29 Mayıs 2021 Cumartesi

F-Kelimesini Hatalı Kullanmak

F-Kelimesini Hatalı Kullanmak

Jack Conrad

https://weeklyworker.co.uk/worker/1349/misusing-the-f-word/

 

Liberal ve sol kamuoyu, uç-sağın birbiri ardına gelen seçim zaferleri sonrası dehşete düşmüş yahut şaşkına dönmüş durumda: Hindistan’da Modi ve BJP, Filipinler’de Duterte, Brezilya’da Bolsonaro gibi. Rusya, Japonya, Türkiye, Sri Lanka ve İsrail’den de söz edilebilir. Her şeyden önce de Donald J. Trump geliyor. 3 Kasım 2020’de gerek seçmenler gerek de seçiciler kurulu oyları açısından kesin bir yenilgi almış olsa bile, hala 74 milyon oyu vardı. Bu miktar, ABD tarihinde seçime başkan olarak giren adaylar arasında geçmişte Barack Obama’nın rekorunu yedi milyon farkla kırıyordu.

Aynı şekilde, Trump Cumhuriyetçi Parti’yi sıkıca kontrol etmeyi de sürdürüyor. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının çoğu, Joe Biden’ın seçimi hile ile kazandığına inanıyor, böyle söylüyorlar. Bunlar, Cumhuriyetçi Parti temsilcilerinden Trump’ın ekonomik, sosyal ve dış politikalarını devam ettirmesini istiyor. Trump’ın yeniden aday olmasını istiyorlar; görebildiğimiz kadarıyla, bu pek de olanaksız gözükmüyor. Eğer Biden’ın yeniden ayarlanmış Keynesyenizmi başarısız olursa, Trump’ın 2024 seçimlerini kazanması ve 47. başkan olması pekala mümkün.

Uç-sağ salgınından Avrupa da muaf değil. Tam tersine. Polonya ve Macaristan’da iktidardalar. Polonya’daki “Kanun ve Adalet Partisi” (PiS) ve Macaristan’daki Fidesz; illiberal, göçmen karşıtı, anti-komünist, anti-gay ve eser miktarın çok ötelerinde anti-semitik partiler. Kendi sağlarında da dikkate değer ölçekte örgütler var. Macaristan meclisindeki ikinci büyük parti Jobbik, II. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işbirlikçisi Miklos Horthy için özel bir muhabbet besliyor. Parti ayrıca silahsız “yurttaş kuvvetleri” Magyar Garda Mozgalom ile yakın ilişkide. Polonya’da, sağ liberteryanlar, monarşistler ve şovenistlerin bir çeşit birliği olan Konfederacja Ekim 2019 meclis seçimlerinde 11 sandalye kazandı. Konfederacja’nın “Hristiyan değerleri”ne sahip çıkarak, Polonya’ya yönelik uluslararası Yahudi komplosuna karşı çıktığını eklememize gerek yoktur sanırım[i].


Sonra Fransa’da Marine Le Pen’in Milliyetçi Hareketi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Almanya’da Alternatif, Danimarka Halk Partisi, Fin, İsveç Demokratları, İtalya’da Kuzey Birlik, İspanya’da Vox, ve diğerleri var. Hepsi de yakın zamanda %10 ile %30 arası oy alıyor.

Peki bu küresel, küresel olduğu kadar da komplike ve her biri kendi ulusal geçmişleriyle, koşul ve dinamikleriyle renklenip şekillenen bu fenomeni nasıl değerlendirmeliyiz?

Trump zaten uzunca bir süredir faşist olduğu veya faşist yönelime girdiği için suçlanıyordu[2]. Bu, Kasım 2020 seçim süreci ve başarısız 6 Ocak 2021 darbe girişimi için özellikle revaçtaydı. Alexandria Ocasio-Cortez, Trump’ın “eşikte bekleyen faşizm” olduğu uyarısını yapmıştı[3]. Nick Cohen, eğer Trump bir faşist gibi görünüyor ve bir faşist gibi davranıyorsa, belki de gerçekten bir faşist olabileceği akıl yürütmesini yapıyordu[4]. Bir de, Trump’ın sadece, kimi “faşist özelliklere” sahip olduğunu düşünenler vardı[5]. Bu terimi, düzenli Weekly Worker yazarlarından, ABD’nin uzun süreli devrimci sosyalistlerinden biri olan Daniel Lazare kullanıyordu.

Ekonomistik eğilimde olan solda birçoklarına göre (en bariz olarak Sosyalist İşçi Partisi –SWP- ve onun enternasyonal örgütünden geriye kalanlar arasında) bu “ağır çekim” 1930’lardı[6]. Dünya, yeniden faşizme doğru bir yürüyüşe tanıklık ediyordu. Bu nedenle de, Irkçılığa Karşı Cephesi’nin (sendika bürokrasisi, bir kısım yüzeysel İşçi Partisi milletvekili, pek değerli radikaller ve bir sürü ruhani liderin olduğu “Stand Up To Racism”) pozisyonu şöyleydi: “Nefret suçları ve uç-sağ saldırılar iyice yaygınlaşmış durumda. Irkçı ve faşist sağ, 1930’lardan bu yana en büyük yükseliş sürecini yaşıyor.”[7]

Bugünkü uç-sağ partilerin ideolojik öncülleri arasında, 1920’ler ve 1930’lar “klasik” faşistlerinin olduğu doğrudur. Fakat en aşırı Holocaust inkarcıları, gayrı-resmi dövüş bölükleri, tarihte olanlardan pişmanlık duymayan Hitler fanları bugün çoğu zaman kendilerinden uzak durulan, kaçınılan, hatta yasaklanan kimselerdir. Polonya, bir beyaz üstünlükçüsü ve alt-right figürü olan Amerikalı Richard Spencer’ı men etmiş; Marine Le Pen daha az toksik bir imaj sunmak için kendi babası Jean-Marie Le Pen kovmuştu. Viktor Orban’ın Fidesz hükümeti Magyar Garda Mozgalom’u yasaklamıştı. Şu an tümüyle marjinalize olmuş İngiliz UKIP bile halen eski British National Party (BNP) üyelerini üyeliğe kabul etmemektedir.

Değerlendirme

Bu makaledeki amacım altı tane. İlkin, yalın, tam ve tarihsel olarak kökleşmiş tanımların siyasal yararları üzerinde ısrar etmek. İkinci olarak, “faşist” tehlike üzerine devamlı yalandan imdat istemenin ve ılımlı muhafazakar/liberal kamuoyunu anti-faşist mücadeleye katmak üzere onlara kur yapmanın kayıtsızlık ürettiğini, kafa karışıklığını arttırdığını ve nihai olarak kendimize zarar verdiğini göstermek. Üçüncü olarak, on dokuzuncu yüzyıl öncülleri denebilecek şeyleri ele almak. Dördüncüsü, faşizmi uygun tarihsel ve sosyo-ekonomik bağlama yerleştirmek. Beşincisi, faşizmin burjuva egemen çevreler tarafından nasıl açıklandığını, hangi prizmalar yoluyla teorik olarak değerlendirildiğini incelemek. Altıncı olarak da günümüzdeki durumu ele almak.

İlk ortaya çıkışından bu yana faşizm birçok farklı tanımla karşılanmıştır. (Benito Mussolini, antik Roma’da devlet gücü sembolü olan, ucunda bir balta bulunan değnek demeti fasces’i hareketine sembol olarak almıştı.) Mart 1919’da, terhis edilen askerler, savaş yanlısı eski sendikalistler ve aşırı şovenlerden oluşan 54 kişi programını imzaladığında Mussolini, İtalyan Mücadele Demeti/Birliği’ni (fascisti) oluşturmuştu. Duçe’ye göre faşizm, liberalizme, “tükenmiş demokrasilere”, “Bolşevizmin öfkeli ütopik ruhuna”[8] karşı duruyordu.

Günümüzde, solda faşizm sözcüğü bir siyasi küfürden fazla anlamı olmayacak derecede dejenere edilmiş durumda. Londra’daki metropolitan polis güçleri, fazla heyecanlı göstericilerce düzenli olarak “faşist” diye suçlanıyor; Türkiye’deki gerillacı sol, Kemal Atatürk’ün 1923’te modern devleti kurmasından bu yana ülkenin her hükümetini faşist olarak betimliyor. Faşizm aynı zamanda kolaylıkla, yobaz önyargılarla, özgürlüklerin kısıtlanmasıyla, her türlü milliyetçi şovenizm tezahürüyle eşleştiriliyor. Buna göre, faşizm gelecekteki bir tehlike değil artık. Günümüze de yayılmış bir geçmiş.

Bu kelimeyi kullanmak, muhakkak, söyleyen için duygusal bir katharsis sağlıyor, hedefte kişiden ödüllendirici bir tepki gelmesini de provoke ediyor. Fakat bu, faşizmin hakiki özünü ortaya koymada, kapitalist toplumda tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını, işlevsel olarak karşı-devrimci bir silah olarak nasıl kullanıldığını açıklamada pek fayda sağlamıyor. Bu bir bilgiçlik ya da semantik meselesi değil. Faşizmi tarihten kırpmak, onu az çok, nefret edilecek, gerici, korkutucu, aşağılayıcı bir küfür kelimesi haline indirgemek; bir taraftan 1920’li, 30’lu, 40’lı yıllardaki faşizm kaynaklı devlet baskısı ile olağan devlet baskısı arasında metodolojik bir ayrım yapamadığınız anlamına gelir. Bu ikincisine örnek olarak: 1794 habeas corpus’un askıya alınması, London Corresponding Society’nin kapatılması, William Pitt’in Tory gericiliğinin “Jakobenizm”i bastırmak için düzenli olarak küçük toprak sahiplerini kullanması, Otto von Bismarck’ın 1878 sosyalizm karşıtı yasaları, Amerika’nın geç on dokuzuncu yüzyıl Jim Crow yasaları, Woodrow Wilson’ın 1918 kışkırtıcılığa karşı yasaları, 1950’lerin McCarthy’ci cadı avları, Margaret Thatcher hükümetinin çıkardığı sendika karşıtı yasalar ve madencilerin 1984-85 büyük grevini ezişi…

Faşizme tarihte kök bulmuş tam bir tanım getirmenin; Pitt muhafazakarlarına karşı yumuşaklık, Bismarck’cı kan ve demire meyletme, senatör Joe McCarthy’e sempati duyma, Türk devletini beğenme ya da Thatcherizme yakınlık duyma vs. demek olmadığını söylemek bile gereksizdir. Asıl, faşist olmayanı faşist olarak etiketlemek işçi hareketini karıştırır, elini kolunu bağlar ve onu yanlışa sürükler.

1920’lerin sonu ve 30’ların başında “resmi komünizm”, İşçi Partisi solundan Ramsay MacDonald hükümetine, Alman sosyal demokrasisinden Franklin D. Roosevelt’e kadar her şeyi ve herkesi, dogmatikçe, giderek genişleyen bir faşizm veya faşizme doğru hareketler adı altında sınıflandırmakta ısrarcı oldu. Örneğin, Roosevelt’in “New Deal”i, Britanya’nın en önde gelen komünist düşünürü tarafından “özellikle ekonomik ve endüstriyel alanda, faşist biçimlere geçiş”[9] olarak betimlenmişti (bu kişinin nihayetinde itaatkar da olsa, epeyce zeki olduğu kabul edilmelidir.) Faşizm, varsayıma göre, burjuva demokrasisinin organik bir gelişimiydi. Komintern başkanlık heyetinin güvenilir yöneticilerinden biri olan Dmitry Manuilsky’in yürütme komitesine sunduğu rapora göre, yalnızca bir liberal, “burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir çelişki bulunduğunu kabul ederdi.”[10] Stalin bu yaklaşımı, sosyal demokrasiyle faşizmi “ikiz kardeşler” olarak eşleyerek özetledi[11].

“Üçüncü dönem” teorisi, Almanya Komünist Partisi’nin “sosyal faşist” Sosyal Demokrat Parti ile her türlü ciddi birleşik cephe önerisini reddetmesine yol açtı. SDP kodamanları da böyle önerileri kabul etme eğiliminde değillerdi zaten. Rudolf Hilferding, Otto Wels ve Arthur Crispien gibi liderler, komünistlere karşı “en saldırganca karşıt” bir çizgi istiyordu. Seçimlerde komünistlerin kendilerini “silip geçmek” üzere olmalarından korkuyorlardı[12]. Niyetleri Weimar cumhuriyetini korumak, Nazilerle komünistlere karşı anayasa ve yasallık çerçevesi içinde savaşmaktı. Oysa tabanda işler başka türlü olabilirdi. Diğer bir deyişle, tabandaki bir birleşik cephe, üstteki işlerin seyrini de değiştirebilirdi. Öyle olsaydı ne olurdu, asla bilemeyeceğiz. Ama işlerin gerçekte nasıl olup bittiğini biliyoruz.

Nazilerin oyları %4 düşmesine rağmen, pek de tehlikeli görülmeyen Adolf Hitler, başkan Paul von Hindenburg’un tereddütlü yardımı, şansölye Franz von Papen’in önerisi ile, Alman Milli Halk Partisi’nin koalisyonuyla ve de büyük sanayi, büyük finans ve büyük tarım koalisyonunun desteği ile (Naziler cömertçe finanse ediliyordu[13]) kendini iktidar eyerinin üstüne getirtti. Ocak 1933 sonrası Komünist Parti ve Sosyal Demokrat Parti, şedit Nazi terörünün hedefi oldular: kundaklamalar, dayaklar, suikastler, tutuklamalar, “kaçarken öldürmeler”. İki partiye kapatma kararları hızlıca alındı. Mart 1933’te, sosyal demokrat ve komünist milletvekilleri atılmış bir Reichstag’dan, kendisine diktatoryal yetkiler veren bir kanunu da geçirebilmeyi başardı.

1934-35’de Stalin’in Komünist Enternasyonal’i, ilkin 13. pleniumda sonra da 7. kongrede faşizm analizini “düzeltti.” Georgi Dimitrov, bütün “resmi komünist” partiler tarafından kabul edilen yeni bir formülasyon sundu. Dimitrov faşizmi, “finans sermayenin en gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık ve teröre dayalı diktatörlüğü”[14] olarak yeniden tanımladı. Fakat onun da ilacı, ilk “sosyal faşizm” hastalığından iyi değildi. Faşizm hala, kapitalizmin bir gelişimi olarak görülüyordu. Ancak faşizmin alt edilmesi, kapitalizme karşı devrimci sınıf mücadelesinden de tamamen ayrıştırılıyordu. Sosyal demokratlarla işbirliği yapmayı öğütlemekten de öte, her ülkede (İngiltere, Hindistan, ABD, Fransa, İspanya, Şili vd.) kapı halk cepheleri için ardına kadar açılıyordu. Bu, komünistlerin sermayenin daha az terörist, şoven ve saldırgan temsilcileriyle aynı hizaya girmesine cevaz veriyordu.

Bu parlak fikir, basit aritmetiğe dayalıydı. Komünistler, sosyal demokratlar ve liberaller, faşistlerden çok daha fazla bir miktara ulaşıyordu. Halk cepheleri, bu nedenle hep daha büyük gösteriler, seçimlerde daha fazla oy ve temsilci vaat ediyordu. Bundan sonrası anti-faşist koalisyon hükümetleri ve alınacak bakanlıklar olacaktı. Kapsayıcılık en geçerli formül haline geldi. SWP, aynı mantığı Anti-Nazi League, Stop the War Coalition, Respect, Unite Against Fascism ve Stand Up To Racism gibi derme çatma birlikteliklerinde kullandı. Fakat programatik sınırları belirleyen hep sağ oldu. Ne liberal ekabir, ne Asya kökenli işadamları, ne resmi İşçi Partisi solu, ne de Britanya Müslümanları Birliği kapitalizmle savaşacaktı (belki, zorlanırsa, retorik olarak ve anayasa sınırları dahilinde). Bu türden müttefikleri bir arada tutmak için sosyalist ilkeler, amaçlar ve deklarasyonlar birbiri ardınca feda edilecekti, ta ki toptan bir yok olmaya ulaşıncaya değin. Bu yüzden halk cephelerinin sonu daha fazla güç değil, programatik tasfiyecilik oluyor.

Var olan anayasayı yıkacak, işçi sınıfına iktidarı kazandıracak ve kapitalizmi aşacak bir hükümet oluşturulması yerine; bu anti-faşist, halkçı, ilerici koalisyon hükümeti var olan toplumsal sistem içinde reformlar yapma amacındadır. Sosyalizm bir ultra-sol bölücü sekterlik olarak damgalanarak genel olarak kınanır, direnilir ya da güvenlice uzak bir geleceğe itilerek günümüzden dışlanır.

Uzaklardan Troçki, dördüncü dönemi, çıplak bir sınıf işbirlikçiliği olarak mahkum etmişti. Komintern’in yeni çizgisini, Ağustos 1914’te emperyalistler arası savaş karşısında alçaltıcı bir yenilgi gösteren sosyal demokrasiyle bir tutmuştu. Şöyle dersek, Marseillaise marşı Enternasyonal’i boğmuştu. Komünist Enternasyonal’in “sosyal yurtsever kamp”a katıldığını belirtiyordu[15]. Almanya üzerine yazdıklarıyla Troçki şimdi de güncel olan bazı sonuçlara ulaşmıştı. Faşizm, kapitalist krizin ve kapitalistlerin toplum üzerindeki kontrolünü kaybetmesinin sonucuydu. Bir yönetme sistemi olarak faşizm, burjuvazinin ekonomik olmasa da siyasal iktidardan esaslı olarak el çektirilmesiydi. Kasıla kasıla yürüyen caniler, psikopat katiller ve holiganlar devletin önde gelen makamlarına yerleşiyordu. Askeri diktatörlüklerin zaman zaman liberal ve muhafazakar partileri yasaklandıkları ya da bir süs dekoruna indirgendikleri doğruydu; fakat ordu komutanları da zaten yönetici sınıfın birer mensubuydular. Aynı şey Mussolini ya da Hitler için söylenemezdi (ama Oswald Mosley için söylenebilir).

Kapitalist sınıf için, en azından bir kısmı için, siyasal iktidarın kaybedilmesi kabul edilebilecek bir durumdu. Faşizm, çıldırmış küçük burjuvalardan, lümpen-proletaryadan, hayata küsmüş eski askerlerden mürekkep kitlesel bir plebyen gücü organize eder ve silahlandırır. Fanatik ideolojik bağlılıkları dolayısıyla da Marksizmin “her çeşidi ve rengini” tümden yok etmek için savaşmaya hazırdır. Bu yüzden faşizm içsel olarak askeri emir komuta prensiplerine göre yapılanmıştır. Kara Gömlekliler, “Mussolini ha sempre ragione!” (Mussolini her zaman haklıdır) diye bağırmıştır. Şüphesiz, faşizm “memleketi kurtarma” misyonunu, var olan elitlerin, polis, bürokrasi ve ordu komutanlarının kimi zaman aktif kimi zaman pasif göz yummasıyla yürütmüştür. Sadece komünist öncüler yok edilmezler, işçi sınıfı da “zorunlu bir bölünmüşlük” halinde tutulur[16].

Öncüller

Şüphe yok ki, faşizmin entelektüel kökenleri on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarındadır. Sosyal Darwinizm, ırk sahte-bilimi, devlet tapıncı, romantik milli tarihçilik, anti-semitizm ve enternasyonal sosyalizmin ve organize işçi sınıfının karalanması, I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa yönetici sınıflarının hakim fikirleriydi. Kolonyal imparatorluklar, ırk teorisinde kendilerine dayanak buluyordu. Romantik milli tarih, ülkedeki insan kitlelerini devletin hayali bir topluluğu olarak bağdaştırıyor; Sosyal Darwinizm de onları doğal, hiyerarşik toplumsal düzeniyle uzlaştırıyordu.

Faşist liderler ve onların cırtlak yayıncıları bu hakim fikirleri kendilerince kullanıyor olsalar da, bunu tümüyle demagojik bir tarzda yapıyordu. Amaç bir (karşı) devrim yapmaktı. İktidara giden yolu açmak her şeyden öncelikliydi. Her tür ideolojik manevra, duruş mübahtı. Bu yüzden faşizmin, Aristoteles, Thomas Aquinas, Hegel veya Marx’ta bulunabilecek türden mantıklı bir arka planı yoktu. Mein Kampf’ı okuyun, Mussolini’nin otobiyografisini, ya da Mosley’in “My Life” (Yaşamım) kitabını. Yalanları ve yarı doğruları çıkardığınızda, yazım banal ve çelişkilerle doludur. Aslında hiçbir faşist lider dişe dokunur hiçbir şey yazmamıştır. Faşist ideolojinin “devamlı kayması” sürpriz değildir: “Her açıklama anlık bir durumdan kaynaklanır. Durum değişince de terk edilir.”[17] Faşizm bir takım müphem inançlara sahiptir: liderlik, iradenin gücü, erkekçe disiplin, ulusal kurtuluş. Fakat bunları ve eylemleri sistematik olarak bağlayan bir faşist teori yoktur. İrrasyonalizm, belirleyici özelliktir.

Aynı şekilde, Marie Le Pen’i babasının “faşist kökenleri”[18] yüzünden faşist saymak; Müslüman göçmenleri şeytanlaştırdığı için Victor Orban rejimini bir tür “yumuşak faşizm” saymak[19]; “solcu entelektüelleri tutuklattığı” ve “ülke anayasasını bertaraf ettiği” için Modi’nin BJP hükümetine “faşist” demek[20] de bir abartmayla iştigal etmektir. İrrasyonalizmin liberal bir versiyonu.

Örgütsel olarak, faşizmin on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başları anti-liberal ve anti-sosyalist karşı-devrimci hareketler içinde öncülleri bulunur. Louis Napolyon Bonaparte’ın hareketi ile faşizm arasında gevşek bir analoji kurulabilir. Bunu fazlaca aşırıya vardırmadan, Almanya Komünist Partisi’nin eski liderlerinden olan August Thalheimer uygulamış, başarılı sonuçlara da ulaşmıştı[21]. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş’ında bulduğu etkileyici kavrayıştan yola çıkmıştı. Troçki de “faşizmde Bonapartizmin unsuru bulunduğunu” söyleyecektir[22]. 1848’de Louis Filip’in burjuva monarşisi yıkılır. Halkın, işçi sınıfının başını çektiği devrim, cumhuriyeti yeniden kurar. Fakat ne işçiler ne de burjuvazi iktidarlarını koruyacak kadar güçlüdür. Cavaignac diktatörlüğü Auguste Blanqui’ı yakalayacak ve işçileri bastıracak kadar güçlü olsa da düzeni sağlayamaz. İki sınıf arasında haliyle istikrarsız bir devrim/karşı-devrim karşıtlığı sürer. Bu şartlarda, I. Napolyon’un yeğeni Charles Louis Napolyon Bonaparte talihini bulur.

Bu Napolyon, Fransızların la boheme dedikleri, çürümüş unsurlardan oluşan amorf tabakayı toplar. Bu oynak ama manipüle edilebilir toplumsal tabanla, ustaca bir geniş koalisyon kurar. Proleter ve lümpen-proleterler önüne iyi hazırlanmış devrimci deyişlerle çıkar. Köylüleri, geleneksel aile değerleri ve ulusun görkemini yeniden yüceltmek gibi büyük vaatlerle kazanır. Bu arada, bu Napolyon usuldan finans çevrelerinin yanında yer tutmuştur. CLNB’nin “grotesk bir vasatlık” olmadığı açıktır. 1851’de Fransız ordusunun yardımıyla, bir kendi kendine darbeyle iktidarı alır. Bonapartist devlet kendini toplumdan üste çıkarmıştır. Burjuva siyasal iktidarı bitmiş ama burjuva ekonomik iktidarı, işçi sınıfı tehdidinden de kurtulmuştur.

Boulangist hareket de, bu tür bir ön gösterimdir. General Georges Boulanger, bir kurtarıcı bekleyen toplum önüne atı üstünde çıkan kurtarıcı adamın modelidir. Gerici sağ tarafından kontrol edilen bir demagog olarak işçi sınıfına da hitap edebiliyordu. 1880’ler sonlarında kısa süren bir zirve dönemi oldu. Keskin bir milliyetçiliği parlamentodaki yolsuzluklara karşı kitlesel ajitasyonla birleştiren Fransız İşçi Partisi’nin etkin üyeleri, Marx’ın damadı Paul Lafargue da dahil olmak üzere, Boulangist hareketin “hakiki bir kitle hareketi” olduğunu, teşvik edilirse sosyalist bir karakter kazanabileceği yanılsamasına kapıldılar. Birçok sabırsız solcu gibi Lafargue da tanımadığı bir dalgada yüzmeye çalıştı. Zamanımızın İskoç milliyetçiliği, siyasal İslam, Sarı Yeleklileri, AB’de kalma yanlısı Halkın Oyu hareketi akla geliyor hep. “Onlardan sonra biz”, açıkça dillendirilmeyen slogan. Friedrich Engels bunların yanına bile yaklaşmazdı. Engels, Fransız yoldaşlarına, hem burjuva siyasal düzenine hem de Boulangistlere karşı “kendi bayrağınız altında savaşın” mesajı göndermişti[23].

1899’da kurulmuş Action Française haklı nedenlerle faşizmin “tezi” olarak sayılmıştı (Ernst Nolte[24]). Antisemitizmi milliyetçilik ve hanedana bağlılıkla birleştirmişti. Bir de temel önemde olan ilk “gömlekliler hareketi” vardı: sağcı dövüş müfrezeleri. “Camelots du Roi”, Action Française’nın sokak çetesi olarak başlamış, 1917’de tam teşekküllü bir karşı-devrim milisine dönüşmüşlerdi. 

Şubat 1934’te tabanca, sopa ve bıçaklarla Paris’te parlamentoyu basarak “gülümser ve biraz da bunak” Gaston Doumergue’i başbakanlığa oturtan da bu kralcı-faşist bloktu[25]. Elektrik ve petrol tröstü yöneticisi Ernest Mercier gibi kodamanların içinde olduğu büyük sermaye tarafından desteklenen dövüş bölükleri, cumhuriyetin sonu için ve “Fransızlar için Fransa” diyerek ulumuşlardı.

1905’te kurulan Rusya Halk Birliği de, deklase unsurları, çarlık tarafından desteklenen dövüş bölükleri haline getiriyordu. Dillerinden eksik etmedikleri II. Nikolay naraları ve kalplerinde tanrının yeryüzündeki krallığını başlatma niyazıyla Karayüzler, grevdeki işçilere, devrimcilere ve Yahudilere karşı gaddar pogromlar düzenlediler. Ünlü sloganları, “Yahudiyi yen, Rusya’yı kurtar” idi. Yahudileri Filistin’e göç etmeye “teşvik etmek” istiyorlardı[26].

Dönüm noktası

I. Dünya Savaşı tarihsel bir dönüm noktasıydı. Kapitalizm, tekelci devlet kapitalizmi biçimini alıyordu. Değer yasası, rekabet ve diğer temel yasalar zayıflarken ancak devlet müdahalesi, silah sanayi gibi yönetimsel tedbirler yoluyla ayakta tutulması mümkün oluyordu. Piyasa güçleri kısmen demistifike olmuştu. Politik olarak ifşa olmuşlardı. Sosyalizmin eli kulağındaydı. Yapılacaksa, kolektif sermaye bu geçişi önlemek için, devlet iktidarını yakın dönemli kar hesaplarının üstüne geçirecekti.   

Resmi Avrupa, özellikle de yenik ülkelerde, I. Dünya Savaşı kargaşalığından itibarsız, zayıflamış, iç çekişmelere batmış halde çıktı. Sınıfımız daha önce rastlanmamış bir tarihi fırsatın eşiğindeydi. Bolşevizm parlak şekilde yolu açıyordu. Trajik olarak, diğer yerlerdeki işçi sınıfı örgütleri ya yetersiz kaldılar ya da gayeden sefilce dönüp kapitalizmle uzlaşmayı seçtiler. Burjuva sınıfı tükenmişti, kronik halde dağılmıştı. Fakat işçi sınıfı son devrimci darbeyi vuracak gerekli önderlikten mahrumdu. Faşizm bir karşı-devrimci hareket olarak bu koşullarda patladı.

I. Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’daki hemen her ülkede faşist gruplar, grupçuklar peydah oldu. İlk başta hepsi marjinaldi. Mussolini 1919 seçimlerinde bir tek sandalye bile kazanamamıştı. Nezih toplum bunlara pek de saklanmayan bir aşağılamayla bakıyordu. Hitler bir çatlak olarak dışlanmıştı. Ancak çözülemeyen sınıf mücadeleleri ve tekrarlanan ekonomik krizler anayasal bir kırılma oluşturdu. Faşizmin habis aurası silindi. Mussolini’nin Kara Gömleklileri ve Hitler’in Kahverengi Gömleklileri hakim sınıf gözünde kurtarıcılar olarak görülmeye başlandı (at üstünde olmasalar bile).

Mussolini, 1922’de kral III. Victor Emmanuel’in daveti ve büyük sermayenin aktif teşviki, ordunun koruyucu tarafsızlığının sağlanmasıyla iktidarı aldı. Meşhur Roma’ya yürüyüş tamamen bir tiyatroydu. Mussolini, müesses nizamın kendisine bir kahraman karşılayışı sunacağını önceden biliyordu.  Bir on yıl sonra da, 1929 krizi ertesinde Hitler, muhafazakar sağ ile koalisyon hükümetine girdi.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Marksistlerin ilk tepkisi biraz karışıktı. Komintern’in Lenin’in de katıldığı son kongresi olan 1922’deki 4. kongresinde, faşizmin İtalya’daki zaferinin suçu kısmen İtalyan komünistlerinin, 1919’dan beri yaygın fabrika işgallerine sahne olan ülkedeki devrimci durumu kendi lehlerine kullanamamasında bulunmuştu. Faşizm esasen büyük toprak sahiplerinin silahı olma görevini yerine getirmişti. Argüman bu şekilde gidiyordu. İtalya, sabit bir evrim şemasında, kapitalizmden feodalizme doğru geriye gitmekteydi. Bu hantal şema üzerinden, burjuvazi mesuliyetten çıkarılıyordu. Burjuvazinin, Mussolini’nin “kara Bolşevizm”inden korktuğu söyleniyordu. Kritik olmasına rağmen, faşizmin zaferiyle beraber işçi sınıfının da stratejik bir yenilgi aldığı gerçeğiyle yüzleşmekten Komintern kaçınıyordu. Faşizm fazla tutunamazdı. İşçi sınıfının tekrar yükselişi gerçekleşmeliydi, hem de çok kısa sürede.

İtalya’da faşizmin başarısı, derin sosyo-ekonomik krizin halen süren etkisiyle birleşince diğer faşist hareketlerin de büyümesine yardımcı oldu. Kaçınılmaz olarak, bazı katıksız taklitler oldu; 1923’te kurulan Romanya Faşist Partisi ve 1924 George Valois’nin Le Faisceau (Fransa) gibi. Fakat faşizm temelde bir milliyetçi şoven harekettir. Clara Zetkin ve Karl Radek’in vurguladığı gibi, böylelikle kitle desteği kazanırlar. Bu yüzden de genel eğilim kendi ülkelerinin milliyetçiliklerine has hileleri, önyargıları ve karşıtlıkları tüm şiddetiyle devralmalarıdır.

Bu halde Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Mussolini’nin faşizminin bir klonu değildi. Aynı şey, Avusturyalı Heimwehr, Macar NYKP, İspanyol Falanj, Polonya’da ABC ve Falanga ile Croix de Feu ve Solidarite Française için de geçerliydi.

Almanya’nın 1939 sonrası kıta Avrupasını büyük ölçüde işgali, işbirlikçi hain gruplar yaratmakla kalmadı, faşist grupları da Nazileşme cazibesine soktu. Sadece, Polonya’daki yerli faşistler bu yola girmeye direnç gösterdiler. Genelde, Naziler o ülkelerdeki faşist muadillerini oralara yönetici satraplar olarak atamadı. Onları imha etmeyi, yurtlarından ayırmayı tercih ettiler. Çoğu, Waffen SS içinde doğu cephesinde savaşmaya gönderildi.

Bazen biçimsiz bir anti-kapitalizm savunulduğu oluyordu. Gregor Strasser’in Nazi partisi içindeki hizbi, tekel öncesi döneme dönme ve feodal ulusal sosyalizm hülyaları kuruyordu. Şunu söylemekle yetinelim ki, gerçek düşmanları sermaye değil; organize işçi sınıfı, sendikalar ve sol kanat partiler, Marksizm ve enternasyonal sosyalizm fikirleriydi.

İktidarı aldıktan sonra faşizm kendi kitlesel tabanını kısıtlamak ve hatta susturmak durumundadır. Sermayenin, kendi başına buyruk serseri ordulara sempatisi olmaz. Bu yüzden Kara Gömlekliler Mussolini tarafından devlete dahil edildiler. Hitler kendi Kahverengi Gömleklilerini katletti. Gregor Strasse, 30 Haziran 1934 Uzun Bıçaklar Gecesinde öldürüldü. Faşizm bu şekilde bürokratikleştirildi ve Troçki’nin söylediği gibi “faşist köklerin Bonapartizmi” oldu.

Açıklama

Faşizm büyük güç siyaseti ve küresel çatışmalarda, karanlık çeperlerden kargaşanın tam merkezine yerleştikçe, muhakkak ki bunu izahatının yapılması gerekli oldu, hem de acilen. Geniş bir yelpazede açıklamalar üretildi. Bunların birçoğu derinden sakattır ve üzerinde fazla durulmaksızın kapı dışarı edilmeyi hak eder.

Hristiyanlık savunucuları faşizmi sekülerleşmenin doğrudan bir sonucu olarak görür. Tanrıyı reddetmekle, insanlık kötülük tarafından ziyarete maruz kalmıştı. Deva bellidir, haçı devral ve dini yeniden tesis et. Muhafazakar aristokratlar faşizmi, hakça düzenlenmiş tarım toplumunun yükümlülüklerinden kurtulan ayaktakımı kitlelerin bir ayaklanması olarak resmeder. Mahzunca, bir gün iktidarın doğal sınıfını yeniden oluşturacakları zamanı ümit ederler.

Liberallere meyleden evrimci biyologlar faşizmi, 1.5 milyon yıl önce Afrika Paleolitik dönem koşullarında erkek beyninin içine işlendiğini düşündükleri saldırganlık ve sürü güdüleriyle izah eder. Bazı radikal feministler de bu görüşü paylaşır.

Psikologlar faşizmin yükselişini ya bir kitlesel psikoz düzeyinde ya da liderlerinin çarpık kişiliklerinde bulmaya çalışır. William Reich, insanlığın “biyolojik olarak hasta” olduğunu ve cinsel baskıdan kurtularak kendini sağaltması gerektiğini iddia etmişti[27]. Çoğu Freudyen karşı çıkar. Tümüyle faşizm liderlerinin, (Mussolini’nin, en çok da Hitler’in) spekülatif klinik incelenmeleri üzerinde dururlar. Raymond de Saussure, Hitler’in yoğun bir Oedipus kompleksi sergilediğini, iktidarsızlığını kapatmak için cinsel enerjisini yönlendirme ihtiyacı içinde olduğunu söyler. Alman Reich’ı böylece bir penis ikamesi olur. Besbelli zırvalıklar.

Çok daha kavrayışlı, yarı-Marksist bir psikolojik yaklaşımı, Erich Fromm’un “Özgürlükten Kaçış”ında (1941) buluruz. Fromm, milyonlarca Almanın nasıl olup da Hitler’den etkilenebildiğini anlamaya çalışmıştı. Kapitalist yabancılaşmayı ve insan öznelliğinin üretim hattında makinada bir dişli derecesine indirgenmesini suçlu bulmuştu. Faşizm insan ruhunda bir yere ait olma ihtiyacına karşılık veriyordu. Almanya’da işçi sınıfının Nazizmle hiç de barışık olmayışı, bu tezin aleyhine işliyor gibi. Daha da kötüsü, Fromm bu duruma etkili bir çözüm, bundan bir çıkış öneremiyor. Demokratik sosyalist toplumu olumlu bir yere yerleştirmekle yetiniyor.

Frankfurt Okulu denen grup arasındakiler gibi, Theodor Adorno da, Almanya’da tüm sınıflar arasında yaygın bir “otoriter kişilik” bulguladığını ileri sürer. Dönem hakkındaki teorinin içsel bir parçasıdır bu. Liberalizm çöküş aşamasındadır. Kapitalizm ve kitle kültürü her şeyi kapsayan totaliter bir toplum yaratmaktadır. Sovyetler Birliği de özünde pek farklı değildir. Herbert Marcuse, faşizmin tekelci kapitalizmin neredeyse kaçınılmaz sonu olduğuna inanmıştı. Bu fikri kısmen değiştirmişti. II. Dünya Savaşı sonrası Batı kapitalizmi, dışındaki demokratik kabuğu koruyor olsa da, temel eğilim sürüye ayak uydurmak ve kişiliği kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda ona tabi kılınmasıydı: yani, totaliter toplum. 1960’larda ABD’de Yeni Sol radikaller tüm neşeleriyle “faşist Amerika”yı suçlardı.

Hannah Arendt ve Zbigniew Brzezinski gibi müesses nizam figürleri, totalitarizm teorisini hazırca benimsedi. En başta gelen üstünlüğü Nazizmle Stalinizm arasında doğrudan bir bağ kurabilme yanıydı. Fakat pek de mahirane olmayan şekilde kapitalizmi totalitarizmden ayırarak teoride bir ters dönme yarattılar. Totalitarizmin bu sağ versiyonunda kapitalizm mutlak suretle özgürlük, demokrasi, seçim ve kişisel haklarla eşitlendi. Mussolini ve Hitler idaresi altında da kapitalizmin gelişip büyüdüğü gerçeği haksız bir şekilde görmezden gelindi.

Okuyucunun bileceği gibi, bugün ana-akım burjuva toplumu entelektüel açıdan kısır olan bu faşizm açıklamasını elektronik ve yazılı medyada, okullarda ve üniversitelerde yaymakta. Var olan durumun sol bir eleştirisi olarak başlayan şey, sağ tarafından iyiden iyiye kolonize edilip sahiplenildi, kendi tersine döndürüldü.

Faşizm ve bürokratik sosyalizmi tek bir fenomen olarak birleştirmek Soğuk Savaş ihtiyaçlarına mükemmelen uymuştu. Kapitalizm üstündeki tüm suçtan arınırken, Sovyetler Birliği sanık yerine kondu. Karl Popper elinde totalitarizm gerçek anlamda tüm bir tarihe yayıldı. Sparta, Çin hanedanlığı, Roma’da Diocletianus, Kalvin’in Cenevresi, tabii Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği’yle beraber aynı başlık altında sınıflandırıldı. Platon, Hegel, Marx ve Nietzsche, Sparta’da helotların (kölelerin) periyodik olarak avlanmasından gaz odalarına uzanan, totaliter insanlık silsilesini oluşturdu.    

Böyle bir felsefe kapitalist sistem için, en başta da Avrupa için hayatiydi. Faşizm sadece Sovyetler Birliği, ABD ve Britanya orduları tarafından mağlup edilmemişti. Eski Alman İmparatorluğu, Yugoslavya, Yunanistan, Arnavutluk, İtalya, Çekoslovakya, Polonya, Fransa, vd. yerlerde radikal partizan hareketler ve halk ayaklanmaları vardı. Kapitalist sınıfın da eli kolu bağlanmıştı. Neredeyse istisnasız bir şekilde, burjuvazi faşizmle işbirliği yapmıştı, hem de çoğu zaman şevkle. Örnek olarak Fransa’da Alman işgalini hoş karşılaşmışlardı. İşçi sınıfı 1936’dan beri sermaye karşısında büyük kazanımlar elde etmişti. Solun güçlerinden korkuluyor ve onlardan nefret ediliyordu. Üst sınıfların yapamadığı işi Alman Naziler yapacaktı.

Diğer ülkelerde de durum benzerdi. 1945 sonrası burjuva Avrupa kendini yeniden icat etme durumundaydı. Faşist geçmiş inkar edilmeli ve ters çevrilmeliydi. II. Dünya Savaşı en güzel zamanımızdı, özgürlük için çıkılan seferdi. Amaç Yahudileri kurtarmaktı, Britanya İmparatorluğu’nu değil. Bunun için, totalitarizm teorisi, holocaust sanayi, ırkçılık karşıtı, anti-faşist UNESCO deklarasyonları… Örneğin, “evrensel kardeşlik etiği”ni bilimsel olarak savunan, insanların ve ulusların hataya düşebileceği, hastalanabileceği konusunda uyaran Temmuz 1950 ırk üzerine deklarasyon[28].

Donald Trump, Marine Le Pen, Viktor Orban ve Nigel Farage gibileri II. Dünya Savaşı sonrası dikkatli bir şekilde kurgulanan bu uzlaşımsal ideolojiye karşı çıkan gerici isyancılar. Ana-akım burjuva çevreleri onlara büyük bir düşmanlıkla tepki gösteriyor; çünkü onlardaki kaba şovenizm, liberal çok-kültürlülüğü reddedişleri, göçmenleri kriminalize etmeleri vb. 1945 öncesi kapitalist toplumun kendi utanç verici geçmişlerini hatırlatıyor. Egemen çevreden pek az tarihçi veya diğer maaşa bağlanmış ikna edici rolünde olanlar, geçmişte ana-akım burjuva düşüncesinin nasıl Sosyal Darwinizmi, ırk teorisini, anti-semitizmi, sömürge haklar karşısında gösterilen kaba kibri teşvik ettiğini hatırlatmaya cesaret edebiliyor. Ne de bunların nasıl vaiz minberlerinden kutsandığını, polis copları ve asker süngüleriyle hayata geçirildiğini…

Tarihin şu zamanında, ne devrimci ne de karşı-devrimci durumdayız. Ne bir işçi sınıfı tehdidi var ne de yükselen bir işçi sınıf hareketi. Üzülerek söylersek, işçi sınıfı kölelerden az biraz daha iyi halde yaşamını sürdürüyor. Evet, Le Pen, Salvini, Orban, Farage’ın faşistler için belli sempatileri var, kendilerinin faşist izleyicileri, yandaşları, sapkınları var. Yine de, en azından şimdilik, siyasal odakları tamamen parlamento ve seçimler çerçevesinde. Faşist dövüş bölükleri toplanıp, eğitilerek dışarı salınmıyorlar. Yarın, elbet bu değişebilir.  

Gerekli bir not. 1920’ler ve 1930’lar gösterdi ki, faşizm sadece uç-sağdan gelmiyor. Mussolini uç-soldan başlamıştı. Sosyalist Parti dergisi Avanti’nin editörüydü. Britanya’da Oswald Mosley İşçi Partisi bakanı olarak göre yapmıştı; yeni partisinin ilk üyelerinden biri ünlü madenci lideri A.J. Cook’tu. Jozef Pilsudski de benzer bir yolculuk yapmıştı. Sol Leh milliyetçiliğinden “devrimci sonuçları olmayan devrimci” darbe gerçekleştirmeye doğru bir yol almıştı[29]. Şimdi de, Blue Labour (muhafazakar İşçi Parti değerleri) içinde farklı renklerde, eski Revolutionary Communist Party/Spiked  ve sosyal emperyalist Alliance for Workers’ Liberty (AWL) gruplarında benzer adaylara rastlayabiliyoruz.

Trump’a dönersek, 6 Ocak’ta gerçekten de faşist çeteleri mobilize etti, onları fişekledi ve yönetti. Yine de onu bir faşist olarak kategorize edemeyiz. Hayır, Trump Bonaparte olma taliplisiydi, Amerika’nın üçüncü sınıf faşist dövüş çetelerini pohpohlayıp onları kullanmak istiyordu. Proud Boys, the Three Percenters, the Oath Takers gibilerinin hiç biri 6 Ocak’ta iktidarı ele alabilecek konumdaydı. Capitol Hill baskını, Trump’ın ABD başkanı kalmak istemesiyle, bunu muhtemelen ordu, polis, gizli devlet, kitlesel medya ve büyük iş çevresinin kendisini destekleyeceği bir olağanüstü hal ilanı yoluyla yapmak istemesiyle ilgiliydi. Fakat daha baştan olmayacak bir senaryoydu bu.

Amerikan Bonapartizmi de haliyle Amerikalı bir biçim alacaktı. Donald Trump egoist, eski bir reality TV showman’i, birçok ülkede faaliyet gösteren gayrımenkul aracısı, milyonlarca izleyicisini ve milyarlarca dolarını kendini reklam etme mücadelesinde siyasal doğruculuk, siyahi haklar ve me-too feminizmine karşı kullanan, doğuştan zengin bir redneck. Daha önce söylediğimiz gibi işçi sınıfı tehdidi dikkati çekecek kadar yok. Ne kitlesel bir sol parti var, ne işleri felç eden bir grev dalgası ne de çığrından çıkabilecek bir sınıf mücadelesi tehlikesi.

Bununla beraber yine de bazı şeyler çeviride kayboluyor. New York Askeri Akademi mezunu olmasına rağmen Trump bir Napolyon değil. Napolyon bir askeri deha iken ve şimdi bile üzerinde çalışılan 60 muharebe kazanmışken, Trump Vietnam celbinden beş kez kurtuldu: Birinde ayağını burkmuştu, diğer dördünün mazereti üniversite öğrenciliğiydi. Buna rağmen sırf kabalık yoluyla, halktaki korku ve sıkıntıları neredeyse içgüdüsel bir yetenekle dile getirmesi ve kolay çözümler sunmasıyla, Cumhuriyetçilerin taçsız kralı olmayı başardı ve koca bir Amerikan seçmeni nezlinde bir kurtarıcı kahraman halinde tapılır hale geldi. Miami’deki Mar-a-Lago’sunun kendi Elba’sı mı St. Helena’sı mı olacağı ileride görülecek.

Ne olursa olsun, Trump’ın 2016 ve 2020’de üzerinde yükseldiği şeyin Biden başkanlığı zarfında buharlaşacağını düşünemeyiz. Eski düzene karşı müthiş bir hoşnutsuzluk var. Milyonlarca Amerikalı için Amerikan rüyası çoktandır bir kabusa dönüşmüş durumda: düşük ücretler, orta sınıf sıkışmış gelirleri, öğrenci borçları, evsizlik, işsizlik, uyuşturucu bağımlılığı, çaresizlik ve korku.

Döne döne büyüyen anaforda

Şahin duyamıyor şahincisini;

Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek;

Kargaşalık salınmış yeryüzüne,

Yükseliyor kana bulanmış sular, ve her yerde

Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;

(W.B. Yeats, İkinci Geliş, 1919, çeviri: Cevat Çapan)

 

Merkez zemininde siyaset -Joe Biden, Emmanuel Macron ve Angela Merkel- kendini sürekli olarak saldırı altında, yıpranmış buluyor. Covid sonrası ekonomik yükseliş etkisi hızla suya düşüyor, yerini durgunluğa, vekalet savaşlarının büyük güçler arasında savaşlara dönme tehlikesine ve denetimden çıkan iklim değişikliğini meselesini ele almada öngörülen başarısızlığa bırakıyor. İnsanlığın önündeki tercih bundan daha açık olamazdı: Ya sosyalizm ya barbarlık.

 

On beş tez

1) Yabancıları, yolsuzluğa batmış politikacı çevrelerini, göçmenleri, komünistleri, açgözlü kapitalistleri, dini, etnik ve diğer türlerden azınlıkları vs. tahrif edilmiş popülist bir propaganda yoluyla kötülemenin ötesinde; faşizm fiziksel güç kullanır, özellikle de işçi sınıfına karşı.

2) Faşist grup, hareket ve partiler, devletten ayrı olarak karşı-devrimci dövüş çeteleri oluştururlar. Bu faşizmin esas ve belirleyici özelliğidir, bu onu diğer karşı-devrimci biçimlerden ayırır.

3) Faşizm objektif olarak kapitalist sınıf çıkarları uğruna hareket eder. Faşist örgütler çoğu zaman devletin ve tekelci sermayenin kimi bölümleri tarafından yönetilir, finanse edilir, yönlendirilir.

4) Faşizm, kapitalist toplum derin bir kriz içine battığında fakat işçi sınıfının da son devrimci darbeyi vurmak için gerekli örgütten, kararlılıktan ve liderlikten yoksun olduğu koşullarda, kitlesel boyutlarda büyür.

5) Faşizm kendi yolunu kendi açar. Fakat iktidara geldiklerinde faşist parti ve dövüş çeteleri bir bürokratikleşme sürecinden geçer. Üst tabakaları, hakim sınıfla kaynaşır. Alt kısımlar da devlet mekanizmasına içerilir veyahut acımasızca ezilir.

6) Britanya’da günümüzdeki durumda, kitlesel bir faşist hareket gibi acil bir tehlike yoktur, hele hele iktidarı alması gibi bir şeyden söz edilemez. Devrimci bir durum yoktur.

7) Faşist bireylerle faşist örgütleri ayırmak önemlidir. Bireyler açıkça veya özel alanda Nazi Almanyası, Mussolini İtalyası, Oswald Mosley’in Kara Gömleklilerine hayran olduklarını, hatta onları taklit ettiklerini söyleyebilir. Fakat bir faşist örgütü oluşturan şey, karşı-devrimci bir çatışma/dövüş oluşumu kurma amacı ya da fiiliyata geçirmedir.

8) Faşizmi yumurta halindeyken, embriyo halindeyken ezme teorisi tamamen yanılsamadır. Uç-sağa gelirsek, bu [sol açısından]bir saptırıcıdır. Ya soldan ekipler kurarak mukabeleye girişme boşunalığına ya da halk cepheciliği batağına sürükler.

9) Aşırı sağı güç kullanarak imha etme ya da terör yoluyla susturma apaçık olarak başarısız olmuştur. Aynı şekilde, solu örgütsel ve politik olarak burjuva egemen çevrelerle birleştiren halk cepheleri de.

10) Sosyal demokratlar ve anarşistlerin tersine, komünistler hiçbir taktiği (örneğin parlamentarizm, anti-parlamentarizm) bir ilke olarak görmezler. İşin aslı, iş taktiğe geldiğinde, tek ilkemiz hiçbir şeyin otomatik olarak belirlenmeyeceği ya da dışlanmayacağıdır.

11) British National Party, National Front, Britain First, UKIP vd. karşı seçilecek taktikler somut olmalıdır. Aynı zamanda esnek ve değişebilir olmalıdır.

12) “No-platforming”. Söz hakkı tanımama, konuşturmama taktiğinin tamamen meşru olduğunu düşünüyoruz. Aynı şekilde güç kullanımı ve şiddetin de. Faşist dövüş çetelerine karşı, bulabildiğimiz her araçla kendimizi savunmak mutlak hakkımızdır.

13) Aynı ölçüde, barışçıl taktikleri, tartışma ve iknayı kullanma da başka koşullarda meşrudur. Biz, uç-sağ ile (ve de ana-akım burjuva partileriyle) “medeni” bir ilişki şekli aramıyoruz. Bununla beraber, komünistler, uç-sağın elinde ne kadar kitlesel destek varsa onu geri kazanmaya da taliptir. Bu, öncelikle gönülleri ve akılları kazanma mücadelesidir. BNP, NF, Britain First, UKIP veya Brexit Partisi’ne oy verenleri, onların “doğal” tabanı saymıyoruz.

14) Her koşulda kapitalist devletin ve kapitalist sınıfın başlıca düşmanımız olduğunu biliyoruz. Çöken kapitalizmin aksaklıkları uç-sağa cephane ve güç vermektedir.

15) Komünistler, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün savunucularıdır. Apaçık faşist partiler de dahil olmak üzere siyasi partiler üzerindeki devlet yasaklarına karşıyız. Siyaset alanında neyi demenin serbest ya da yasak oluşu üzerine devlet kısıtlamalarına şiddetlice karşı çıkılmalıdır. Bu tür yasaklar ve kısıtlamalar herkesten önce, kaçılmaz halde işçi sınıfının en ileri kısımlarını etkileyecektir. İfade özgürlüğü ve en geniş demokrasi Marksizmin büyüyüp güçlenmesi ve ileride hakim sınıf olacak işçi sınıfını için en elverişli koşulları sağlar. 

 



[2] bak. T. Snyder, The Road to Unfreedom, Londra 2018; C.R. Sunstein (der.) Can It Happen Here? Cambridge 2018; M. Albright, Fascism: A Warning, New York 2018; J. Stanley, How Fascism Works, New York 2018.

[3] The Independent, 6 Ekim 2020

[4] The Guardian, 16 Ocak 2021

[5] D. Lazare, ‘Assault on democracy’, Weekly Worker, 20 Mayıs 2021

[6] İlk, SWP kurucusu Tony Cliff’in kullandığını düşündüğüm bir deyiş. “1990’lar Avrupasını gözlemlediğimde kendimi 1930’ların bir filmini ağır çekimde izler gibi hissediyorum” dediği söylenir. (A. Callinicos, “Crisis and class struggles in Europe today” International Socialism, Yaz 1994, s.39)

[8] B. Mussolini, My Autobiography, Londra, s.65

[9] R. Palme Dutt, Fascism and The Social Revolution, Londra 1934, s.251

[10] M. Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.5

[12] D. Harsch, German Social Democracy and The Rise of Nazism, Chapel Hill NC 1993, s.219

[13] D. Guerin, Fascism and Big Business, New York 1973

[14] G. Dimitrov, The Working Class Against Fascism, Londra 1935, s.10

[15] L. Trotsky, Writings 1935-36, New York 1977, s.129

[16] L. Trotsky, The Struggle Against Fascism in Germany, New York 1971, s.144

[17] F. Neumann, Behemoth, Londra 1942, s.39-40

[18] J. Orr, ‘The many faces of Marine Le Pen’ International Socialism 2020

[21] bak. M. Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.71-75

[22] L. Trotsky, The Struggle Against Fascism in Germany, New York 1971, s.444

[23] K. Marx ve F. Engels, CW, Londra 2001, s.197

[24] E. Nolte, The Three Faces of Fascism, Londra 1965

[25] W. Shirer, The Collapse of the Third Republic, Londra 1970, s.254

[26] S.D. Shenfield, Russian Fascism: Traditions, Tendencies, Movements, Armonk NY 2001, s.32

[27] W. Reich, The Mass Psychology of Fascism, New York 1946, s.273

[28] Unesco, Paris, 1952

26 Mayıs 2021 Çarşamba

Devletleri Birleştirmek?

Wikipedia'da şu sayfaya bakıyorum: Geçmişten beri önerilmiş olan devlet birleşmeleri listesi.

Modern dönemde, uluslararası siyasette devlet oluşumu açısından genelde millet esasında birimler oluşturma ağırlıkta olmuş. Daha önceleri hanedanlık ve feodalite anlayışlı Batı Avrupa siyasal örgütlenmeleri, onaltıncı yüzyıl civarı merkezileşmeye ve bürokrasisiyle/kurumlarıyla modern bir devlet yapısı almaya başlamış ve giderek de bunun tabanını/meşruiyetini millet haline getirmişti. İsviçre gibi daha istisna görülen halleri, ABD, Kanada, Avusturalya gibi göçmen halkların birleşerek peyderpey kurduğu veya kolonicilerin kendi milletlerini oluşturduğu Latin Amerika örneklerini de buna ekleyebiliriz. Doğuda etnik olarak daha homojen toplumlarda bu süreç daha pürüzsüz işlemişken; Rusya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluklarının dağılışı daha çatışmalı ve kaotik oldu. Uzun süreler kolonyalizm altında yaşamış Hint alt kıtası veya Afrika gibi yerlerde de siyasal örgütlenmenin kapsam ve sınırları, onu çeşitli gruplarla çakıştırma girişimleri hep tartışmalı ve kanlı oldu.

Mevcut otorite ve sınrlardan hoşnut olmayanlar AYRILIKÇILIK yoluna başvurdu. Peki, birleşme, gönüllü birliktelikler oluşturma, daha üst ve geniş bir otorite kurma adına kendi otoritesinden feragat etme? Var mıydı böyle teşebbüsler? Yirminci yüzyıl başında mesela sosyal demokratlar, yani Marksistler, arasında (hatta birçok liberal düşünür arasında) siyasal örgütlenmelerin zamanla birleşme/bütünleşme yoluna girecekleri, hatta belki zamanla tamamen yetkili bir dünya otoritesi kurulacağına dair iyimser bir düşünüş paylaşıyordu. Muhakkak, milliyetçiliğin günümüzdeki kadar düşünce dünyamıza hakim olmadığı, insan toplumlarını şekillendirmediği bir devrin ürünüydü bu tarz düşünceler. Rasyonalizme ve Aydınlanma iyimserliğine dayanıyorlardı.

Nelerdi somut örnekler? Fakat öncelikle bazı türleri elememiz gerek. İlkin, kilit tarihi önemde olan İtalyan ve Alman birleşmelerinde olduğu gibi, aşağı yukarı benzer dil veya etnik kimliklerin tek bir çatı altında toplanma girişimlerini elememiz lazım. Örnek olarak Romanya ile Moldavya arasındaki birlik amaçları. Benim baktığım, birbirlerinden belli ölçüde ayrı, "farklı" birimlerin yan yana gelmesi; fakat bu asla ilhak yoluyla ya da eski bir kolonyal gücün çizdiği sınırları dayatması şeklinde olmamalı. Yani aradığımız şey pan-Slavizm, pan-Türkizm, pan-Arabizm gibi "benzer" toplulukları birleştirme çabaları değil. Ayrıca bu birleşmeler, modernite öncesi dönemde olduğu gibi hanedanlar arası akraalıklar yoluyla olan birliktelikler olmamalı. 


Listeye bakınca aslında çoğu birleşmenin, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda, eski kolonyal merkezlerden bağımsızlığını kazanan birimlerin birleşmeleri olduğu görülüyor. Özellikle de Kuzey ve Güney Amerika'da. Zaten yerli nüfus dışında, yönetici sınıf ve göçen topluluklar içinde etnik kimlikler oturmamış ve daha millet inşa dönemindeler. Birçok başarılı veya başarısız birlik adımlarını görüyoruz. 

Daha yakın zaman dönemin örnekleri ise şunlar:

1) En bariz örnek. Yugoslav Krallığı'nın kurulması. Bu, fikri olarak bir Balkan federasyonu kurma anlayışına oturuyor. Güney Slavları bir araya getirme girişimi olarak değerlendirilse bile, bu kadar ayrı milleti, öyle ya da böyle rızasıyla birleşmesinin en büyük örneği.

2) SSCB. Buna gönüllülük kriteri açısından itiraz edecekler olacaktır mutlaka ama birleşmenin ikinci en iyi örneği de 1922 tarihli SSCB kuruluş anlaşmasıdır.

3) Arap birliktelik girişimleri. Nasır'ın, Baascıların, Suriye, Irak, Ürdün, Yemen, BAE ve Libya'nın katıldığı birçok birleşme teşebbüsleri yaşandı. Bunlar yine gelen bir Arap birlikteliği peşindeydi; ancak birbirlerinden bunca ayrı zaman farklı otoritelere tabi olmuş, ayrıksı "milli" kültürler geliştirmeye başlamış dağınık toplulukları bir araya getirme adımları, önemli olaylardı.

4) Afrika'da bağımsızlık kazanma sonrası görülen birleşmeler. 1960'larda bağımsızlıklarını kazandıkça, daha önceleri merkezi bir devlet geleneği pek olmayan bazı bölgelerde, son derece karmaşık etnik, kabilesel vs. bağlılıkların olduğu yerlerde yaşanan birleşmeler. Mesela günümüze kadar başarıyla gelen Tanzanya'nın birleşmesi gibi.

4 Mayıs 2021 Salı

Kautsky tartışmaları üzerine

2016 ve 2020 ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti’den başkan adayı olmak için yarışa giren senatör Bernie Sanders’ın özellikle genç kesimlerde yoğun bir karşılık bulan kampanyaları, Temsilciler Meclisi’nde “Democratic Socialists of America” (DSA) [Amerika’nın Demokrat Sosyalistleri] destekli Demokrat Partili temsilci sayısının dörde çıkması -ki, bunların içinde Alexandria Ocasio-Cortez’in epey bir medyatik ilgiye mazhar olması- tarihsel olarak sosyalizmin öcüleştirildiği ABD’de sosyalist fikirlerin ve hareketin tekrardan popülerleşmeye başlamasının göstergeleri olarak yorumlanıyor. DSA’nın son dönemde ABD’deki en kitlesel sol örgüt olarak öne çıktığını görüyoruz. Eskilerde solun ana gövdelerini oluşturmuş ABD Komünist Partisi (CPUSA), eski Troçkist Sosyalist İşçi Partisi (SWP) gibi örgütler için, epeyce bir süredir o güçlerinden eser kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Marksizm iddiasını koruyanların içinde de, en güçlü olan, Troçkist “International Socialist Organization” (ISO) adlı örgüt ise, tüm bu gelişmeler ortasında, yaşadığı iç kriz sonrası 2019’da kendini feshetmişti. Sonuçta, diğer bazı küçük örgütleri saymazsak ve Yeşiller’i ayrı bir kategori halinde değerlendirirsek, ABD sosyalizminin öncülüğünü, Sanders’ın kampanyalarını desteklemiş DSA üstlenmiş gözüküyor.


1982’de resmen kurulan DSA’nın kökleri, 1970’lerde tarihsel Sosyalist Parti içindeki ayrışmalara ve yeni sol hareketlerle etkileşime dayanıyor. Sosyalist Parti, yüzyıl başında Amerika’da sosyalistlerin ilk kurdukları partilerden biriydi ve özellikle lideri Eugene V. Debs ile akıllarda yer etmişti. Komünist Parti'yi kuracak ve Komintern’e katılacak kadrolar da, bu partinin sol kanadı olmuştu. Sosyalist Parti, bu ayrılmadan sonra klasik reformist bir parti olarak yoluna devam etti; kimi dönemlerde bazı Troçkist gruplarla birleşme ve ayrışmalar yaşadı. Sonunda da çok daha marjinalize olmuş bir hale gelerek, isimlerini de Sosyal Demokrasi’ye çevirdiler. Bu değişikliği reddeden bir grup yine Sosyalist Parti (SPUSA) adıyla devam ederken, aktivist yazar Michael Harrington’un öncülüğündeki diğer bir grup da daha sonra DSA adını alacak örgütü kurdu. 2017’ye dek Sosyalist Enternasyonal üyesi olan ama üye partilerin neoliberal yönelimlerini eleştirerek üyelikten ayrılan bu örgüt, aslında pek merkezi değil ve merkezi bir parti olmaktan ziyade, sendikalar ve toplumsal hareketler içinde çalışan yerel komitelerin gevşek bir birlikteliğine dayanıyor. Başkanlık ve ulusal düzeydeki seçimlerde, Demokrat, Yeşiller veya Sosyalist Parti içindeki adaylarını destekliyorlar. Eklememiz gereken bir diğer nokta da son yıllarda bu çevreyi destekleyenlerin çıkardığı Jacobin dergisinin özellikle sosyal medyada artan popülaritesi ve etkisi. Sadece ABD’de değil; İngiltere’de İşçi Partisi lideri Corbyn’in, Momentum hareketinin ve Güney Avrupa ülkelerinde sol popülist hareketlerin desteklenmesinde de etkili olduğunu söylenmeli.

*

Bu genel girizgahtan sonra Kautsky’e geçelim. 2019’dan bu yana, şu iki yılda, DSA çevresinde ve Jacobin sayfaları başta olmak üzere bir Kautsky tartışması sürüyor. Bu tartışmaya döneceğim fakat öncelikle bunun hakkında Evrensel’de (24 Nisan 2021) Cihan Tuğal’ın yazdığı yazıya işaret edeyim. “Kautsky’in dönüşü” başlıklı yazısında Tuğal “DSA’nın özendiği Kautsky”den ve yeni-Kautskycilerden bahsediyor. Yalnız, insanın aklına “Acaba DSA içinde Kautskyciler bu kadar çok mu?” sorusu geliyor. Esasında olay, birkaç yazarın Kautsky’den ilham alınması gerektiğini söyleyen yazısına, özellikle Troçkist ve eski Troçkist çevrelerden gelen yanıtlar ve böylece devam eden bir polemiğe dayanıyor. Bu polemiğin örgütsel olarak da DSA içinde (birkaç okuma ve tartışma grubunun ötesine geçen) programatik bir tartışmaya dönüşüp dönüşmediğinden emin değilim. Her neyse, tartışmanın yaygınlığını bir kenara bırakıp ilk önce buna atfedilen önemine bakalım.


Tuğal’a göre, uzun yıllardır Marksizm referanslı her şeyden koşarak uzaklaşan sosyal demokratların, tartışmayı tekrar Marksist klasikler üzerinden yapmasında bir hayır var. Sanki Amerikan sosyalistleri üstlerindeki baskıdan kurtulmuş, işi tekrar sil baştan ele alıyorlar. “Zihinsel bir deprem”, “bir dönem kapanıyor.” Tuğal’ın ihtiyatlı iyimserliğini ben paylaşamıyorum. Her zaman olduğu gibi, gördüğümüz şey yine Marx, Engels ve özellikle Lenin’den kaçmak için yeni bir isim, kılıf arayışı. Üstelik Tuğal’ın iddia ettiğin aksine, özenilen Kautsky’in “döneklik” öncesi dönemini nitelendirdiği söylenen, birleştirici, merkeziyetçi, “teşkilatçı” Marksistliği de çok su götürür özellikleri.

*

Tartışmayı Eric Blanc isimli ABD’li genç bir aktivistin “Neden Kautsky Haklıydı ve Bu Sizi Neden İlgilendirmeli?” yazısı fitilliyor. Önceden Troçkist olan Blanc, kendini fesheden ISO’ya üyeymiş. Sonradan DSA kervanına katılıyor ve Sanders kampanyası için çalışanlardan biri oluyor. Son seçimde, Sanders’in adaylığı kaybetmesinden sonra bu kez Biden’e oy verilmesi çağrısı yapanlardan biri. Jacobin’e yazdığı diğer yazılarda da Kautsky’i ön plana çıkarıyordu. Burada söylenmesi gereken en önemli şey, Kautsky’in özellikle parlamenter mücadeleyi esas alan vurgularının öne çıkarılmasının ardında yatan sebebin, Sanders ve Demokratlara oy verilmesini, hatta Demokrat Parti içinde çalışılmasını meşrulaştıracak bir dayanak sağladığı varsayımı.

Bir de, Blanc’tan çok daha önce Kautsky ile Lenin arasındaki devamlılıkları vurgulamış olan tarihçi Lars Lih var. Lih, eserlerinde, Kautsky’nin aslında Lenin’deki ayaklanma stratejisinin teorisyeni olduğunu belirtiyor ve malum kitabın başlığına rağmen aralarındaki devamlılığa işaret ediliyor. “Ekim Devriminin mimarı olarak Karl Kautsky” başlıklı Jacobin makalesi buna bir örnek.

Jacobin editörü Bhaskar Sunkara’nın da, Bernstein’ın oportünist revizyonizmi ya da Rosa Luxemburg’un tavizsiz devrimciliği arasında seçim yapacak olsa, ikisinden birini tercih etmektense Kautsky’i tercih edeceğini bir röportajında dile getirdiğini görüyoruz. Yalnız bu arada, tarihçi Lih, genç aktivist Blanc’ın yaptığı seçim sandığı ile ayaklanma tarzı arasında karşıtlığın aşırı derecede keskinleştirilmiş ve karikatürize edilmiş olduğunu söyleyerek onu eleştiriyordu. Aslında Lih, Kautsky’in Lenin’le arasında olduğunu söylediği süreklilik üzerinden onu savunurken; Blanc ise Kautsky’i, Blanquistlerle bir tuttuğu Lenin’den ayrışması üzerinden savunuyordu[i].


Bu yazılardan sonra çeşitli mecralarda tartışma devam etti. Farkı gruplar polemiğe dahil oldular ve çoğu da haklı olarak Kautsky’in rehabilite edilme girişimine itiraz sesi yükselttiler. Burada ortodoksiyi bir kez daha savunmak adına, çok defa dile getirilmiş şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Fakat bence şunu ortaya koymak gerekli: Kautsky’i rehabilite etmeye çalışmanın temel motivasyonu, reformize ve burjuva kurumlar içinde çalışmayı meşrulaştırmaktır. Bu meşruiyet kılıfının etkili olabilmesi için de, sosyalizm tarihi içinde, zamanında Marksizmin “papası” olarak anılmış olsa da, dönekliğinden sonra şimdi kıyıda köşede kalmış ancak tekrar kullanıma müsait bu gibi figürlerin yeniden hortlatılması gerekir. Neden Kautsky? Çünkü Kautsky’de halen “devrimci” ve radikal ifadeler içeren bir siyasal dil, kelime dağarcığı var. O lafız da olmasa, pratiğin şimdi aşina olduğumuz sosyal demokrat örneklerden hiçbir farkı kalmayacak.

Ki, Kautsky’lerin ilk kez parlatılışı da olmayacak bugün yaşanan durum. 1970’ler sonu Avrokomünizm tartışmaları da aslında bir nevi Lenin’le Kautsky arasındaki tartışmanın tekrarıydı[i]. Avrokomünistler kendilerini pek Kautskyci olarak tanıtmasalar, burjuva demokrasisi ve kurumları içinde çalışma stratejisini daha çok Gramsci üzerinden teorileştirmiş olsalar da, temel tezleri ile Kautsky arasında belirgin paralellikler bulunuyordu. Hem Kautsky olmazsa, Ralph Miliband var, başkaları var[ii]...

*

Kautsky, her döneminde, devrimci retoriği reformist bir pratikle birleştirmiş bir “orta yolcu”dur. Her devrimci momentte, Luxemburg ve Lenin gibi devrimci figürlere karşı pratikte ortaya konulmuş pasifizm, uzlaşmacılık ve oportünizmdir. O nedenle de, en devrimci olduğu zamanda bile Alman Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) “işi devrim yapmak olmayan bir devrimci parti olduğunu” söyleyebilmiştir. Lafızda en devrimci olduğu, o kadar övülen, devrimciler arasında en çok okunan “Road to Power” (1909) kitabında bile, kastettiği devrim esasında parlamenter bir devrimdir. İşçi sınıfının yavaş yavaş büyüyeceğine, sımsıkı kenetleneceğine, tedricen parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek iktidarı alacağına dair mekanik bir inanç ve nihayetinde işi tarihe havale etme vardır. Buradan, iyi Kautsky özellikleri, kötü Kautsky özelliklerinden ayıklanarak sahiplenilemez.


Ne gariptir ki, Kautsky’i sahiplenme hevesindeki kişiler onun en bariz özelliğinden bihaber davranıyor gibiler. Marx, Engels gibi Kautsky de işçi sınıfının her zaman kendi, bağımsız siyasal örgütlenmesini savunmuştu. “Ehven-i şer” tercihlerle liberallerin desteklenmesi fikrine neredeyse her durumda karşı çıkmışlardı. En bilinen örneğiyle Fransız sosyalist Millerand’ın Fransız hükümetine katılışına muhalefet edenlerden biri olan Kautsky hiçbir zaman burjuva siyasi partileri için çalışmayı ve oy vermeyi desteklememişti. Kaldı ki, işçi sınıfının parti bütünlüğünü sağlama uğraşı ona orta yolcu etiketi kazandıran sebeplerinden biri olacaktı. Kautsky’den parlamenter yol, seçimler, demokrasi vs. gibi unsurların seçip alınırken neden sosyalist partinin mutlaka oluşturulması fikri alınmaz!? (Şüphesiz, yanıt olarak Amerika vakasının özgüllüğünden, solun zayıflığından, bunca denemenin başarısızlığından vb. bahsedilecektir.)

*

Kautsky’in yüzyıl öncesi yazdıklarından günümüz için farazi çıkarımlar yapmaktansa, onun zamanın Amerikan sosyalistleri hakkında yazdıklarına bakıp karar vermek daha doğru olmaz mı?

Wembert Sombart’ın Amerikan işçileri üzerine gözlemlerine karşı, 1906’da yazdığı makalesinde[i] Kautsky, Amerikalı işçilerin neden Rusya’daki gibi “devrimci romantik” bir sınıf bilinci geliştiremediği açıklarken, yabancı göçmenlerin fazlalığı gibi yapısal etkenlerin yanına şunları ekliyor: Rusya’da en ufak bir reforma bile izin vermeyen Asyatik bir baskı rejimi varken, Amerikalı işçilerin karşısına en geniş bir özgürlük alanı ortaya çıkıyor. Rusya’da düzeni tümden devirmeyen çalışan total bir devrimcilik anlayışı ortaya çıkmışken Amerika’da ise işçi sınıfı çoğu durumda daha kısa vadeli, “pratik” çözümlere meylediyor. Çünkü burası hala bir özgürlükler ve fırsatlar ülkesi. Sınıf atlama hayalleri de asla dinmiyor. İşçi sınıfı liderleri de pratik iyileştirmelere her zaman tav olabiliyor. Hatta yanlarına, bunu savunacak burjuva siyasetçiler bulmakta güçlük çekmiyorlar. İşçi sınıfının şu ya da bu talebi, burjuva reel politik zemininde alıcı bulabiliyor. Tüm bu esnada ise, hareketin en nihai amacı olan sosyalizme sıra gelmiyordu[ii]. “Devrimci romantizmi” eksik olan Amerikalı işçilere de günübirlik demagoglar önderlik ediyor (Tüm o sağlık sistemi, Medicare, sosyal güvenlik tartışmaları; Sanders mi, Warren mı, Biden mı daha pratik tartışmaları buna benzemiyor muydu?).

Sombart, Amerikan burjuvazisinin işçi liderlerine ve sendikacılara kamu görevleri tahsis ederek sisteme dahil ettiğini söylüyordu. Kautsky de şunu belirtiyordu:

“Sosyal Demokrasi ile büyük -yani Amerika’da burjuva- partiler arasında temel bir ayrım vardır… Ancak Sosyal Demokrasi ile liberalizm arasındaki bu ayrımı unutan birisi, bir sendikal önderin ya da başka bir işçi önderin, liberallere borçlu olduğu bir makamda, kendi sınıfının çıkarlarını savunabileceğini düşünür.”

Edward Bellamy’nin meşhur ütopyası “Looking Backward” [Geçmişe Bakış] (1888) için bir yıl sonra yazdığı değerlendirmede, kitabı beğenmemekle birlikte, Amerika’da sosyalizmin bir Alman ürünü olarak görülmesinden kurtarılarak evrensel bir ideoloji olarak benimsenmesine yaptığı katkıyı övgüye değer buluyordu.

“Sosyalizm Amerika’da şimdiye dek egzotik bir şeydi. Bir Alman ürünü sayılıyordu. İşin doğrusu ya, sosyalist hareket de tümden Almanlardan oluşmuyorsa da, Alman sosyalizminin uzantısıydı. Şimdi, kendi külliyatı, programı ve taktikleriyle, uluslararası bilimsel sosyalizme dayanan, gerçek bir Amerikan işçi sınıfı partisinin yaratılması görevi ele alınmaya başlanıyor. Bu halde, Bellamy’nin kitabının büyük semptomatik önemi var. Bu, Amerikan işçi sınıfının gücünü gösteriyor. Ne teorik ne de pratik anlamda Avrupa sosyalizminin etkisinde olan burjuva çevrelerde bile onları toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi zorluyor.”[iii]

Kautsky’in zamanında üyeleriyle sık sık yazıştığı, sosyal demokrat, enternasyonal üyesi ABD’li partiler vardı; Sosyalist Parti ve De Leon’un Sosyalist İşçi Partisi (SLP) gibi. Hiç de çıkıp Demokrat Parti içinde çalışalım demediler; akıllarına onların başkan adaylarını desteklemek gelmedi. Sendikal hareket içinde elbet böyleleri vardı, ünlü sendikacı AFL lideri Samuel Gompers gibi. Onun gayretiyle 1908 seçimlerinde Demokrat Parti desteklenmişti. Demokratların kazanamadığı seçimler sonrası bir Avrupa turuna çıkıp Avrupalı sendikacılarla bir araya gelen Gompers için Kautsky şunu söylemeyi uygun buluyordu: “Unutmayın ki, Gompers’i alkışlayan eller, Amerika’daki yoldaşlarımızın suratına inen bir tokattır. O yoldaşlarımızın Gompers’ten daha tehlikeli ve zararlı bir düşmanı yoktur.”[iv]

*

Tarihsel olarak Kautsky, Demokratlar içinde çalışmayı her koşulda reddetmişken, şimdi onun yazdıklarıyla Demokratlar içinde çalışmanın mazereti oluşturuluyor. Denilecektir ki; aradan geçen koca bir yüzyılda istediğimiz işçi sınıfı partini kuramadık, sosyalist hareketi böyle bir partiyle birleştirmeyi başaramadık. Bir de böyle deneyelim. Önce sosyalist bir parti kurmayı çalışan her hareket istisnasız şekilde bir sekt halini aldı, hiçbir zaman üçüncü bir güç haline gelecek kadar kitleselleşmeyi başaramadı.

Bu kader mi? Öyle bile olsa, burjuvazi adına siyaset yürütmektense yine de denemeye değmez mi? Bence sosyalistlerin birincil gündemi özgül koşullar mazeretini öne sürmeksizin, her koşulda kendi bağımsız siyasi, örgütsel platformlarını, partilerini oluşturmak ve bunu işçi sınıfıyla bütünleştirmeye çalışmak olmalıdır. Burjuvazinin şu veya bu kanadıyla, herhangi bir toplumsal güçle eğer bir işbirliği ya da koalisyon yapılacaksa da, bu önce parti eliyle, alenen, kendi örgüt bayrağı altında yapılmalı. Yakın dönemde, ehven-i şer olarak, tarihin çok spesifik bir momentinde olduğumuz, faşizmin yaklaşmakta olduğu gibi mazeretlerle Demokratlar ve türevleri için oy isteniyor. Oysa bu, önümüzde duran asıl sorunu ileri ötelemekten başka bir şey değil. Şöyle de düşünelim: demokratlar ya da sosyal demokratlar içinde giderek etkin olarak, onları dönüştürerek, iktidarı alacak güce ulaşabileceği sanmak daha büyük hayalciliktir. Bir benzetmeyle, bazı Troçkist geleneklerin kullandığı sızma (entry) taktiğinin büyük çaplı ve kalıcı başarıya ulaştığı bir örnek görülmüş müdür acaba? Bu tür yapıların içine sızanlar, zamanla mutlaka o yapılar içinde soğurulur, evcilleşir, harcanır, satılır veya atılır. Sonuç zaman ve enerji israfıdır, hayal kırıklığıdır.

Bence Amerikalı sosyalistler, “biz ayaklanma stratejisini reddediyoruz, parlamentarizmi savunuyoruz (ama sosyal demokrat da değiliz, radikaliz)” diye aptalca şeyler söyleyip, gelecekteki bir moment uğruna Kautsky’i yeniden rehabilite etmekle uğraşacaklarına, Jacobin yazarlarının pek üzerinde durduğu “Sosyalizmin ABC”sinde bulunabilecek şeylerden biri olan parti fikrinin kaçınılmazlığı üzerinde mesai harcasalar daha iyi olur. Parlamentarizm yapılacaksa kendi partilerinde yapılmış olur.

Eugene Debs, yüzyıl önce 1920 seçimlerine hapishaneden girmiş ve 920.000 oy almıştı. Seçimden önceki son beyanı şuydu: “Salı günü sandıkta Cumhuriyetçiler veya Demokratlar için oy verecek her erkek, her kadın, Wall Street’i ve onun halka düşmanlığını onaylamış olacaktır.”





[i] K. Kautsky, “American Worker” Historical Materialism, 11(4):15-77, 2003

[ii] “1885’de eski Lasalleci AFL kurucusu Adolph Strasser, ABD Senatosu’nda Eğitim ve İşçi Komitesi’nde kendine sorulan sorulara cevap verirken şöyle diyordu: “Bizim nihai hedeflerimiz yoktur. Günlük çalışıyoruz. Birkaç yıl içinde gerçekleşecek acil ihtiyaçlar için mücadele ediyoruz… Tüzüğümüzde belirttiğimiz gibi teorisyenlere karşıyız… Bizler pratik insanlarız.” İşte bu görüşler Amerikan sendikacılığının ve Gompersizmin özünü oluşturdu.” Faruk Pekin, “Gompers ve AFL İdeolojisi” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s.407

[iii] Daniel Gaido “‘The American Worker’ and the Theory of Permanent Revolution: Karl Kautsky on Werner Sombart’s Why Is There No Socialism in the United States” Historical Materialism, 11(4):79-123, s.94

[iv] a.g.e. s.106



[i]  Bunu, Kaustky’in profesör torunundan da takip edebiliriz. John K. Kautsky “Karl Kautsky and Eurocommunism” Studies in Comparative Communism, 14(1):3-44, 1981

[ii]  Burada bir bütün halinde Avrokomünizmin üstünü çizme peşinde değilim. Yekpare bir bütün olmayan bu hareket içinde de sağ ve sol denilebilecek anlayışlar bulunuyordu. Jacobin çevresinin bir diğer gözdesi olan Miliband’ın ise İngiliz İşçi Partisi üzerine neler söylediği, Labourism’in sol üzerindeki yıpratıcı etkisi üzerine yazdıklarını Corbyn hayranı Jacobin yazarları gözardı ediyorlar.



[i]  Nathaniel Flakin “An Introduction to the Kautsky Debate” https://www.leftvoice.org/an-introduction-to-the-kautsky-debate