4 Şubat 2021 Perşembe

Sırma saçlı, badem gözlü Çavuşesku

Bu yazının yazılış sebebi “Birgün Pazar” ekinde Aralık sonu yayınlanan, Anıl Aba imzalı “Çavuşesku, romantizm ve gerçekler”[i] başlıklı yazı. Üzerinden zaman geçmesine rağmen, yazıdaki ifade ve anlayışa karşı duyduğum rahatsızlığı dile getirmek istiyorum. Biliyorum ki, bu ve gelecek yıllarda da, Aralık sonlarında böyle yazılar önümüze gelmeyi sürdürecek; çünkü siyaset yapış tarzımız, ideolojik müdahalelerimiz, sosyal medyanın da azımsanmayacak etkisiyle, büyük ölçüde kronolojiye dayalı bir anma/kutlama şekline dönüşmüş durumda.

Eskiden Sovyetik dediğimiz çevrelerden, bu tür değerlendirmeler görmek kısmen normal karşılanabilir. Örneğin “İleri”, “Sol”, “Gazete Manifesto” vb. mecralarda, “Doğu Bloku” ülke deneyimleri üzerine tozpembe tablolar çizilmesi ideolojik açıdan beklenebilir ve yapılan bir durum. Fakat tarihsel olarak o blok içinde “çıkıntılık” yapmış bir ülkenin, Yunanistan Komünist Partisi[ii], TKP gibi örgütlerce, böylesine övgülerle yad edilmesini garipsiyorum açıkçası. Nixon’un “O komünist olabilir ama bizim komünistimiz” dediği çıbanbaşı Çavuşesku, son döneminde Gorbaçov’a karşı çıktı diye, yaşamı trajik bir sonla bitti diye çok matah bir komünist lidermiş gibi önümüze konuluyor. Örneğin mevzubahis Anıl Aba’nın yazısında, “sütten çıkmış ak kaşık da olmadığı” da arada belirtilmiş Çavuşesku’nun, “I’ll be back” (Geri döneceğim) yazan bir stencilin fotoğrafı da konulmuş. Ben, böyle bir otokrat/diktatör bozuntusunun yeniden yaşama döneceği zombi sosyalizmi istemiyorum; bunun halen, doksanlardan bu yana süren tüm o “reel sosyalizm” tartışmaları hiç yaşanmamış gibi, gelecek için model olarak önümüze sunulmasından sıkıldım. Sorun yalnız, halkın haklı tepkisinin, Sovyetlerin de işin içinde olduğu kanlı bir kalkışmayla, ülkenin kapitalist yağmaya açılmasına kanalize edilmiş olmasına karşı çıkmak değil. Bu zamanında yapılamamış, başarılamamış; çürümüş parti içinde veya dışında, kapitalizme dönüşün önünü alabilecek Çavuşesku’dan bağımsız bir odak oluşmamış. Şimdi kırk yıl sonra Çavuşesku’ya böyle methiyeler düzmek, havanda su dövmekten öte, geleceğe de ihanet.



*

Temel mesele, sosyalizmden ne anlaşıldığı ile ilgili. Bu tür yazılar, günümüzde Rumen halkının neredeyse yarıya yakın kısmının, komünizm dönemini gayet olumlu bir şekilde hatırladığına dair anket çalışmalarından örnekle yazılıyor (niçin varolan komünist partilerin aynı oranda bir teveccühe mazhar olamadığı ise belirtilmiyor). Gerçekten de önemli bir kesim, komünizmin “iyi bir düşünce” olduğunu fakat hatalı/yanlış uygulamaya geçildiğini söylüyor. Yine, halkın yarısı, komünizm döneminin düşünce alışkanlıklarını koruyarak, devletin vatandaşlarına iş ve iyi bir hayat standardı sağlaması görevi olduğunu düşünüyorlar[iii]. Yazarın da belirttiği gibi, kapitalist güvencesizlik koşullarıyla kıyaslandığında komünist devir, her açıdan daha “güvenceli” bir yaşam dilimiydi. Kaliteli sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim, herkes için daha uygun ve kolaydı. Suç oranı daha düşüktü. Sosyal hizmetler, daha yaygın ve aksamadan sunuluyordu. Kolektif ethos hala güçlüydü. Sonra, spor alanında başarıları, SSCB’ye kafa tutuşları, milliyetçi bir söylem altında dünya tarihine yön verme doğrultusunda ilerledikleri inancı vs… Haklı olarak o yılların özlemini duyuyorlar; ama ne zaman ki bunlar aksamaya başladı, aradaki ortaklık da bozuldu. 1970’lerin sonlarına dek yaşanan müthiş gelişme ve iyileşme, bu tarihten sonra hızla geriye çekildiğinde, halkın karar alma süreçlerinde söz sahibi olmadığı ekonomik koşullar değiştiğinde, pasif ve suskun alıcı durumunda yaşadıkları, tek bir adam ve ailesinin eline geçirdiği parti tarafından yönetilen rejim vaatlerini yerine getiremediğinde de ipler koptu.

Kendimize sormamız lazım. Sosyalizm, sosyal politikalar toplamı mıdır? Serbest piyasa koşullarını terk etmeden birçok şeyi, hem de kaliteli olarak hayata geçirmiş İskandinav “refah devleti” ülkeleri bu açıdan en ileri sosyalist değilse nedir? Yoksa sosyalizm, karar alma süreçlerinde işçi sınıfının merkezde olduğu, bunun mekanizmaları (parti, konsey, özyönetim, planlama vs.) ne şekilde oluşturulsa oluşturulsun, demokratik bir katılımla gerçekleştirileceği farz edilen bir yönetim midir? Şüphesiz, sosyalizm bir teknokrat yönetimi, bir “bilenler”, aydınlanmış ulu liderler yönetimi değildir. Bu hataya düşmez kişilerin ulu bilgi ve yönlendirmeleri ile başarılmış kazanımların, halka sanki bir sadaka/lütuf gibi dağıtıldığı, halkın da bu ulu liderlere uyma/yetinme/ses çıkarmama/bozgunculuk yapmama rolünü yerine getirdiği bir sistem değildir. Romanya’da olan ise, tam da buydu. Komünist bir dinamizm içinde kendini sürekli geliştireceği düşünülen parti çürümüş ve tek bir adam (Conducator) rejimi, sosyalist hanedanlık, neopatrimonyal çiftlik vs. biçime bürünmüştü.   

*

Anıl Aba, Çavuşesku’nun son yılında ülke dış borcunun sıfır olduğunu, şimdi ise kapitalist ülkenin dış borç içinde yüzdüğünü söylüyor. Bunu bir sosyalizm övgüsü olarak mı kabul ediyor, anlamadım. Ancak Çavuşesku’nun sonunu getiren şeyin kendi biriktirdiği ama sonradan ödemek için yırtındığı dış borçlar olduğunu yazmaması talihsizlik olmuş; kötü bir propaganda denemesi olmuş.

Kısaca söyleyelim. 1960’lar ve 1970’ler dilimi Romanya’sı, dünyada sayılı örnekleri bulunan gelişme hikayelerinden biriydi. Bunu da esas olarak kendi özkaynaklarıyla başarmışlardı. Geri bir tarım toplumu hızla sanayileşti, kentleşti, okuryazar oldu. Büyük konut projeleri tamamlandı. Sağlık ve eğitimde büyük atılımlar yaşandı. Halkın temel ihtiyaç karşılandığı gibi, artık Batı ile aradaki mesafe de kapatılmaya başlanmıştı. Halkın refah düzeyi gözle görünür derecede yükselmişti.

Fakat Çavuşesku bu hızla yetinmek istemedi. Sanayileşmeyi daha da ileri götürmek, ağır petrokimya sanayi yatırımları yapmak istiyordu. Bu noktada artık Batı teknolojisi ve sermayesinden yararlanmak da mümkün olacaktı. O yıllarda, genç Çavuşesku Batı’nın sevgili, biraz da şımartılmış komünisti idi. İhtiyacı olduğu sermayeyi, Batı’nın dümen suyuna girerek, Nixon, McNamara ve De Gaulle’e yağ çekerek, IMF/DB/büyük bankalarla iyi ilişkiler kurarak, zaten alıcı bekleyen yükselişteki petrodolar piyasasından elde edebildi. Bu kadar hızlı bir yatırım hamlesini kim oluşturmuştu? Kalkınma planların hazırlanmasında işçi sınıfı ne katkı sunmuştu? Nihai karar verici olan kendisiydi. Şimdiden bakılınca, Çavuşesku ve teknik ekibini 1973 ve 1979 petrol krizlerini öngörememekle suçlamak kolay olabilir. Fakat biraz itidalli davranmasını ve Brejnev’in uyarılarına kulak vermiş olmasını beklemek de hakkımız olmalı. (Sovyet liderler, yıllar boyunca Rumenlerden daha temkinli gitmelerini, “çılgın” mega-projelerle uğraşmamalarını, Batı’dan fazla borçlanılmamasını istemişlerdi.)

Kendisi de hatırı sayılır bir petrol üretici olan Romanya, yaptığı ağır sanayi yatırımları sebebiyle 1970’ler sonu itibariyle artık net bir ithalatçı durumuna girdi. Sovyetlerle arayı bozduğu için, özellikle İran’a ve Şah’a bağımlı hale geldi, Şah’tan sonra da mollalara… (Cilveye bakın ki, yüklü bir silah satışı yapmak için İran’a gitmekten vazgeçmemesi ve ayaklanmanın başladığı gün ülkede olmaması sonunu hazırlamış olabilir). Polonya örneğinde olduğu gibi, sadece birkaç yıl içinde dış borçlar muazzam ölçüde arttı. 1981’de 10 milyar dolar civarı dış borcu çevirmekte sıkıntı çektiği için, çoktan üyesi olduğu IMF kapısındaydı artık[iv]. IMF’e kaptırdığı kuyruğun sonunun nereye gideceğini, o yıllarda Polonya’ya ve oradaki iç karışıklıklara bakıp anlayacaktı. Ertesi yıl, kıskaçtan kurtulmak için, dış borcu tüm faiziyle birlikte ödeme seferberliği başlattı. İşte Anıl Aba’nın değindiği sıfır dış borç düzeyine çöküşten birkaç ay önce ulaşmışlardı[v]. Ama ne pahasına…

Derhal kalkınma plan hedefleri revize edildi, aşağı çekildi. Ücretler donduruldu. Her alanda fazla mesai, zorunlu tasarruf kesintileri, temel ürünlerde fiyat artışları, karne uygulamaları, enerji kısıtlamalarına geçildi. İhracat yapıp döviz kazanmak için halkın temel ihtiyaçlarından kısıldı. Şimdi burada anti-komünist literatürdeki absürd kısıtlama örneklerini anekdot olarak sıralamanın gereği yok. Önemli olan Rumen geçmişini tozpembe bir sosyal politika ülkesi olarak resmetmekten de; karalayıcıların öne sürdüğü gibi, hiçbir şeyin bulunmadığı bir kıtlık ülkesi şeklinde sunmaktan da kaçınmak.

Bir halk eğer sosyalizme inanıyorsa, parti yöneticileri kendilerine karşı dürüst davranıyorsa ve aradaki demokratik mekanizmalar işliyorsa, büyük sıkıntılar yaşasa da bunlara göğüs gerebilir. Fakat arada söylemle/propagandayla pratik arasındaki açının fazla açılmaması, parti yönetiminin bambaşka, sürreal bir aleme uzaklaşmaması gerekir. Oysa Romanya’da, hoşnutsuzluklar güvenlik aygıtları (Securitate) eliyle ezilmeye başlanmış, farklı görüşlere yaşam hakkı tanımayan koyu bir sansür ortamı oluşturmuş, halktan bunu sosyalizm (sosyalizm derken Rumen özelinde hepsinin başına bir “milli” ibaresi koymamız gerektiğini de ekleyeyim) adına sineye çekmesi istenmiştir. Yüce lider elbette halkının yanındadır. Başarısızlık için her fırsatta alt kademe yöneticiler suçlanır, devamlı tasfiye edilirler. Zaten yoğun bir rotasyon uygulayarak, geçmişte rakip güç odaklarını dağıtmayı başarmış önderlik, tepkileri bu kez böyle bertaraf etme yolunu seçecektir.

*

Rumen sosyalizmi denildiğinde, Doğu Avrupa’daki örneklerinin aksine, tek adam otokrasisinin konsolide olduğunu görüyoruz. Çavuşesku faktörüne değinmeden Romanya’da sosyalizmden söz etmenin imkanı yok. Diğer ülke partilerinde daha ziyade kolektif önderlikler baskınken, Romanya’da, Çavuşesku’nun ziyaretleri sonrası pek hayran kalarak ülkesinde de tatbik etmek istediği Asya sosyalizm deneyimlerindeki gibi tek bir liderin öne çıkışı yaşanmıştı. Çavuşesku da Gheorghiu-Dej’in ölümünün ardından ilk zamanlarında aşağı yukarı, eşitler arası birinci konumdaydı. 1974’e dek, tüm unvan ve makamları yavaş yavaş kendinde topladı. Partiyi çok daha fazla merkezileştirdi, yeni oluşturduğu tepedeki karar alma organlarını akrabalarıyla doldurdu. Öyle ki, karısı Elena artık First Lady’den de öte, ülkenin ikinci politikacısı, partinin kadro işlerinden sorumlu yöneticisi olmuştu. Doğru, anti-komünistlerin iddia ettikleri boyutlarda, yasadışı olarak kişisel zenginleşme emareleri yoktu. Ailenin iki çocuğu mütevazı birer bilim adamı olmuştu (Niyeyse, üçüncü ve sorunlu çocuk Nicu’dan bahsedilmemiş yazıda. Nicu, ülkenin gençlik ve spordan sorumlu Merkez Komite yetkilisi yapılmıştı mesela.) Kardeşi Ilie ordudan, diğer kardeşi Nicolae polisten, Ioan planlamadan sorumluydu, görevleri değişebiliyordu. Bacanakları, kayınbiraderleri de üst düzey mevkilerdeydi. Kişisel zenginlikleri olmasa da, devletin kaynaklarını şatafatlı yaşamları için kullanıyorlardı. Halkın o kadar sıkıntı çektiği bir dönemde yaptırılmaya girişilen, pek meşum devasa saraydan bahsetmek yeter sanırım.

Tüm ünvanları kendinde toplayan Çavuşesku önünde, parti bürokratları da dalkavuklukta sıraya girmişlerdi. Kişi kültü yaratılması pek zor olmadı bu açıdan. Ülkece büyük vaveylalarla kutlanan doğumgünleri, adına yazılan şiirler, eserler, ilgili ilgisiz her çalışmada muhakkak isminin zikredilmesi, yüceltilmesi, sanki bir teorisyenmiş gibi “külliyatı”nın cilt cilt basılması, Daçya halkının 2000 yıllık yüce tarihini devam ettiren önder olması, kendini Tito’yla yarışır düzeyde Üçüncü Dünya ve Bağlantısızlar hareketinin önderlerinden biri gibi sunması, bu uğurda, halkın kursağından kıstıklarını bol keseden dış yardım olarak dağıtması…

Aslında, Rumen komünist parti tarihinde takdir etmemiz gereken bir kişi varsa (Gheorghiu-Dej’in tasfiye ettiği Ana Pauker gibi Komintern’in en ön safta durmuş militanları dışında) o da, partinin 1979’daki 12. kongresinde tek başına kürsüye çıkarak bu saçmalığa karşı çıkmış, seksen dört yaşındaki, partinin kurucu ilk kuşağından olan Constantin Pirvulescu’dur. Söz aldığında Çavuşesku’nun neden parti kontrolünden çıkmış olduğunu sormuş, “Yoldaşlar, ben oyumu Çavuşesku’ya vermiyorum” demişti. Videoyu[vi] izlediğimde, siyasi görüşlerine hiç katılmadığım Gün Zileli’nin davetli olduğu bir AEP kongresi izlenimlerini hatırladım. Çıkan tek arıza sesin, aparaçikler tarafından nasıl bastırıldığı, komutla ayağa kalkıp komutla oturup alkışa başlandığı vs. rahatlıkla görülüyor. Kimi yorumcu, Pirvulescu’nun cesaretini yaşlılığına bağlamakta. Ayrıca Pirvulescu’nun, daha Sovyet yanlısı ekipten olup olmadığı da tartışılabiliriz. Zaten kendisi 1989 Mart’ında, Gorbaçov yanlısı altı üst düzey komünistin imzaladığı açık mektuptaki imzacılardan biri olacaktı[vii]. Konumuz açısından önemli olan, lider kültüne zamanında karşı çıkmayı bilen birilerin de olduğudur.

*

Anıl Aba’nın yazısına geri döneceğim. Yazıda 1989 sonrası kapitalistlerin ve Renault’un, “ithal ikamesiyle üretilip yüksek kar marjıyla dışarı satılan” Dacia marka otomobil fabrikasına çöreklenmesinden bahsedilmiş. Doğru, fakat Dacia’nın zaten baştan, satın alınan Renault lisansı ile üretilebilmiş olmasını es geçiyor gibi (ithal ikameden kasıt oysa). Citroen için de üretim yaptılar. Burada sorulması gereken asıl soru, niçin kendi teknolojilerini geliştiremedikleri ve tıpkı diğer Doğu Bloku ülkelerinde olduğu gibi, FIAT/Volkswagen gibi Batılı otomotiv firmalarıyla işbirliği yapmaya, teknoloji transfer etmeye, lisans almaya mecbur kalmış olmalarıdır. Doğu Bloku, güçlerini birleştirerek teknolojik bir gelişim gösterememiş, her ülke kendi bacağından asılmaya çalışmıştı. Burada piyasa/plan/teknoloji/girişimcilik tartışmasına hiç girmeden, şunu söyleyeceğim. Romanya tarafı, COMECON’un potansiyel olarak faydalı olabileceği, ölçek ekonomisi anlayışı içinde güç birliği yapmanın getirilerinin yüksek olacağı bir yapılanmanın önüne geçilmesinde ilk derece suçludur. Bunu söylerken, Kruşçev’in COMECON’u daha ulus-üstü hale getirmek isteyen girişimlerinin ardında başka reel politik amaçlar olabileceğini göz ardı etmek istemiyorum. Saf teorik düzeyde, ulusal planların koordinasyonu yerine ortak ulus-üstü planlamanın yerleştirilmesine çalışılması, verimlilik açısından daha iyi olabilirdi. Ancak ideal bir dünyada yaşamıyoruz ve komünistlerin enternasyonalizm idealleri de dönüp dolaşıp güç/çıkar politikalarına, devletler arası rekabetçiliğe, milliyetçiliğe toslayıp durmuştu. İki taraf da masum değildi belki, ama “tek ülkede sosyalizm” ve onun çeperinde daha ufak replika modellerinin yan yana durarak -ve hatta birbirleriyle rekabet ederek- bolluk toplumuna ulaşmaları, hadi onu bırakalım, halkın her geçen gün Batı’ya bakarak genişleyen ve farklılaşan temel ihtiyaçlarını karşılaması (SSCB gibi hemen her kaynağa sahip de değilseniz) imkansızdı ya da giderek daha fazla eklemlendikleri uluslararası kapitalist ekonomik sistemin inişleri/çıkışlarına tabi idi. Çavuşesku ise COMECON toplantılarında “ulusal egemenlik” diye bağırıp engel çıkarırken, New York’ta, Paris ve Bonn’da dolar ve markın önünde eğilmiş, bunu egemenlik açısından sorun yapmamıştı[viii].

Rumenler, Sovyet emellerini püskürtmeye çalışırken bu kez milliyetçiliğe daha sıkı sarıldılar. Kruşçev’in destalinizasyon adımlarının, kendi iktidarını tehdit ettiğini gören Rumen liderler, meşruiyetin dayanağını milliyetçilikte buldular. Zaten çarlık döneminden beri varolan ve Moldova üzerindeki tartışmalarda düğümlenen Rus karşıtlığını yeniden hortlatmak zor olmadı. Ülkeden Sovyet asker ve ajanları çıkarıldı. Birçok kurumlar arası işbirliği asgari düzeye indirildi. Tarih kitapları yeniden Rus yayılmacılığı, onların Macar azınlığı kullanışı, Marx’ın yoğun Slav karşıtlığından bahseder oldu. Bu tür bir SSCB’den bağımsızlaşma, Batı’da da bir liberalleşme olarak algılanıyor ve eller ovuşturuluyordu. Çavuşesku’nun Batı’nın sevgili komünisti olması fazla zaman almadı. Doğu’daki müttefiklerinin protestosuna rağmen Batı Almanya erkenden tanındı, AET ile anlaşmalar imzalandı, IMF’e üye olundu, ABD’den en kayrılan ülke (MFN) statüsü edinildi, 1967 sonrası İsrail ile araya mesafe konmadı, Çekoslovak müdahalesine karşı çıkıldı, ÇKP’yle flörtleşildi, Moğolistan’ın Varşova Paktına girişi engellendi, Avrokomünistler desteklendi, Los Angeles olimpiyatlarına katılındı, Afganistan müdahalesi tasvip edilmedi, ilh.

“Sosyalist” yurtseverliği geliştirme amacıyla Daçya halkının muazzam tarihi yüceltilecekti. 1980’de Daçya’nın 2050. kuruluşu kutlanacaktı. Protochronizm, yani tarihte yenilikleri ilk kez kendilerinin gerçekleştirdiğini iddia etmek tam da Çavuşesku dönemini betimleyen bir terimdi. Ülkedeki azınlıklara (Macarlar, Yahudiler, Çingeneler, Bulgarlar) karşı, parti eliyle ayrımcılık yapılıyordu.

Daçya’nın eski ihtişamlı günlerine dönmek için elbet nüfus arttırılmalıydı. Doğurganlığı arttırmak için kürtajı yasaklayan 1966 tarihli meşum yasa çıkarıldı. Kadınların sağlık hizmetlerine erişimi için jinekolojik muayenelerden geçirilmesi gerekebiliyordu. 25 yaş üstü çocuksuz çiftlere ek vergi yükü konmuştu. Devlet çalıştıracak işgücü istiyordu belki, fakat zorla yarattığı işgücünün refah seviyesini de 1980’den itibaren yükseltmeyi başaramamıştı. Paradoksal olarak bu politikanın sonucu, yoksulluğun yayılması oldu. Kürtajı yasaklayan yasanın kadınları içine attığı zor durumları, bu tür şeyleri kullanmayı çok iyi bilen anti-komünist filmlerden izlemedik mi? Yasadışı sağlıksız kürtajlardan öte, doğum sırasında kadın ölümlerinde ülke Avrupa lideriydi, aileleri tarafından terk edilen çocuklar gibi bir toplumsal mesele doğmuştu. Benzer muhafazakar politikalar, sansür, ifade özgürlüğünün engellenmesi gibi konular uzatılabilir.

Son olarak tekrar vurgulamak gerekirse, bu politikalara kim karar vermişti? Rumen parti propagandalarında olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru akan bir demokratik mekanizma silsilesi içinde mi; yoksa en genel hatlarının Çavuşesku ve yanındaki, genellikle ailesinden, birkaç kişinin şekillendirilmesiyle, merkezi bürokrasi içinde mi yaratılmışlardı? Tanıklıklar, arşivler bize ikinci şıkkı gösteriyor. Kabaca, bütün ülkeyi kendi çiftliği gibi yönetmiş birinden, kafasına estiği gibi şehirleri, köyleri yıkıp yeniden planlayan birinden bahsediyoruz. Fakat bunu kendi kafasındaki, halkı koruyup kollayan pederşahi bir sosyalizm anlayışı içinde yapan, inançlı birinden de söz edebiliriz sanırım. Her neyse; yüzümüzü, ileride milyonlarca milyarlarca insanın, böyle birkaç liderin eline avucuna bakmak durumunda kalmadığı, kolektif organların, partilerin lider sultası altına girmediği sosyalizm arayışlarına çevirelim; geçmişin böyle olumsuz örneklerine değil.

 

Hasan Keser



[iii] Yazıda da atıfta bulunulan Elena Dragomir’in yazısı https://zeithistorische-forschungen.de/2-2010/4448

[iv]  Miktar günümüz için ufak gözükebilir ancak hem dolar enflasyonu hem de o dönemde dış ticaret ve sermaye hareketlerinin günümüzdeki hacimlerle kıyaslanamaz derecede daha düşük olduğunu hatırlamak gerekir. Karşılaştırma için, Türkiye’nin gördüğü en büyük kriz dönemlerinden biri olan 1979’da ülke dış borcu, yarısı kısa vadeli olmak üzere, 14 milyar dolar civarıydı. Acaba, bazılarının savunduğu gibi Çavuşesku bu borcun en azından faiz kısmını ödemezlik edemez miydi? (Kuzey Kore’nin bir dönem yaptığı gibi) Ekim Devrimi, devralınan Çarlık dönemi borçlarını, büyük sıkıntıları göze alarak reddetmişti. Oysa Çavuşesku’nun borçları kendi yüklendikleriydi.

[v]  Dış borç öyküsü için: E. Dragomir “Romania Turns West”, A. Romano & F. Romero (der.), European Socialist Regimes’ Fateful Engagement with the West, Oxon: Routledge, 2021

[vii] BBC’de de yayınlanan ve Çavuşesku’yu sosyalizmden sapmakla suçlayan mektupta, itiraz edilerek öne çıkarılan noktalar şunlardı: 1) Kırsal reorganizasyon planının köylüleri yurdundan ederek, onları çok katlı apartman bloklarına mahkum etmesi, 2) Rumen vatandaşlarının yurtdışıyla temas etmesinin kanunsuzca engellenmesi, 3) Halk ya da Cumhuriyet Sarayı olarak yapılan binanın mevzuat dışında yapılması, 4) Haklarını isteyen işçilerin karşısına Securitate’nin çıkarılması, 5) Anayasaya rağmen işçilerden pazar günleri de çalışmalarının istenmesi, 6) Telefon görüşmelerinin izlenmesi, mektupların açılması. Genel argüman olarak şöyle denmekteydi: Anayasaya uyulmamaktadır. Toplum işleyemez olmuştur. Planlama yürümemektedir. Kırsal reorganizasyon planı akıldışıdır. Romanya’nın dış prestiji bu yönetim yüzünden yerlere düşmüştür. (D. Deletant, Ceausescu and the Securitate, London: Routledge, 1995, s.276)

[viii]  Borçları çevirmenin bir yolunu arayan Rumen Dışişleri Bakanı, Mitterrand’dan yardım isterken ona Romanya’yı Sovyetlerinin eline düşmekten kurtaran yeni bir III. Napolyon olma fırsatı sunduklarını söyleyerek yağ çekiyordu. E. Forestier-Peyrat & K. Ironside “The Communist World of Public Debt (1917-1991): The Failure of a Countermodel?” N. Barreyre & N. Delalende (der.) A World of Public Debts: A Political History, Cham: Palgrave Macmillan, 2020, s.333. 

1 Şubat 2021 Pazartesi

İtalya solu ve yüzüncü yıldönümüne dair

Tartışmalı Miras (1)
 
Toby Abse
21 Ocak 2021, İtalya Komünist Partisi’nin (tam adıyla Partito Comunista d’Italia -PCd’I) kuruluşunun yüzüncü yılına işaret ediyordu. [Stalin’in Komintern’i feshettiği 1943’ten beri İtalyan Komünist Partisi (Partito Comunista Italiano -PCI) olarak bilinecekti.] 

Yüzüncü yıldönümü İtalyan medyasında, TV belgeselleri ve radyo yayınları yanı sıra çok sayıda gazete ve dergi makalesi ile nispeten geniş olarak yer aldı. Ayrıca bu nedenle çok sayıda kitap yayınlandı ya da yeniden basıldı. Fakat, devam eden Covid-19 salgını, websiteleri, Facebook sayfaları ve Zoom görüşmeleri haricinde, olayı fiziksel mekanlarda kutlama girişimlerine çok ciddi sınırlamalar getirdi. 

Kabul edelim ki, böyle kutlamalar yapılabilmiş olsaydı bile; bir zamanlar milyonlarca üyesi olan ve hatta 1984 Avrupa seçimlerinde birinci olmuş bir partinin kutlamaları, acınacak derecede küçük olacaktı. Zaten PCI, yaklaşık 30 yıl önce, delegelerinin çoğunluğunun Partito Democratico della Sinistra (PDS) kurmak için oy kullandığı Şubat 1991 Rimini kongresinde feshedilmişti (2). PCI geleneğinin varisi olma gururunu taşıyan Partito della Rifondazione Comunista (PRC) ise, onunla karşılaştırıldığında acınacak denli zayıf. 
 
PCd’I, İtalya Sosyalist Partisi’nin (Partito Socialista Italiano -PSI) 17. kongresinden ayrılan komünist fraksiyon tarafından kuruldu. Bu ayrılık, Filippo Turati’nin reformist kanadının ihracı ve parti isminin PSI’den PCd’I olarak değiştirilmesi isteminin, altı günlük yoğun tartışmaların ardından kongrede reddedilmesiyle doğmuştu. Oysa kongre delegelerinin çoğunluğu, Turati’nin küçük reformist akımına değil, Maksimalist akıma, yani sosyalist devrime açıkça bağlı olan ve kendini İkinci Enternasyonal’den çok Komintern’e yakın bulan akıma mensuptu. Komünistlerin Maksimalistleri kazanmalarındaki başarısızlıkları, 1920 sonlarında Tours’da Fransız sosyalistlerinin (SFIO) kongresinde delegelerin çoğunluğunun yeni Fransız Komünist Partisi’ne (PCF) katılmayı kabul etmesiyle belirgin bir zıtlık içindeydi. 

Günümüzde, PCd’I’nın kurulduğu Teatro San Marco’dan yalnızca, üzerinde olaya dair bir plaketin asılı olduğu dış cephe duvarı kalmış. Bu yüzden, yıldönümünü kutlamak isteyenlerin toplandığı yer buradaki sokak oldu. Neyse ki, o gün Livorno’nun da bulunduğu Toskana bölgesi sarı bölge kapsamındaydı (Covid ile ilgili kısıtlamalar, kırmızı veya turuncu bölgelerden daha azdı), böylece dışarıdan olmasa da bölgeden insanların, isterlerse fazla sıkıntı yaşamadan bir araya gelmeleri mümkün olabildi. Şanslarına yağmur da yağmıyordu (21 Ocak 1921’de komünistlerin San Marco’ya şemdiyeler altında Enternasyonal söyleyerek yürüdükleri günün tersine). 

Saat 11 gibi geldiğimde, kızıl bayraklarıyla yaklaşık 200 civarı kişi vardı; çoğunlukla PRC üye ve destekçileri, liderleri Maurizio Acerbo’yu, ana konuşmayı yapması için bekliyordu. Fakat oradaki tek komünist örgüt onlar değildi. Armando Cossutta (1926-2015) ve onun Partito dei Comunisti Italiani (PdCI) izleyicileri de oradaydı; şimdi kendilerine Partito Comunista Italiano (PCI) diyorlar. İki parti arası ilişkiler pek iyi olmasa da, ulusal burjuva basınındaki anlatımların aksine, PCI ile eski yoldaşları PRC arasında karşılıklı bir slogan yarışı duymadım(3). PRC’yi provoke edenler daha ziyade, CARC, uzun ismiyle Partito dei Comitati di Appoggio alla Resistanza-per-il-Comunismo üyesi Stalinist/Maoistleriydi. Üzerinde tartışma olamayacak “Bandiera Rossa” söylenmesi ve aynı şekilde herkesin uzlaştığı “Viva Marx! Viva Lenin!” sloganlarına, daha sertçe “Viva Giuseppe Stalin”, “Viva Mao Tse Tung” sloganlarını ekliyorlardı. Bu rutine ikinci kez başladıklarında, bir PRC üyesi spontane halde oldukça yüksek sesle “Luxemburg!” diye haykırsa da, gerisi gelmedi -en azından benim olara bulunduğum sürede. 

Çatışma 

Ben ayrıldıktan sonra, Marco Rizzo’nun lideri olduğu Partito Comunista (PC) ile, duvara çelenk bırakmaya gelmiş ufak bir yerel Partito Democratico (PD) delegasyonu arasında daha ciddi bir tartışma oldu. PC üyeleri, PD milletvekillerinin desteklediği ve Nazizm ile komünizmi eşitleyen Avrupa Parlamentosu kararına atıfta bulunan büyük bir pankart tutuyorlardı ve partinin Livorno sekreteri Lenny Bottai, PD üyelerine partiyi (yani orijinal komünist partisini) kendilerinin feshettiğini belirterek, sertçe onlardan ayrılmalarını istedi (4). Öğleden sonra, ulusal liderliğini Sağlık Bakanı Roberto Speranza’nın yaptığı sol sosyal demokrat Movimento dei Democratici e Progressisti (MDP) yerel üyeleri kısa bir süre göründüler, fakat bu, belki de Speranza’nın İtalya’nın en popüler siyasi figürlerinden birisi olması nedeniyle, pek tepkiye yol açmadı. 

Bir Republica gazetecisinin, Lotta Communista gazetesinin satıldığına dair haberine karşın, Lotta Communista destekçilerinin, Amadeo Bordiga’nın 1921’de PCd’I kuruluşunda oynadığı önemli rolü kutlamak için orada olduklarına şüphe ile yaklaşma yanlısıyım. Herhangi bir Troçkist örgütün de bir emaresi yoktu; ne Dördüncü Enternasyonal’e bağlı Sinistra Anticapitalista, ne de daha radikal Troçkistlerden Marco Fernando’nun Partito Comunista dei Lavoratori

Acerbo’nun gösterideki konuşması, büyük ölçüde, yüzüncü yılında burjuva basınında partiye yapılan saldırılara karşı bir savunmaydı. Direniş sırasında öldürülenlerin çoğunluğunun, faşist rejim sırasında tutuklu siyasilerin çoğunluğunun komünistler olduğunu; komünistlerin, özellikle Umberto Terrancini’nin, 1948 anayasasının hazırlanmasında kilit rol oynadığını vurguladı. Bu da kendini, cumhuriyetin emek üzerine kurulmasında, sağlık ve eğitim için evrensel haklarda, İtalya’nın saldırgan dış savaşlara girmesinin yasaklanmasında belli ediyordu. 

Acerbo, Rifondazione 1991’de kurulduğunda, PCI’nin tasfiyesini kabul etmeyen herkesi ve Democrazia Proletaria gibi “yeni sol” grupları bünyesine katmış olduğunu vurgulayarak komünist birlik çağrısında bulundu. Haklı olarak; PRC’den daha iyi, daha katıksız, kitlesel komünist partiler kurabileceklerini iddia ederek partiden ayrılanların tamamen başarısız olduklarını ve tek yaptıkları şeyin komünist hareketi bir bütün halde zayıflatmak olduğunu belirtti. Dahası, PRC’nin şu anki haliyle, çok küçük bir parti olduğunu dürüstçe kabul etmekle, İngiltere ve İtalya’daki birçok aşırı sol grup için tipik olan böbürlenmeden kaçındı. Ufak ideolojik farklılıkları fetişleştirmenin bir anlamı olmadığını, en önemli görevin işçi sınıfı ve tüm ezilenleri, ana düşman olan neoliberal kapitalizme karşı savunmak için birlikte çalışmak olduğunu vurguladı. Bir diğer önemli vurgusu da, yüzüncü yıldönümünde burjuva polemiklerinde “reformist” teriminin sürekli olarak kötüye kullanılmasıydı. Şimdi bu etiketi kullananlar, ne Filippo Turati’nin 1921’de yaptığı gibi sosyalizme bir seri reform neticesinde erişebileceğini inananlar ne de aslında işçi sınıfının konumunu iyileştirebilecek reformlara inananlardı. Bunlar aslında küreselleşmiş neoliberal kapitalizmin müdafiliğini yapanlardı. 

21 Ocak akşamı PRC, Facebook sayfası üzerinden online bir konferans düzenledi. Tarihsel konularda üzerinde parti çizgisini empoze etmek gibi bir girişim olmadı. PCI’nin geçmişine, özellikle kadınlara ve kadın sorunlarına dair konularda, birçok eleştiri getirildi. Acerbo’nun son konuşmasından önceki konuşmacı 90 yaşındaki Luciana Castellina oldu. Kendisi 1969’da partiden ihraç edilen grubun liderlerinden biriydi ve halen kendine özgü, günlük komünist Il Manifesto’da düzenli olarak yazmayı sürdürüyordu. 1991-1996 arası PRC üyesi olsa da yeniden partiye katılmamıştı. Farklı görüşlerin ifade edilmesine izin verilmesine yönelik bu isteklilik, PRC’nin komünistlerin birliğini savunmasının bir retorik olmadığını gösteriyor. Cossutta’nın PCI ve Rizzo’nun PC’si de aynı akşam rakip Facebook etkinlikleri düzenledi, fakat bildiğim kadarıyla, konuşmacılarının hepsi kendi örgütlerinin ileri gelenleriydi. Klasik sekter çizgiyi sürdürerek, 1921-91 PCI’nin tek gerçek mirasçılarının kendilerinin olduğunu öne sürüyorlardı.


(1) Kaynak: https://weeklyworker.co.uk/worker/1332/disputed-heritage/ [Birçok ülkede olduğu gibi, İtalyan komünistleri de bağımsız siyasal örgütlenmenin yüzüncü yıldönümünü kutluyor, geçmişi değerlendiriyor. İtalyan komünist Partisi’nin 1991’de kendini feshetmesinden itibaren onun mirasını sahiplenen farklı örgütler oldu. Geçen 30 yıllık süre, bölünmelerle/birleşmelerle bu mirasın tüketilmesiyle neticelendi. PRC daha ön plandaydı. Diğer göze çarpan yapı da “İtalyan Solu” ismiyle devam ediyor. Yakın zamanda kurulan PC ise Yunanistan Komünist Partisi çevresindeki akıma yakın duruyor. –kısaltarak çeviren: Hasan Keser]  

(2) PDS daha sonra Democratici di Sinistra (DS) haline geldi. 2007’de Hristiyan demokratların sol kanadının kalıntılarıyla birleşerek Partito Democratico (PD) oluşturuldu. Parti sonunda kendini Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyalist ve sosyal demokratlarla eşleştirse de, partinin Amerikan adı, kasıtlı olarak Avrupa işçi sınıfı hareketlerinden ayrışmak için seçilmişti. 

(3) Geleneksel olarak Sovyet yanlısı olan Cossutta, 1991’de PRC kurucularından biriydi. O ve yandaşları 1998’e dek partide kaldılar. Bölünmelerinin, objektif olarak sağcı bir bölünme olduğunu belirtmek gerekir, çünkü hemen ardından, orijinal PCI’nin tasfiyesinde kilit rol oynamış Massimo D’Alema’nın, Sırbistan’ın NATO tarafından bombalanmasına da katılmış olan hükümetine girdiler.  

(4) PC, Cossutta’nın şimdi ismi PCI olan partisinden altı yıl önce ayrıldı. Eylül 2020’de Toskana yerel seçimlerine PC ve PCI ayrı listelerle girdi. PCI, tüm Toskana’da PC’yi geçmiş olsa da; işçi mahallelerinde geniş bir kişisel desteği olan Livorno’da, Bottai’nin daha Stalinist olan partisi, daha Togliattici PCI’yı geçmişti.