratlar için oy verecek her erkek, her kadın, Wall Street’i ve onun halka düşmanlığını onaylamış olacaktır.

*

Şurada Biden’in neden desteklenemeyeceği güzelce anlatılmış: 

"The lesser-evil trap: Socialists and the 2020 election" https://www.tempestmag.org/2020/08/lesser-evil-trap/

“Backing Biden Will Not Stop Trumpism” https://www.tempestmag.org/2020/10/lesser-evils-do-not-stop-evil/

21 Ekim 2020 Çarşamba

Lyndon H. Larouche, Jr. (Troçkistler II)

 

Başlamadan belirtmem gerekir ki, ABD’li Lyndon LaRouche’u (1922-12 Şubat 2019) Troçkistler başlığı altında değerlendirmek haksızlık olacak; asıl ününü ve etkisini solculuktan demagogluğa, komplo teorisyenliğine ve faşistliğe geçişi sonrası kazandı. Ancak kökleri itibariyle kendisi Troçkist hareket içerisinde doğdu, on beş seneden fazlasını bu hareket içinde geçirdi. 1970’ler ortasına dek de, en azından teorik olarak, solda olma lafzını da korumuştu.1973 gibi bir tarihte LaRouche, Rosa Luxemburg’u savunan yazılar yazıyor; Buharin’e karşı Preobrazhensky ve Sol Muhalefete benzer sanayileşme savunucusu argümanları kullanıyordu.

2019’daki ölümünün ardından kendisi hakkında bir yazı hazırlamıştım ama gönderdiğim yerin ilgisini çekmeyince yayınlanmadan kaldı, kayboldu. Şimdi kafama göre takılabildiğim halde, Larouche’u da Troçkistler serisi içinde yad etmek istedim. Larouche ülkemizde pek tanınmayan ama bayağı ilginç, çatlak kafalı, soldan sağa geçmiş bir komplo teorisyeni, kendi etrafında bir sekt oluşturmuş narsist bir megaloman. Bizde kime benziyor diye soran olursa, hemen Doğu Perinçek derim…

*

Lyndon LaRouche Quaker bir aile çocuğu. II. Dünya Savaşı’nın sonralarına doğru pasif görevler için orduya alınıyor. ABD’ye döndüğünde, tanışmış olduğu kişiler aracılığıyla “Socialist Workers Party”e (SWP) katıldı. İlk karısı Janica, SWP’nin New York kolunun sekreteriydi. Zaten LaRouche’un SWP üst yönetimini tanıması da karısı yoluyla oluyor. İşin aslı, LaRouche durmadan parti içi bültenlere raporlar yazan, silik bir kişilik görüntüsünde. Toplantılarda gözükmeyen, akıllı (birkaç dili iyi bilen, iyi satranç oynayan, çok okuyan) ama yalnız ve zararsız, hatta bir işte tutunamayan beceriksiz, bir tip.  Fakat giderek artan bir şekilde, megaloman bir düşünür halini alıyor. (Yeni gelişen bilgisayar sistemlerini inceleyerek sibernetik teorilerinden etkileniyor. Bunu ekonomiye uygulamayı düşünüyor. Psikanalizle, fizikle, ileri matematikle ilgileniyor.) Parti içinde ciddiye alınmayınca, o da SWP’yi artık “devrimci” bir ortam olarak görmüyor, dehasının fark edilmediğini düşünüyor. (Daha sonraki yıllarda, muhafazakar çevrelere yaranmak isteyen LaRouche kendi sol kökeninin üstünü örtmek için SWP’de FBI için çalıştığını açıklayacaktır. SWP içinde FBI için rapor yazan yüzlerce üyenin olduğu zaten ortaya çıkmıştır. LaRouche da onlardan olabilir.)

SWP 1960’ların ilk yarısında yoğun bir parti-içi tartışma yürüttü. Gerek Uluslararası Sekretarya ile birleşme konusu gerek de Küba devriminin değerlendirilişi konusu ön plandaydı. Bu tartışmalarda, LaRouche -nasıl olduysa- teorik liderlerden biri olarak gözüküyor. 1964’te SWP içinde Uluslararası Sekretarya ile birleşmeye karşı çıkan ve Castro’ya daha eleştirel yaklaşılmasını isteyen G. Healy (kendisi de bir lider kültü örneği olan, İngiltere’deki SLL-WRP lideri) yanlısı hizibe yaklaşıyor. 1966 yazında ise kısa bir süre Spartakistlere katılıyor. Sonra kararını değiştirip kendine bağlı bir “5. Enternasyonal” oluşturmak için yalnız başına kolları sıvıyor.

Gündüz, büyük şirketlere “verimliliği” nasıl arttırabileceklerine dair danışmanlık hizmete vererek çalışan Larouche; akşamları da, bir ekonomist olarak Marksist klasikleri okuma gruplarında üniversite öğrencilerine ders veriyordu. Kendi yazdığı otobiyografisinde, diğer insanlarla karşılaştırıldığında kendi dehasının farkına vardığı euphoria anını anlatıyor ve bunu toplumu iyiye doğru etkilemek için nasıl kullanmayı tasarladığını anlatıyor; yani dünyayı bir ekonomik krizden kurtarmak için sıfırdan yeni bir örgüt yaratmak (1966). Örgütü bu öğrenciler arasından seçecekti.  

 


O dönem Amerika’daki en aktif örgüt olan “Students for a Democratic Society” (SDS) öğrenci örgütü içinde bir grup oluşturdu: “National Caucus of Labor Committees”, NCLC. 1968’de Columbia Üniversitesi boykotu esnasında inisiyatifi ele aldılar. Bu arada, eğitimde ayrımcılığa karşı atılan adımlara reaksiyon gösteren “beyaz” öğretmenlerin grevinin yanında durmayı seçtikleri için SDS’den atıldılar. Diğer sol grupları azınlıkları desteklemekle suçlayıp, baskın grubun sendikaları yanında olmayı seçtiler.

LaRouche’a göre NCLC; Marcuse gibi yazarları okuyan dejenere yeni sola karşıt olarak, Beethoven dinleyip Fichte, Leibniz gibi filozofları okumayı tercih eden eli yüzü düzgün “hakiki” soldu. Diğer solcuları, siyahi hakları için mücadele edenleri “faşist” olarak damgalıyorlardı. Feministlere cadı diyorlardı

NCLC, diğer sol gruplara saldırmalarıyla, onların toplantılarını basmalarıyla tanınıyorlar. En başta komünist partiye (CPUSA) Doğu yakasında toplanma hakkı tanımayacaklarını belirterek saldırıyı başlatıyorlar. Komünist partililerden Maoistlere, diğer Troçkist gruplara tüm solu karşılarına alıyorlar. 1973’te siyasal parti olarak “US Labor Party” kuruluyor. Bu yıllarda yaklaşık 1000 üyesi var. Böylece solla fikri ve fiziki ayrılıkları da gerçekleşiyor.

Larouche, çevresine topladığı kadrolar için “egodan sıyrılma seansları” düzenliyor. Örneğin, görevlerini yapmakta başarısız üyeler yoğun bir eleştiri bombardımanına tabi tutuluyor. Üyelere, gizli servislerin beyin yıkama yöntemiyle bazı kişilere grup içinde ajanlık yaptırdıkları söyleniyor, hatta birini deşifre ediyorlar. Bunun sonucunda artık en ufak bir şüphesi olan üye, bunu kendine yöneltiyor. Eğer yönetim hakkında şüpheci bir muhalifliğe meyleden olursa, grup elemanları onu günlerce zorla alıkoyup, yüksek sesli Beethoven dinleme seanslarıyla beyin yıkamayı “tersine çevirmeye” çalışıyor!

Yeni örgüt aslında bir istihbarat birimi şeklinde çalışıyor. Düzenli istihbarat raporları hazırlıyorlar. ABD’de ve yurtdışında alenen ve kolay kolay elde edilemeyecek bilgilere eriştiklerini söylüyorlar -ki, çoğu fabrikasyon. Ellerindeki bilgileri yüksek fiyat verebilecek alıcılara sunuyorlar. Hem yönetim kademelerinden insanlarla, hem iş çevreleriyle, hem de ultra-sağ, faşist KKK gibi örgütlerden isimlerle kontaktlar kuruluyor.

Yurtdışında da etki alanları oluşturuyor. Almanya’da, Fransa’da, İsveç’te ve Avustralya’da zaman zaman seçimlere giren partileri var. Kanada, Meksika, Latin Amerika ve diğer bazı ülkelerde hücre ve bağlantıları var. Almanya’da ilkin Spartakist gençler arasından eleman topluyor. 1974’te “Europäische Arbeiterpartei” partisi kuruluyor. Grubun lideri, 50 yaşlarındaki LaRouche’un ikinci eşi olacak 22 yaşındaki Helga Zepp. Helga Zepp, Almanya’da ayrıca Schiller Enstitüsü’nü kuruyor.

LaRouche 1976’den (1992’dekinde cezaevinden olmak üzere) 2004’e kadar tüm başkanlık seçimlerinde aday oluyor. Bazılarında Demokrat Parti adaylığı için yarışıyor. Özellikle 1980’lerde Demokrat Parti içinde elde ettiği kısmi başarılar, tanınırlığını arttırıyor. Zaten kendisini tanımayanlara, önemli bir kişi olduğu zannı vermek için kullandığı yol, Demokrat Parti başkan aday adaylıkları…

1970’lerin sonunda artık Marksizm gibi ABD müesses nizamına ters gelen söylemler çoktan bırakılmıştır. 1980 ve 1984 Demokrat Parti başkan adaylığı yarışlarına katılması, topladığı büyük miktarda bağış yoluyla televizyonlarda uzun sayılabilecek yayın ve reklam süresi satın alması önünü açar. Bu yolla Reagan yönetiminden dostlar bile edinir. Ayrıca, bazı zengin aile çocuklarını kafalayıp onlardan yüksek miktarda bağış kapmayı da becerirler.  Virginia’da karargah gibi tahkim edilmiş, oldukça korunaklı bir malikane satın alınıp oraya taşınılıyor. Bu kale gibi yerde yüzlerce grup elemanı beraber yaşıyor. Sürekli kendisine suikast tehditlerinden bahsederek korumalarıyla yaşayan LaRouche için kötü haber 1980’ler sonunda gelir. 1989’da vergi kaçırdığı (34 milyon dolar), bağış toplamada usulsüzlükler yapıldığı gerekçesiyle 15 yıl hapis cezası alıyor. Beş yıl hapiste kaldıktan sonra 1994’te şartlı tahliye oluyor.

Faşizan bir komplo teorisyeni olarak bu tarihlerden sonra yapıp ettikleri üzerinde durmaya değmez. Kimsenin ciddiye dahi almadığı bu figür, 11 Eylül saldırıları ardından tekrar gündeme gelmişti. Saldırıların ABD iç istihbarat örgütlerinin işi olduğunu söylemiş, Irak Savaşı’na şiddetle karşı çıkmıştı. Yakın dönemlerinde ise Rusya ve Çin’i özellikle destekliyor, Rusya’ya sıkça gidiyordu. Trump’a karşı yöneltilen Rusya bağlantısı iddialarını reddediyorlar ve önceden dalga geçtikleri Trump’ı savunuyorlardı. Ayrıca Suriye’de Esad ve Rusya yanlısı uluslararası çevrelerde etkinler.

*

 


Biraz, özetle fikirlerine bakalım. Kestirmeden şunu söyleyebiliriz. LaRouche’da ilk yıllarda bulunan Marx, Lenin veya Troçki giderek yerini Alexander Hamilton, Friedrich List’e bırakmıştır. Yani sosyalizm yerini aşırı-merkeziyetçi ve korumacı bir ulusal ekonomi anlayışına, uzmanlar ve teknolojik gelişmenin getireceği bir üretimciliğe bırakmıştır. Aslına bakarsak, ilk yıllarında da sosyalizm yoktur. LaRouche en başından beri, sıradan insanların hayatlarıyla ilgilenen, onların hayatta çektikleri güçlükleri ve acılarını yazılarında dile getiren biri değildir. Onun sosyalizminin işçi sınıfıyla pek alakası olmamıştır. Amaç, üretimin rasyonalizasyonu ve arttırılması, seçkinlerin yarattığı bu durumun zamanla diğer alt katmanlara yayılmasıdır. SWP döneminde yazdığı şeyler bile kafasındaki şeyin aşırı bir ekonomizm olduğunu gösteriyordu. Örneğin, Küba devrimini bile ABD sermaye birikiminin ihtiyaçlarıyla açıklamayı seçmişti.

Üretimci anlayışa göre çözüm, yeniden geniş çaplı sanayileşme adımları atmaktır, finansallaşmanın tersine çevrilmesidir. Serbest piyasalar yerine “ulusal” ekonomilere dönüştür. Kısacası, “Hamiltoncu” ekonomidir. Sabit kur politikalarına yeniden dönülmeli, LaRouche’un keşfetmekle övündüğü para sistemi kabul edilmelidir. Aynı zamanda, devasa altyapı yatırımlarına başlanmalı, kıtalararası yollar yapılmalı ve Uluslararası Kalkınma Bankası kurulmalıdır. Dünyada açlıkla mücadele için büyük tarımsal programlar hazırlanmalıdır.

LaRouche’un bir kitabına verdiği başlıkta olduğu gibi, büyümenin sınırı yoktur. Sermaye çevrelerinin ya da onların etkisindeki dejenere solun ve çevrecilerin savunduğu “sıfır büyüme”nin günümüz Malthusculuğu oldu söylenir. Bu dünyada genişlemenin sınırı olmadığı gibi, bu uzaya doğru da sürdürülmelidir. Mars’a gitmek için, uzay araştırmaları için büyük fonlar sağlanmalıdır. LaRouche daha önceden “Yıldız Savaşları”nı desteklemiş, bunun orijinal fikrinin kendisine ait olduğunu söylemişti. Çevresine birtakım bilim adamlarını toplayarak nükleer enerji, nükleer silahlar propagandası da yaptı.

Sınıf mücadelesi anlayışını terk ettiğini söylemiştim. Asıl mesele, ona göre iyi/üretken sanayi sermayesi ile kötü/parazit finans kapital arasındadır. Bunun arkasında daha büyük bir tarihsel çatışma vardır. Tarih, Platocular ile Aristotelesciler arasında süregiden temel bir çatışma alanıdır. Sınıf mücadelesi ya da sağ-sol ayrımları, bu temel ayrımın vitrinin önündeki tezahürleri ya da gerçeğin üstünü örten yanılsamalar/kandırmacalardır. Tarih, ilerleme ve teknoloji yanlısı güçlerle, ilerleme karşıtı feodal ve rantiyer mali çıkarlar arası çatışmadan ibarettir.

Marx ve Engels bunu görememiştir. Anglofil etkilerden dolayı F. List’e karşı çıkmışlardı. Oysa LaRouche, Marx’taki temel yanlışı bulmuştur. Marx Anglofilliğinden dolayı suçludur, Adam Smith ve David Ricardo’yu gözünde fazla büyütmüştür. Dünyayı yöneten asıl kişileri görememiştir.

Dünyayı yönetenler İngilizlerdir, İngiliz aristokrasi ve saraydır. Herkesi, Tavistock Enstitüsü organize bir beyin yıkama yoluyla yönetiyor. İngilizler, zengin Yahudi aileleri ile birlikte, uyuşturucu trafiği ile, terörizm dahil her yol ile, hileyle kaba güçle dünyayı yönetiyor. Sadece İngiliz aristokrasisi hakkında değil, genel olarak İngilizler hakkında da ırkçı sayılabilecek şeyler yazıyor. Bütün bir insanlığı yönetmeyi becerebilmelerine rağmen onları insandan daha aşağı bir tür olarak görüyor.

İşin başında “uyuşturucu satıcısı” İngiliz Kraliçesi var. En büyük düşmanlar arasında B. Russell ve H.G. Wells özellikle bahsediliyor. İngiliz monarşisi ayrıca ABD finansal çevrelerini ve CIA gibi kurumları da kontrol ediyor; H. Kissinger gibi ajanları yoluyla da ülkeyi yönetiyor. Rock müzik, özellikle de the Beatles, bir İngiliz istihbarat oyunu. “Şeytani”, insanı hayvanlaştıran, gençlerin gelişimini körelten işler. LaRouche’un kendisi ise sıkı bir klasik müzik dinleyicisi.

Dünyada İngilizlerin parmağı olmadığı hiç kimse yok gibi. Hatta düzen karşıtı hareketler bile İngiliz tezgahı. Fransız Jakoben liderler İngiliz ajanı. Bakunin ve Herzen başta olmak üzere anarşistler İngiliz ajanı. Bebel, Bernstein, Ebert başta olmak üzere sosyal demokratlar İngiliz ajanı. Bütün tanınmış Troçkist liderler İngiliz ajanı. Maoistler İngiliz ajanı. SSCB yöneticileri ya doğrudan İngiliz ajanı ya da onların etkisi altındalar (Aşırı-merkeziyetçi anlayışı nedeniyle, Buharin’den ve SSCB’de Stalin sonrası  Liberman tarzı reform çabalarından hiç ama hiç hoşlanmıyordu). Çevreciler, 68 yeni solu da İngiliz ajanları etkisinde. Hatta Nazi faşistleri bile İngiliz ajanı. Holokost’un bizzat Rothschild’ler gibi İngiliz ajanı büyük Yahudi aileleri tarafından hazırlandığı iddia ediliyor. Salgın hastalıklar konusunu özellikle ele alıyorlar. AIDS, kuş gribi gibi hastalıkların kasten yayıldıklarını iddia ediyorlar -tabii ki işin kaynağı İngilizler… 

Bir not olarak LaRouche grubunun, hemen, daha ilk baştan fark edilebilecek bir özelliklerinin, propagandalarında kullandıkları küfür ve hakaretler, provokatif resimler (liderlere Hitler bıyığı takmalar, Kraliçe’ye yosma/fahişe demeler, politik slogan yerine direkt küfrü tercih etmeleri) olduğunu belirteyim.

LaRouche’un narsistik kişiliğinden bahsetmeden geçmek de olmaz. Kendini bir deha olarak kabul ediyor ve dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşünüyor. Bütün örgütler onu öldürmeye çalışıyor. Oysa o, dünyaya gelen en büyük dahi. Bizzat kendi deyişiyle, dünya tarihine yön verenlerden biri, iktisatta devrim yaratmış en büyük iktisatçı (Yıldız Savaşları, Avrupa Para Sistemi gibi şeyler ilk onun aklına gelmiş). Otobiyografisine koyduğu isim, kendini neyle özdeşleştirdiğini, gizlemeye gerek görmeden, ortaya koyuyor: “Power of Reason” (Aklın Gücü). Buna göre, kendisi 12 ve 16 yaş arasında sırasıyla Bacon, Hobbes, Locke, Hume, Berkeley, Rousseau gibi filozofları okuyup reddetmiş; önce Descartes sonra Leibniz’i benimsemiş; iki yılını Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”ni incelemekle geçirmiş. Kant’ın antinomilerini çözmesi ise matematiksel kuramlar (Riemann-Cantor) sayesinde olmuş. Haliyle karşımızda bir peygamber var desek yanlış olmaz: Aklın peygamberi!

LaRouche insanları bilgi durumlarına göre sınıflandırıyor. En akıllıları gümüş, bronz ya da demir ruhuna sahiplerken, çoğu zavallı bir eşek ya da koyun düzeyinde. Kendisi ise “altın ruh”. En temel amacını ise insanları bu aşağılık hayvanlık düzeylerinden kurtarıp kendi düzeyine yükseltmek olarak ortaya koyuyor. Babil’in Yosmasını, Aristoteles’in mirasçısı oligarşiyi, yeni parasal sistemi yerleştirerek yeneceğini ve insanlığı kurtaracağını söylüyordu. Vakti yetmedi diyelim. 

*

Öğreniyoruz ki, 1987’de önemli bir kişi sanılarak Özal’la da görüşmesi sağlanmıştı.



13-18 Haziran 2003’te, Yarın dergisinin davetlisi olarak Türkiye’ye gelip, İstanbul’da ve Ankara’da ATO’nun düzenlediği iki konferansta Avrasya hakkında konuşmuş. İstanbul’da yanındaki diğer konuşmacılar Numan Kurtulmuş ve Mahir Kaynak imiş. İşçi Partisi’nde basına mülakat vermiş, Ceviz Kabuğu’na çıkmış. Sinan Aygün kendisine altın bir Atatürk rozeti verdiği gibi, fikirleri arasında mükemmel bir uyum olduğunu, inşallah onun başkan olmasını istediğini söylemiş. Kendini her fırsatta Demokrat Parti başkan adayı olarak tanıtmış. Bu kez kazanacağından emin olduğunu söylemiş. Erbakan ve Demirel’le özel olarak da görüşmüş. Ne kadar yakışmış hepsi birbirlerine…


İnternette birçok kaynak bulunuyor haklarında. Şu adresi belirteyim en azından:

http://laroucheplanet.info/

20 Ekim 2020 Salı

Yeni Zelanda Solu

Geçen haftasonu Yeni Zelanda 'da yapılan seçimlerde sosyal demokrat İşçi Partisi %49 gibi büyük bir oranı yakalayarak iktidarını korudu. Bu vesileyle ülkedeki komünist harekete bakalım.

  

Yeni Zelanda, 20. yüzyıl başında işçi sınıfı için bir laboratuar gibiydi. Birçok ilerici reform adımı iktidardaki Liberal Parti tarafından atıldı. Fabiancılık türü reformizmin sınırları 1. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkmıştı. Daha radikal ve işçi sınıfının kendi öz örgütlenmesine dayalı fikirler bu sırada yaygınlaştı. Özellikle İngiliz göçmen işçilerin 1909’da kurduğu “Kızıl Federasyon” sosyalist bir sendikaydı. Çeşitli sosyalist grupların birleşme süreci, 1916’da İşçi Partisi’nin (“Labour Party”) kuruluşuyla tamamlandı. Sosyal demokratlardan ayrılan komünistler ise 1921’de “Communist Party of New Zealand”ı (CPNY) kurdu.

İlk yıllarında CPNY’nin zaten az olan üye sayısı, art arda gelen tutuklamalarla sınırlı kaldı. Parti, girdiği seçimlerde de kayda değer bir başarı gösteremedi. İşçi Partisi’nin işçiler arasındaki hegemonyası kırılamadı. CPNZ 1963’te Çin tarafını tuttu. Bu, Arnavutluk dışındaki tek Batılı örnekti. Sovyet taraftarları ayrılıp kendi Socialist Unity Party (1966-1990) partilerini kurdu. Sendikalarda kısmen etkili olmuş olan bu parti kendi feshedince, kararı reddedenler 1990’da “Socialist Party of Aotearoa” kurmuştu.


CPNY daha sonra yıllarda AEP yanlısı oldu. ÇKP’yi savunmayı sürdüren parti genel sekreteri Victor G. Wilcox ihraç edildi. Çin yanlıları da kendi örgütlerini kurdu: “Workers Communist League”.

İlginç olarak, Arnavutluk’ta sosyalizmin çöküşü ile CPNZ liderleri, “devlet kapitalizmi” tezini savunmaya başlayıp Cliff’çi International Socialist Organization (ISO) ile birleşti. Yeni örgütün ismi “Socialist Workers Organization” (daha sonra “Socialist Worker –Aotearoa”) oldu. SW 2012’ye dek devam etti. Kendini feshettiğinde ise ISO kendi adıyla devam etti. CPNZ’nin Troçkist yönelimine tepki göstererek ayrılan bir grup ise “Communist Party of Aotearoa” ismiyle devam etmeye çalışmış olsa da, kısa ömürlü olmuştu.

CPNY’nin tanınmış liderlerinden biri olan Ray Nunes, 1991’de “Mao’yu savunan ama Maoist olmayan” Workers Party of New Zealand”ı kurmuştu. O da ilginç bir şekilde, 1990’ların sonlarında, “Troçki’yi savunan ama kendini Troçkist olarak tanımlamayan” “Revolution” isimli bir çevreyle önce seçim ittifakı yapacak sonra da birleşecekti, sonra da dağılacaktı.

Bu saydıklarım haricinde, bir de 1968 yeni sol hareketlerden, Vietnam savaşı karşıtı hareketten etkilenrek kurulmuş Socialist Action League (sonraki “Communist League”). Maori hakları mücadelesine özel önem veren bu grup Troçkist Birleşik Sekreterya’nın seksiyonuydu.

İyi zamanlarında birkaç yüz üyeye sahip olup belli bir etkinlik gösterebilmiş bu örgütler, ISO haricinde, artık faal değil. Şu anda en fazla birkaç düzine üyeye sahip, sosyal medyaya dayalı grupçuklar faal gözüküyor. Bunlar içinde en etkini, son seçimde İşçi Partisi için oy isteyen ISO olarak gözüküyor. Daha önceki seçimlerde de İşçi Partisi ve/veya Yeşiller için oy istiyorlardı.

 


3 Ekim 2020 Cumartesi

Posadism (Troçkistler I)

 


Uzaylarının, UFO’ların varlığına inanan, onların dünyaya gelişleri için hazırlanan; nükleer bir savaşın kaçınılmaz hatta arzulanır olduğunu düşünen; yunusların akıllı hayvanlar olduğuna söyleyip iletişim kurulabileceğini inanan, su-altı doğum vb. yöntemlerle insan kabiliyetlerini arttırılacağı gibi şeyleri savunan Troçkistler… 2016’dan beri internetin en popüler meme’lerinden biri haline gelen Posadistler. Öyle ki, çoktan sönüp gitmiş ve unutulmuş bir politik sekt, Troçkizm denilince akla ilk gelen şey halini aldı. Çoğu kullanımda, Posadistler, megaloman liderlerine gözü kapalı itaat eden, kafası yıkanmış bir grup zırdeli olarak modası geçmiş bir ideolojinin kaçınılmaz sonu olarak resmediliyor. Komünizm-karşıtı motivasyonun oldukça belli olduğu bu kullanım aslında bir dönem bazı ülkelerde belli bir güce ulaşmış bu gruba, onların geçmişte inanarak, büyük özverilerle hareket için çalışmış, bu uğurda türlü zorluklar yaşamış üyelerine haksızlık ediyor. Tali konularından biri olan dünya-dışı yaşam meselesini sanki grubun öncelikli meselesi gibiymiş gibi resmediyor. Bir dönem Mao ve Che gibi liderlerin de üzerinde durduğu nükleer savaş olasılığını, bu grup sanki gözü dönmüşçesine arzuluyormuş gibi gösteriliyor. Oysa onlar, objektif bir siyasal-tarihsel çıkarım yaptıklarını düşünüp ona göre hareket ettiklerine inanıyorlardı. Kaçınılmaz nükleer felaket, mutlaka sosyalizmin küresel çapta kurulmasına yol açmalıydı. Şimdi ise, soğuk savaş yıllarının gerilimini unutmuş bir nesil, yakın dönemli de olsa o yılların bir ideolojiye adanmışlığını, tarihsel “iyimserliğini” anlamlandıramıyor.



A.M. Gittlitz’in “I Want to Believe: Posadism, UFOs, and Apocalypse Communism” (Londra: Pluto Press, 2020) kitabı bahsedilen çarpıklığa karşı çıkan, Posadist hareket üzerine yapılmış mükemmel bir çalışma. Gittlitz, hem Troçkist hareketinin siyasal yönünü ayrıntılı olarak araştırmış hem de komünizmle kozmist anlayışın kesişme noktalarına (A. Bogdanov, 1920’lerde Sovyet avangard kozmizmi gibi) değinmiş. İşin bu ikinci kısmını dışarıda bırakıp daha çok ilk kısmını, siyasal boyutunu kitapta anlatıldığı şekilde özetlemek istedim.   

*

J. Posadas takma adını kullanan Homero Cristalli, İtalyan göçmeni yoksul ve kalabalık bir ailenin çocuğu olarak 1912’de Buenos Aires’de doğdu. Babası anarşistti, genç Posadas da siyasete Sosyalist Parti’de başladı. İspanya İç Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, Arjantinli Troçkist çevrelerle tanıştı. Bunlar daha çok entelektüel ve bohem, küçük burjuva kesimdendi. Posadas ise yoksulluk içinde, çeşitli geçici işlere girerek geçinmeye çalışan, bir ara profesyonel futbol oynamış, sendikacılıkta deneyimli bir işçi sınıfı mensubuydu.

Posadas’ın ilk dahil olduğu Troçkist çevre, toplamda 11 kişilik, “Grupo Cuarta Internacional” idi. Peronist hareketinin yükseldiği koşullarda, onu diğer sosyalist ve komünistlerin yaptığı gibi faşist bir hareket olarak değil, Bonapartist karakterli bir rejim olarak değerlendiriyorlardı. Arjantin’de işçi sınıfının Peronizme kaymasıyla, solun bu harekete düşmanca yaklaşamayacağını söylüyorlardı. Bu nedenle, savaş sonrasında Peronist “İşçi Partisi”ni desteklediler. (Bir diğer Troçkist N. Moreno ise bu sırada Peron karşıtıydı).

Uluslararası Sekretarya, Arjantin’deki iki Troçkist grubu (Moreno ve Posadas) birleştirmeye çalıştı. Grupların arasındaki fark, politik olmaktan çok, kişisel özellik farklılıkları ve rekabet gibi duruyordu. Moreno daha entelektüelken Posadas teorik meselelerde pek parlak sayılmayacak örgütçü yönleri olan bir kişiydi. Kitaptaki komik anekdotlardan birine göre, Moreno Kapital’in üç cildini de okuduğunu söylediğinde, altta kalmak istemeyen Posadas kendisinin altı cildini de okuduğunu söylemişti (s.53).

1948’de 4. Enternasyonal’in 2. Dünya Kongresi’ne ikisi birlikte çağrıldı. Kongrede ikisine birleşip Latin Amerika Bürosu’nun kurulması görevi verildi. Aslında Posadas’ın işçici ve popülist tarafı Uluslararası Sekretarya’ya politik olarak daha yakındı. Posadas ve Uruguaylı Alberto Sendic resmen Arjantin seksiyonu olarak kabul edilip, Montevideo’daki Latin Amerika Bürosu’nun başına da ikisi geçirildi. İkisine de Enternasyonal’in merkez komitesinde oy hakkı verildi. Moreno bu durumu kabul ederek, başında bulunduğu grubu listesini Posadas’a devretti (Bir fikir vermesi açısından, 120 kişilik bir liste olduğu söyleniyor.)

Böylece Posadas, tüm Latin Amerika seksiyonlarının yönetimini almış oldu. Bunlar içinde Bolivya’da, yaklaşık 1.000 üyesi olan fakat sendikalarda (COB) hayli etkili olan POR en önemlisiydi. Arjantin’deki seksiyonun adı da “Partido Obrero Revolucionario (Trotskista)” POR(T) olarak değiştirildi (jenerik bir isim olarak diğer seksiyonlarda da kullanılacak). Peronistler içinde çalışılmaya başlandı.     

Troçkistler arasındaki 1953 küresel ayrışmasında Moreno, Posadas-Pablo çizgisinin “sızma” stratejisini (örneğin Bolivya’da MNR’ye ve Arjantin’de Peronistlere) Troçkizme ihanet olarak mahkum etti. Ayrılarak kendi Latin Amerika Sekretaryasını oluşturdu. Posadas ise M. Pablo’nun sadık bir takipçisiydi. Fakat zaman zaman yanlış politik tutumlar alabiliyordu. Bunları da gelen uyarılar sonucu değiştiriyordu. Örneğin Kuzey’e karşı Güney Kore’yi desteklemişti. Küba’da Batista’ya karşı savaşan Castro’yu ilk başta suçlamıştı. Hatta 1955’te Arjantin ordusu Peron’u devirip ülkeden kaçmaya zorladığında Posadas bunu desteklemişti -Moreno bile karşı çıkmıştı buna. 

Pablo, Cezayir bağımsızlık mücadelesi için silah ve diğer lojistik malzeme temini için çalışırken yakalanıp cezaevine girdiği sırada, 4. Enternasyonalin başındaki E. Mandel ve P. Frank, 1953’te ayrılan Amerikan SWP ve diğerleriyle birleşme adımları atmaya başlamıştı. Posadas, bu adımlara itiraz eden Pablo’yu destekledi. Uzun yıllardır rakibi olan Moreno çevresiyle yeniden birleşmeye karşı çıkıyordu. 1961’deki 6. Dünya Kongre’sinde Latin Amerika Bürosu olarak ağırlığını koymaya çalıştı. Hareket merkezi Avrupa dışına taşınmasını savunuyordu, çünkü mücadelenin merkezi Güney’e kaymıştı. Avrupa merkeziyle kavgası, 1962 Nisan’ında Montevideo’da kendi Olağanüstü Enternasyonal Kongresi’ni toplamasıyla sonuçlandı. Daha sonra da “Posadist 4. Enternasyonal” kuruldu. Latin Amerika’daki seksiyonların büyük kısmını zaten devralan örgüt, kısa sürede Fransa, Belçika, İtalya ve İngiltere’de Posadist partilerini kurdu. Hatta illegalite koşullarında İspanya ve Yunanistan’da da örgütlendiler.



Posadas bu dönemde daha ateşli bir devrimci söylem kullanıyordu. Anti-kolonyal mücadeleden beslenen bir iyimserlik ve devrimler anının yakın bir gelecekte olacağına dair büyük bir inanç vardı. Hatta bu nedenle, nükleer bir savaşın bu yolu kısaltabileceği düşüncesi dillendiriliyordu. Bunu garipseyenleri, daha pasifist olanları korkaklıkla suçluyordu. Örneğin, E. Mandel “termonükleer bir savaşa inancı olmayan bir korkak”tı (s.82). Olası bir nükleer savaşta, militanların nasıl davranması gerektiğine dair kılavuzlar hazırlanmıştı: “Derhal hijyen sağlanmalı, pislik ve dışkılardan suyu arındırmalı. En önemlisi de, mantar bulutları dağıldığında hemen önderlikle temas kurulmalı.”

Bu dönemdeki radikal söylemleri, eylemlere de yansıdı. Küba’da devrim esnasında ve ertesinde açık olarak çalışan ve belirli bir etkileme gücüne sahip Posadistler, sonradan Sovyetik PSP’nin baskısıyla yasaklandı. Yayınları engellendi ve üyeleri mahkum edildi. İlk başta Troçkist provokatörlükten bahseden Che Guevara, sonraları, nükleer bir savaşa yol açacak bile olsa devrimci mücadelenin sürdürülmesinden bahsedecekti. Cezayir’den kısa bir süre için geri döndüğü Küba’da içerideki Troçkistleri ziyaret etmişti. Gizli olarak ülkeden ayrıldıktan sonra, bu mahkumların salıverilmesini de sağlamıştı. Faaliyetlerine son verme karşılığında salıverildiler. Posadas ise Che’nin Castro tarafından öldürüldüğü iddiasını uzun zaman tekrarladı. Castro isim de vererek Posadas’ın iddialarına cevap vermişti.

Küba haricinde, Guatemala’da Posadas birkaç gerilla liderini hareketin saflarına katmayı başarmıştı. Hatta bizzat kendisi ormandaki üssü ziyaret etmişti. Ancak Castrocular, Troçkist sızmayı 1964 sonunda tamamen tasfiye ettiler. Brezilya’da 1964 darbesi öncesi, tarım işçilerinin örgütlenmesinde Posadist militanlar önemli rol oynamıştı.

1968’e doğru gelinen birkaç yıl içinde Posadistlerin etkisinin bariz şekilde azaldığını görüyoruz. Latin Amerika seksiyonları eski güçlerini kaydediyor, yönetim şekline karşı itirazlarla ayrılıklar/ihraçlar yaşanıyordu. Avrupa seksiyonları zaten miniskül gruplardı. Örneğin, Birleşik Sekretarya’nın Fransa seksiyonu, Alain Krivine liderliğinde binlerce kişiyi harekete geçirebiliyorken, Posadistler etkisiz bir gruptu. Talihsizlikleri, tüm dünyada 1968’e giderken devrimci bir dalga yaşanırken, Posadistlerin uzaylılara inanan bir acayip “sekt” olarak gündeme düşmesiydi. Bunun da nedeni 1967 kongrelerinde UFO meselesinin ele alınmasıydı. Aslında konuyu gündeme taşıyan Posadas’ın Dante Minazzoli isimli yardımcısıydı. Dünya-dışı akıllı varlıkların olabildi, bunlar muhtemelen dünyayı ziyaret ediyorlardı. Posadas’ın da kabul ettiği bu olasılığa göre, asıl önemli görev, gelecekteki tanışma öncesinde, günümüz dünyasının sorunlarını çözmekti. Tartışmaların yayınlanmasıyla Posadistler, ilkin diğer Troçkist grupların diline düşüp dalga konusu yapıldı. Fırsatı kaçırmayan Latin Amerika sağcı iktidarları ve basını da bunu kendi lehlerine kullandı.

1968 yılında Posadas’ın gündeme gelişinin bir diğer nedeni, Montevideo’daki örgüt evine yapılan baskındı. Posadas’ın da aralarında bulunduğu, farklı ülkelerden toplam 26 militan, üç saatlik kuşatma sonrası, evdeki belgeleri yaktıktan sonra teslim oldular. Polisler Posadas’ın kim olduğunu bilmiyormuş gibi yaptılar. Aslında evi, Posadas’ın yardımcısı Alberto Sendic’in kardeşi, Tupamaros kurucularından Raul Sendic bağlantısı nedeniyle basmışlardı. Posadas ve arkadaşları tutuklu kaldığı müddetçe, serbest bırakılmaları için uluslararası bir kampanya düzenlendi. İngiliz seksiyonu, tutuklular için ünlü filozof B. Russell’ın desteğini bile sağlamıştı. Kendisini çok daha kötü şartların bekleyeceği Arjantin’e iadeyi reddeden Posadas için ülke aranmaya başlandı. Şili başkanı ile o sırada senatör olan S. Allende’nin devreye girmesiyle Santiago’ya uçuruldu. Fakat polisler orada uçağı sarınca, uçağın Fransız pilotları onu Fransa’ya götürmeye çalıştı. İstenmeyen adam olduğu Brezilya, uçağa yakıt ikmali yapılmasına izin vermeyince tekrar Montevideo’ya dönmek zorunda kaldılar. En sonunda, İtalyan soyundan oldukları için, İtalya Komünist Partisi (PCI) sayesinde Roma’ya uçabildi.

Posadas, İtalya’da PCI ile bağ kurmaya, onları etkilemeye çalıştı. Onlar vasıtasıyla SBKP ile dahi iletişime geçildi. Alberto Sendic, Moskova’ya davet aldı. Orada SBKP Merkez Komite Enternasyonal Departmanı başı B. Ponomarev’le bir görüşme gerçekleştirildi. Posadas bu görüşmeyi, Sovyetlerin kendisini ciddiye aldığı şeklinde yorumlayacaktı. Oysa ki, Ponomarev Troçkizmin her türünü anti-komünistlik olarak gören, klasik bir Sovyet ideologuydu.  

Posadas Avrupa’da, sürgündeki Latin Amerikalılara oldukça cömert yardımlar yapan zengin donörler buldu. Zengin aileler ve sanatçı çevrelerinden alınan paralar Posadas’ı bu yıllarda yoksulluktan epey bir uzaklaştırmıştı. Roma’da bir villaya taşınıldı; yardımcıları için ayrı bir komünal ev ayarlandı. Fakat 1970’lerle birlikte, artık kendisi için siyasal bir aktör olma hedefinden çok, “geleceğin komünist bilincini oluşturmaya ve taşımaya” yönelik bir faaliyet tanımı yapan bir sekt haline gelmişlerdi. Bu, tam da küçük bir sektin kendi varoluşunu rasyonalize etmesiydi. Posadas da son yaşlılık yıllarında artık kendini daha “kozmik”, daha felsefi ya da pedagojik konulara vermişti. Kitapta anlatılanlara bakılırsa; önceki dönemlerde yasaklanan seksten, artık yaratıcılığın gelişimine katkısı olduğu için olumlu olarak bahsediliyordu. Posadas, çevresindeki genç kadın militanlarla beraber oluyor, onları diğer erkeklerden kıskandığı için paranoyaklaşıyor ve herkesi kendisini aldatmakla suçluyordu. Siyaseten etkisizleştiği ve klasik bir sekt-içi lider kültü sonuçlarının yaşandığı bu son yıllarına ait kişisel entrikaları/suçlamaları/psikolojik tahlilleri detaylandırmamız gerekmez.

Posadas Mayıs 1981’de Roma’da vefat etti. Kendisinin yerini almaya tek aday, üzerine titrediği, 6 yaşındaki kızıydı. Haliyle ikinci bir isim de çıkmadı. Seksiyonlar uzunca bir süre faaliyetlerine devam ettiler. Latin Amerika’da diktatörlüklerin son bulmasıyla tekrar yasal siyasal alana çıktılar. 1986’da oğlu Leon Cristalli, Enternasyonal’in başına geçti. Çeşitli ülkelerde kendini Posadist olarak görenler olsa da, şu anda kayda değer tek örgütlülük, Frente Amplio içinde çalıştıkları Uruguay.  

*

Hareketi geriye yönelik değerlendirdiğimizde göze çarpan birkaç özelliği var. Bunların en başında, lider etrafında toplanmış sekt halini almış olmaları geliyor. Posadas’ın pek teorik ve retorik meziyeti olmamasına rağmen bir lider karizması geliştirmesi ilginç; ama diğer bu tür sekt deneyimlerini düşündüğümüzde pek de sıradışı gözükmüyor. Bürokrasi eleştirisiyle demokratik merkeziyetçiliği uygulamakta titiz olmaya çalışan diğer Troçkist grupların aksine, her düzeyde tüm kararların merkezinde Posadas vardı. Kendisi her şeyin odağında olduğu gibi, karısı yönetici, yirmili yaşlarındaki bir kızı Latin Amerika Bürosu başında, oğlu Peru seksiyonunu yönetiyordu, damadı da Brezilya vs. 1967’den itibaren kendileri için yayınlarında ve örgütlerinde “Posadizm” kelimesini kullanmayı normal karşılamışlardı.

Parti kadroları için sıkı kurallar bulunuyordu. İçkiye hoş bakılmıyor; evlilik dışı ve üreme amacı dışında seks de onaylanmıyordu. Çocuk doğurmak parti iznine bağlıydı, çünkü verilecek görevleri aksatabilirdi. Kürtaj yasaktı. Posadas, evli çiftleri uzun süreli görevlerle birbirininden ayırarak, sekse harcayacakları enerjinin devrimci coşkuda tüketilmesini istiyordu (s.84). Eşcinsellik de yasaktı. Partililerin vejeteryanlığına bile karışılıyordu.  

Posadas’ın dünyayı anlamada öne çıkan bir özelliği, realiteden uzaklaşması ve giderek dünyayı kendi etrafında dönüyor sanması. Kendi gücü ve etkisini abartma da aslında tipik bir durum. Örneğin Sovyetlerin veya Çinlilerin politika değişikliklerini sanki Posadistlerden etkilenmişler gibi yorumluyordu… Ayrıca, çoğu gelişmeyi, sosyalizme götüren yolun önünü açacak adımlar olarak yorumlamıştı. Bu nedenle olmayacak kişi ve gruplarla yakınlaşma yolu aramaktan geri kalmıyordu (Kaddafi, Esad, Saddam gibi). Büyük yenilgileri bile sanki mücadelenin önünü açacak, uğurlu olaylar gibi düşünüyordu.   

Kendisini diğer Troçkistlerden ayıran bir özelliğine de son olarak değinmek gerek. Onlardan farklı olarak “işçi devleti” kategorisini oldukça geniş kullanıyordu. Örneğin Suriye, Irak, Mısır, Mali, Gine gibi devletler de buna dahil ediliyordu. Sovyetler yıkıldıktan sonra bile Rusya’yı işçi devleti kategorisinde değerlendirdiklerini not edelim. Buna paralel olarak, Sovyetler ve Doğu Bloku ülkelerine fazla hasmane bir tavır takınmamışlardı. E. Mandel ekibi, Dubçek yönetimini bürokratik yozlaşmasının durdurulması adına bir fırsat olarak görmüşken, Posadas Sovyetlerin müdahalesini doğru bularak desteklemişti. İşçi devletlerinin zayıflatılıp yıkılmasının önüne geçtiği için Brejnev’i kutlamıştı. Yine örneğin, 1969’da Bolivya POR(T) Sovyet büyükelçiliğine kutlama mesajı yollamıştı: “Sovyet halklarını kutluyoruz. Soyuz ve Interkosmos 1’in başarısını selamlıyoruz. Yankee emperyalizminin, SSCB ve diğer işçi devletlerine karşı-devrimci hazırlığına en uygun cevabı oluşturuyor” deniliyordu[i]. 

 


Posadistler, kitlelerden uzak kalan, izole olmayı seçen bir siyasal örgütün giderek sektleşmesinin klasik örneklerinden birini oluşturuyor. Yalnız yazar Gittlitz’in vurguladığı önemli bir nokta var. Bu insanlarda şimdiki sinik nesle yabancı gelecek, naif görülecek bir inanç ve iyimserlik vardı. Mücadelelerini geleceğe dair güçlü bu inançla yürütüyorlardı. Troçki’nin 1901’de gençken yazdığı, aşağıdaki kısa yazısındaki inanç. Yazı içindeki “yirminci yüzyılı”, “yirmi birinci yüzyıl” yapsak pek değişmeyecek…

 

Dum spiro spero![ii] Eğer ben göksel cisimlerden biri olsaydım, toz ve pislikten yapılan bu zavallı yuvarlağa hiç yaklaşmadan uzaktan bakardım... İyiyi de kötüyü de aydınlatırdım... Ama ben insanım… Sana, ey bilimi heyecansızca ve soğukkanlılıkla kemiren ölümsüzlüğün muhasebecisi, sana söylüyorum, zaman dengesinde yalnızca ufacık bir an gibi gelen dünya tarihi benim için her şeydir! Soluk aldığım sürece gelecek için savaşacağım. O öyle bir gelecektir ki orada, sağlam ve güzel insan, tarihin akışını kendi eline alacak ve onu güzelin, neşenin ve mutluluğun sınırsız ufuklarına götürecek!...

On dokuzuncu yüzyıl iyimserin umutlarını birçok bakımlardan gerçekleştirmiş, birçok bakımlardan boşa çıkarmıştır... Umutlarından birçoğunu yirminci yüzyıla aktarmaya zorlamıştır. İyimser korkunç bir gerçekle karşılaştığı zaman şöyle bağırmıştır: Yirminci yüzyılın eşiğinde nasıl olur bunlar! Uyumlu gelecek umudunun gerçekleşmesi yirminci yüzyıla kalmıştır.

Ve şimdi işte o yüzyıl geldi! Daha başlangıçta ne getiriyor bize? Fransa'da ırk kininin zehirli köpükleri; Avusturya'da ulusal çatışma... Güney Afrika'da bir tarafından öldürülmekte olan küçücük bir halkın can çekişmeleri, "özgürlük" alanında ise iktidarı kazanan açgözlü milliyetçilerin zafer türküleri; Doğuda dramatik "komplikasyonlar", İtalya'da, Bulgaristan'da, Romanya'da aç halk yığınlarının isyanları... Kin ve ölüm, açlık ve kan...

Yeni yüzyıl, bu dev konuk, daha gelir gelmez iyimseri tam bir kötümserliğe ve kendisini yok etmeye sürüklüyor gibi.

- Ütopyaya ölüm! İnanca ölüm! Sevgiye ölüm! Umuda ölüm! İşte yirminci yüzyılın yaylım ateşi, top salvoları bunlar.

- Teslim ol, romantik hayalci. Ben geldim. Uzun zamandır beklediğin yirminci yüzyıl, beklediğin "gelecek".

- Hayır, diye cevap veriyor atılgan iyimser, sen, sen yalnızca bugünsün.”[iii]


 



[i]  R.J. Alexander, International Trotskyism: 1929-1985 A Documented Analysis of the Movement, Durham: Duke University Press, 1991, s.124

[ii] “Nefes aldığım müddetçe umut vardır”

[iii]  L. Troçki “İyimserlik ve Kötümser Üzerine” (1901). I. Deutscher, Troçki: Silahlı Sosyalist Cilt:1, çeviren: Rasih Güran, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1969, s.75-76