2 Mart 2022 Çarşamba

 “Üçüncü” Hal[i]


Merab Mamardashvili (1930-1990)

 


 

Toplumsal düşüncemizin özgünlüğünü belirlemekle başlayacağım. Bununla, sosyal bilimler bölümlerindeki mesleki faaliyetleri değil, halkın gündelik yaşamdaki düşünüş tarzını anlıyorum: Kamusal okuryazarlık alanından söz ediyorum. Kısa ve doğrudan söylenirse, buradaki durum tamamen korkunç. Belki de, başka türlü olamazdı. Tarihten ve yaşamdan fırlayan tüm bu halklar (Rusya toprakları içerisinde yaşayan tüm halkları kastediyorum) bozulmadan, marazlanmadan kurtulamazdı. İnsanların kendileri dahi hastalandı. Olaylara, otoriteye, çevrelerindeki dünyaya ve birbirlerine nasıl tepki gösterdiklerine baktığımızda bunu görüyoruz.

Açık ki; burada kendini ancak fantazmagorik görüntülerle ortaya koyan kayıp, dağınık ve yabani bir bilinçle karşı karşıyayız: Sanki insanın kafasındaki saç dışarı değil de içeriye uzuyormuş gibi. Her şeyin hoyratça birbirinin içine geçip kaybolduğu; yarım yamalak bir düşüncenin asla tam ve kabul edilir bir son haline ulaşmadığını düşünün. İnsanlar hala kana susamış, her yerde sabotajcı görüyor, hala her şeyin askıya alınıp en ufak bir değişikliğin, etkinin herkesi katılaştırabildiği 37. yılda[ii] gibiler. Görünüşe göre, bu tür bir bilinci asla temizleyemeyeceğiz; yöneticiler olarak “hata”, “sapma”, “haksız baskı” (haklı baskı olabilirmiş gibi!), “sahte ihbarlar”, “aşırılıklar” gibi ruhsuz ve çirkin kelimeler kullanmaya devam ettikçe yarayı iyileştiremeyeceğiz. Bu anlamsız kelimeler dizisi kaçınılmaz olarak şunu göstermekte: Her daim inançlı ve iyi niyetli olunduğu dairesinde kalan bu sözleri kullanarak, bizlere ne olduğuna, bizlerin ne tecrübe ettiğine dair anlamaya ulaşılamaz. Bu nedenle de, bunların sakladığı acı ve yaralı duygular ebediyen sürecektir. Bu olayları değerlendireceğimiz her seferde, üzerinde konuştuğumuzun şiddet, hukuksuzluk gibi şeyler olduğunu söyleyip duracağız.

Kendi zamanında Saltykov-Shchedrin[iii], Rusya halklarının (ya da isterseniz, Rusya vatandaşlarının diyelim) sınırsız acı çekmeye hazır oluşundan bahsetmişti –hem, burada herhangi biri daha fazla acı çektiğinden, Rusya daha iyiydi. Fakat metafizik anlamda, dünyanın kuruluşuna göre, nasıl çoğul halde ölüm olamazsa, çoğul halde acı çekme de olamaz. Biri eğer gerçekten acı çekerse, bu bir kez olur; geri kalana bir timsal olur. Bu yolu takip ederek, yaşanmış tecrübe olarak bir anlam ediniriz; bundan sonra da, ne yaşanmışsa tarihsel varoluş alanına geçer. Birçok acıya maruz kalanlar ise devamlı olarak gölgelerin krallığına döner; tamamlanmamış bir edimin, dile getirilmemiş hakikatin ilelebet yaşamımızın ve bilincimizin taşkın döngüsünde sürüklenişine kendilerini hapseder.

“Kelimeler” üzerine bu vurguyu yapmam rasgele değil. Marazi bilinç sorunumuz, aynı zamanda bir dil sorunu da. Zamanla büyük bir düşünce ve dil çöp yığınının birikerek yükseldiği bir yerde yaşıyoruz. Burası, normal düşünce ile ruhani etkinliklerin, onun mitolojik parçalarının yan ürünleriyle olabildiğince kirletilmiştir. İşte bu yüzden, düşünmek istediğimizde, bunun için içimizde bir çağrı hissettiğimizde bile ne yapacağımızı bilemiyoruz. Daha baştan dilin kendisinde, temelde bir şeyler bozulmuş.

Bu marazın nedenlerini izah etmeye başlamadan, okuru bu metni belli bir şekilde ele almaması için uyarmak isterim. Felsefi düşünce, bir uzmanlık alanı olarak, daha geniş zaman ve mekan birimlerinde işlemelidir. Mantığı da şöyledir: Bugünden bir anlam çıkarmak için, yirminci yüzyılı da kapsayacak daha geniş birimler içinde düşünmeliyiz -örneğin onu, on sekizinci yüzyılla ilişkilendirebiliriz; Rusya tarihini uzun erimli güçlerin akışı halinde düşünebilmeliyiz. Bunu yapmak için, bu tarihteki olaylar hakkında düşünce oluşturmak için, bu güçleri görünür hale getirmeliyiz. Böyle yaptığımızda, bugün bu kadar çok konuştuğumuz sorunlar toplamının tek bir şeye indirilebileceği görülebilir: Sivil toplum sorunu.

Kısaca söylersem, sorun, devletle toplumu sıkıca birleştiren kaynağı koparmaktan; bir yanda devlet otoritesine doğal sınırı olacak, diğer yanda devlet güvencesine bağlı ve asalak olmayan, bağımsız bir toplumsal unsur geliştirmekten geçiyor. Modern dönem bu sorunla başladı: burjuvazi ya da doğal hukuk öncesi toplum hali sorunu. Durumumuzun bu olduğunu görmek için başka özel bir kanıta başvurmamıza gerek yok. Dil sorununa dönmek bile yeterli.

Bilincimizin sivil-öncesi (pre-civic) hali için çok basit bir unsura işaret edeceğim. Örnek olarak, “toplumsal emek” (obshchestvennyi trud) diyoruz ve hemen toplumsal ile bireysel emek arasında bir farklılık varsayıyoruz. Yaklaşık olarak şöyle düşünüyoruz: İlkin toplum için çalışmalı, ancak sonra kendimiz için çalışmalıyız. Fakat tam da bilincin bu şekilde kaynaştırılışı, bu sahte ve gülünç kelime, irademize aldırmadan tamamen farklı bir şey söylüyor: Emeğimiz zorla elde edilmiştir, yaratıcı değildir ve baştan savmadır. Oysa durum, yeni Avrupa toplum ve kültürünün ortaya çıktığı modernitenin başlangıcında farklıydı. Aydınlanma için böyle bir sorun yoktu. Aydınlanmış insan topluluğu, emeğin, özgür üreticilerin kendi aralarında ve işverenlerle karşılıklı sözleşme ilişkilerine girerek yürütüleceği bir olgunluk seviyesine denk geliyordu. Burada kendi için çalışmakla toplum için çalışmak arasında bir fark olamazdı; olsa bile, bu ekonominin daha hala serf düzeninde kalmış olduğunu yansıtırdı, günümüz için bu tür bir durum tamamen absürd sayılırdı. Yine de, içinde bulunduğumuz tarihsel-kültürel bağlamı unutamayız.

Bu noktada, Puşkin, felsefi geleneğimize “tarihsel” ve “tarihsel olmayan” oluşumlar arasındaki karşıtlığı ilk sokan Chaadayev’le tartışmıştı. Chaadayev Rusya’yı sosyokültürel bir oluşum olarak tanımlamaya çalışmış, ama benim bazı şeylerin tanımlanabileceği bazıları içinse bunun mümkün olmadığı şeklinde ifade edeceğim, “tanımlanamazlık” diyeceğim garip bir şeyle karşılaşmıştı. Chaadayev için Rusya gizemli bir fenomen halini almıştı.

Gerçekten de, Rusya için ne Avrupa’ya ne de Asya’ya aittir derler, diye yazıyor Chaadayev. Rusya farklı bir dünyadır. Bırakalım öyle olsun. İnsanoğluna, Doğu ve Batı kelimeleriyle ifade edilen iki taraftan ayrı bir üçüncü taraf olduğunu kanıtlamamız gerekecektir, der. Fakat böyle bir şey mümkün olamaz. Dilimiz bile bunu oldukça iyi gösterir. “Bir yanda” deriz, “diğer yanda” deriz. Hiçbir zaman “üçüncü yanda” demeyiz.

Bunu ve Chaadayev’in diğer gözlemlerini kendi tecrübelerimizle değerlendirirsek, gerçekte üçüncü bir tarafın asla olmadığını anlarız. Ancak gerçekdışında, aynalar, illüzyonlar dünyasında olabilirdi.

Chaadayev için Rusya karmakarışık, tarif edilemez bir ülkeydi. Rusya’yı, belirgin formlar, ilkeler ve apaçık birleşimlerin tarihsel dünyasında bulunmayan bir şey, “anlamada bir boşluk” sayması bu yüzden. Puşkin buna karşı çıkmıştı, ama bizatihi kendi yaşamı, bu düşüncenin doğruluğunu teyit etmişti. Yurt ve aile ilke ve gelenekleri doğrultusunda bir Rusya yaratmaya kendi başına kalkışmış, karşılığını ise yaşamını da bu gerçeküstü dünyada kaybederek almıştı. Bu gerçeküstü dünyada insanların kullandıkları kavramlar fantazmagoriktir. Marazi, yabani bir bilincin ürünüdür. Bunu ilk anlayan da Gogol olmuştu. Bu öte-dünyalık şeylerin edebi tasviri için özel bir teknik geliştiren odur. Bu açıdan, tüm Rusya edebiyatının Gogol’un Palto’su altından çıktığı doğrudur. Bu tür şeylere kendisi de yatkın olan Nabokov da “Chaadayev nasıl bir dolandırıcı olabilir ki? Dalaverenin konusu bile gerçekdışıdır” der. Chaadayev, bugünün bir Gürcü ya da Moskovalı bir milyoneri kadar tarif edilemezdir. Edebi, tipolojik açıdan onu Gobseck, Shylock ya da diyelim Rougon-Macquart[iv] gibi traif etmeye çalışın. Yapamayacaksınız, çünkü kendisinin çabası da şu an en fazla Sovyet parası kadar gerçektir.

Yirminci yüzyılın başında, Puşkin ile Chaadayev arasındaki tartışmaya, çağdaş Rusya geleneği içinde açık bir tarih felsefesi (historiosophy) ve metafizik anlayışa sahip birkaç şairden biri olan Osip Mandelstam dahil olur. Birçok konuda Chaadayev’e katılmakla birlikte, Mandelstam Rusya’nın nihayetinde bir “tarihsel formasyon” olduğunu da teslim eder; çünkü en az bir organik parçası kendi ayakları üzerinde durmakta, kendi yasalarıyla yaşamakta, kendi gelenekleri ve ilkelerine sahip çıkmaktadır: Bu da Rusçadır.

Trajiktir. Mandelstam bu düşüncesini ifade ettiğinde dilin tarihten düşme süreci çoktan başlamıştı, Blok’un önsezisi gerçek oluyordu: Birileri dışsal ürünleri barbarca tahrip etmekten öte, en içsel uyum kaynaklarını da tahrip edebilir. Mandelstam bunu da anlamıştı. Chaadayev’le anlaşmazlığının hepsi bir garip cümleyle bağlanıyordu: Dilden bile ayrı düştüğümüzde, nihilizm kuyusuna kati surette düşecektik. Olan da zaten buydu. Fakat başka ilginç bir şey de var. O tarihsel noktada, Rusya’da, uçurumun kıyısında her şeye rağmen varolan edebi geleneği sürdürmeye çalışan insanlar vardı. Aklıma ilk olarak Zoshchenko, Zabolotsky, Platonov[v] geliyor. Bunlar “mahalle bekçisi dilini”, Bulgakov’un Köpeğin Kalbi romanında yaratılan insanımsı dili konuşan insanları tasvir eden ilk kişilerdi.

Bu dil; kanser gibi yayılan, dünyadışı sabit bloklardan oluşuyordu. “Ülke sebze taşıyıcısı” gibi terimleri başka nasıl düşünebiliriz? Devasa kaslı model işçilerin olduğu bir propaganda posterinden taşan bu dilin ardında, o anda sebzelere ne olduğunu düşünmek ya da görmek asla mümkün olamazdı. Sanki aniden bir manyetik alana düşmüş, onun çekiminden kaçamıyorsunuz gibidir. Böyle bir bilinç, pencere yerine aynalar olan bir odaya benzer; dışarıyı göremez, sadece kendi yansımanızı görebilirsiniz. Üstüne üstlük, gördüğünüz de kendiniz değil, kendinizin olması gereken kişidir. Bu yansımalarda, olan aklınız da kaybolup gidebilir, deliye dönebilirsiniz. Böylesi bilinçteki insanın bir arzusu olabilir: kendini ve giderek aynı anda tüm dünyayı patlatmak, yok etmek. Zira insanın kalbindeki kötülük, kendi öz gücü ötesinde içinde duyduğu şeye yönelik nefrettir. Bundan sonra da nefret dış dünyaya yöneltilir.

Felsefi dilde de çok benzer bir şey olmuştur. Herhangi bir Marksist felsefe ders kitabını elinize alın, tamamen benzer gerçekdışı ifadelerle doludur. Bunların harekete geçirilmeleri imkansızdır. Mesleki anlamda kullanılmaları imkansızdır. Düşünce yoluyla geliştirilmeye direnirler. Oldukça basit bir mekanizmayla kurulmuş bir dildir.

Devrimci dönemde bir sosyal demokrat siyasi çevrede, “bilge kimse”nin nasıl tüm bir dünyayı, tüm karmaşık sorun ve bağlantılarıyla, dinleyicilerine izah ettiğini kafanızda canlandırın. Bunu öyle yapmalıdır ki, dinleyicinin kafası başka çabaya girmemeli, kendini aşırı zorlamamalıdır. Bunu tek bir yolla yapabilir: yaşamın tüm karmaşıklığını birer basit formüle indirgeyerek. Örneğin, “Neden yoksul insanlar var?”, “Yoksullar var çünkü zenginler var”, “Yoksul insan olmaması için ne yapabiliriz?”, “Zenginleri saf dışı etmeliyiz”. 

Okurun ilgisini, bu ifadelerdeki tartışılabilir öze değil; ifadelerin dinleyicinin bilincinde nerelere bağlandığını, sonunda ne doğurduğuna yöneltmek isterim. İlk olarak, dinleyicinin bağımsız bir araştırma ihtiyacından mahrum bırakıyor; dinlemenin ya da okumanın yeteceği varsayılarak düşünmenin herhangi bir zihinsel çaba gerektirmediği gibi bir zan doğuruyor. İkinci olarak, bir özsaygı mekanizması var. Filozofların dediği gibi, güçlü bir olma, oluş ihtiyacının yanı sıra, insanoğlunun anlama ihtiyacı da bulunur. Onlara anlaşılmaz bir dünyada insanoğlu yaşayamazdı. Ancak bu anlayabilme ilkesi her koşulda, kendilerini ayırabilme ve kendine saygı duyma şeklindeki temel insani ilişki biçimiyle iç içe geçmiş haldedir. Eğer, özsaygıya basitleştirilmiş formüller şeklinde bir derecede erişilmiş dahi olsa;  bu formüllerden kurtulmak yerine, onları yıkmak isteyen diğer herkesi yok edebilirler. Şaşırtıcı da olmaz, çünkü karmaşık bir dünyanın basitleştirilmiş bir kavrayışı her zaman temel ölüm kalım sorunuyla iç içe geçmiştir.

Şimdi kendimizi bu “felsefi” dilden kurtarmaya çalıştığımızı düşünelim: Nasıl düşünüleceğini öğrenmek istiyoruz ve Stalin’i dengelemek için Plekhanov, Buharin, Lunaçarski gibi düşünürleri öneriyoruz. Bundan hiç bir şey çıkmayacak. Bunların düzeyi bayağıdır. Rusya’da hümanist düşüncenin zirvelerini yerle bir etmek gerekmiştir ki, böylece bu tür kişiler felsefi düşüncenin tepe noktaları görünebilsinler. Metinleri sadece son derece sıkıcı değil, tamamen cansız, kuru bir dille yazılmıştır. A priori olarak yaşayan ve özgür düşünceyi dışlarlar. Bu yüzden, konuya tekrar dönerek, genel olarak dilsel alanın, özelde ise felsefi dilin temizliği sorununu çözmeden hiçbir yere ilerleyemeyeceğiz. Platonov’un çok canlı tasvir ettiği bir durum içinde yaşayıp duracağız: Karakterlerinden biri, ruhunun iç sesini duyacağına, yüksek bir hoparlörden dökülüyor gibi “bilincinin gürültüsünü” duymaktadır. Her birimiz, her koşulda bir şekilde bu “gürültü”yle başa çıkmayı, onu engellemeyi bilmelidir. Çünkü dediğim gibi, yirminci yüzyılda bir insan yabani bir bilinçle ve toplumsal gerçeklik hakkında basitleştirilmiş düşüncelerle yaşayamaz. Sadece kendilerine değil tüm dünyaya karşı bir tehlike oluştururlar.

Bugün ortak Avrupa evimizle ilgilenmeyi konuşuyoruz ama bunun için en azından kendimizi bu eve üye olarak yeniden katılma ihtiyacındayız.  Sovyetler Birliği vatandaşlarının ve toplumsal düşüncesinin karşılaştığı en büyük görev yurtlarıyla tekrar bütünleşmeleridir, bu yurt da geri dönülmez olarak Rusya’nın Avrupa kaderidir. Şimdiye dek, sadece “üçüncü” fantazmagorik tarafı ortaya koyabildik. Asıl sorun olan sivil toplum da çok uzun bir zamandır gözümüzün önünden kayboldu.

Önceden dediğim gibi, sivil toplum temel sorunu, hükümet ve toplumun lehimlenmesini kırmak, bağımsız bir toplumsal öğe yaratmaktır. Şimdi, toplumsal ve ekonomik teorilerden uzaklaşarak, sivil toplum için temel bir kelimenin anlamını açıklamaya çalışacağım: “özel”

Avrupa kültürü her şeyden önce bir Hristiyan kültürüdür. Bu, insanların kiliseye gitmesinden ya da çeşitli ibadetleri yerine getirmesinden tamamen bağımsızdır. Hristiyanlığın, Avrupa sivil toplumunun her kurumunda yer bulduğunu, onların içinde zaten billurlaştığını söylüyorum.

Hristiyan kültürü düşüncesi temel ve yalındır. Kendi özel işlerinde/meşgalelerinde[vi] sonsuz ve kutsalı barındıran insanlar bu kültüre dahildir. “Özel” derken bir ayakkabıcının, tüccarın ya da işçinin vb. uğraşını kastediyorum. Diğer zıt kültürel tarafta ise, insanın yapıp ettiği şeye karşı keskin bir ilgisizlik gösterdiği durumla karşılaşılır. Bu neden olur? Çünkü yaptığım hiçbir şey mistik bir mutlak ya da sonsuzluk noktasıyla temas etmez. Bu şablona göre, yaptıklarım bir anlamdan yoksundur. İleride kusursuz olmak için bugün kötülük yapabilirim. Avrupa kültürü için yarın yoktur. Her şey şimdi içinde, somut halde, tamamlanmıştır. Bu nedenle kimi sosyologlar iktisadi teorileri ters yüz edip dinsel bilinç gerçeğini temel yapıtaşı olarak görmeye çalışır. Buna tam katılmıyorum ancak benzer bir düşünüş örneğini göstereceğim.

Max Weber’in ünlü teorisi, kapitalizmin ortaya çıkışını “Protestan ahlakı” dediği şeyle bağlantılandırmıştı. Weber, kapitalizmin gelişmesi için, ticaret gibi özel uğraşların da, Tanrı’yla ilişkiler, sorumluluk ilişkilerinde olduğu gibi, derin değerlerin bir taşıyıcısı olması gerekliydi. Bu olduğu zaman, bir kapitalist, girişimci, tüccar sınıfının “burgher[vii], “özel”, “kişisel” gibi kelimelerle beraber ortaya çıkacağını düşünüyordu. Rusça’da bunun bir benzeri “meshchanin” ya da küçük burjuvadır. Puşkin ünlü şiirinde[viii] bu anlamıyla kullanır. Fakat bizler için “burgher”, “burjuva”, “meshchanin” ve diğer kelimeler uzun bir süredir bayağılık ve kabalık sembollerine dönüşmüştür.

Tekrar ediyorum. Kapitalizmin ortaya çıkma nedenlerini analiz ederken Weber’in teorisinin doğru olduğunu söylemiyorum. Buna dair kendi eleştirilerim var. Ancak bu düşünüş tarzı ele aldığımız durumda çok açıklayıcı ve Avrupa Hristiyan kültürünün gerçek özgünlüğü hakkında oldukça aydınlatıcı. Öte yanda, yirminci yüzyıl başında Rusya’ya dönersek insanların bilincinin Yeni Ahit’le oldukça kısıtlı doldurulduğunu görebiliriz. İlk devrimin [1905] hemen ardından Rozanov bile “yaşayan İsalar”ın, “yaşayan Tanrı anneleri” gibi okuryazar bir dini bilinçte yer bulmamasının imkansız olduğu şeylerin yayılmasından bahsediyordu[ix]. Burada her şey başka türlü güçlerce gelişiyor. Chaadayev şöyle yazmış: “Rusya için, devamlı diğerleriyle aynı çeşit bir ulus devlet gibi düşünülür. Gerçek tam böyle değildir. Rusya her şeyin sadece tek bir insan, adı Peter ya da Ivan fark etmez, iradesine, kaprislerine bağlı olduğu bir dünyadır. Her durumda aynıdır: Despotizmin cisimleşmesidir.”

Başka deyişle, bir düşünür olarak Chaadayev günümüz tartışmalarına katılabilseydi, Stalinizm diye bir şeyin olmadığını, bu adla anılan olguyu anlamak için aracımız olmadığı kurgusunu savunacaktı. Halbuki Stalin milyonlarca “otokrat”ın ürünüydü, daha doğrusu, onların merkezindeki yansımaydı. Bunu kendisi de söylemişti; onu kendi imgesiyle yaratan partiydi. Milyonlarca “Stalin”, otokratlar çokluğunun toplumsal gerçeğiydi. Chaadayev’in “despotizmin cisimleşmesi” dediği şeydi. Şu anda biz, o dönemde muhalif kalmış entelektüel, parti ya da ruhani muhalefet hareketi arıyoruz. Gerçekte böyle bir şey olmadı, olamazdı da. Buharin sadece, milyonlarca otokratın kendini özdeşleştirdiği görüntüden çok az farklıydı. Stalin vicdanlarıyla aynı konuma erişti, bu nedenle oldu şey olabildi.

Yine de hikaye daha bitmedi. Yaşadıklarımızdan sonuçlar çıkarmayı pek öğrenemedik. Yoksa hala hiç olmamış bir Brejnev kültünden bahsediyor olmazdık. “Brejnev kültü” dediğimiz şey bir grup insanın kendi aralarında sahnelediği ve kendilerini yücelttikleri bir ritüel danstı. Onun kanalıyla kendilerini, kendi otoriteleri ve güçleri hakkında konuşuyorlardı.

Düşüncelerimi, bizim için hala uygun olan, Chaadayev’in Rusya’nın diğerleri gibi herhangi bir devlet olmadığıyla ilgili sonucuyla bitirmek istiyorum. “İnsan toplumlarının tüm yasalarına tezat olarak” diye yazmış Chaadayev “Rusya, kendini ve tüm komşu ulusları köleleştirmekle çalım satmaktadır. Tam da bu yüzden, onu farklı yola sevk etmek diğer ulusların sıhhati kadar çıkarlarına da uygun olacaktır.

Bu sorunun kısmen çözülmeye başladığı düşünülebilir fakat hem raydan çıktık hem de yabanileştik. Şimdi eğer dünyayı gerçekten kurtarmak ya da dünyadaki uygarlığı kurtarmak için Avrupa evindeki yerimize geri dönmek ve onun koruyucusu olarak söz hakkımızı kazanmak zorundayız. Önce kendimiz medenileşmeliyiz, yolumuzu değiştirmeliyiz.    



[i] İlk yayınlanış: Kinostsenarii dergisi (1989). J. Sushystka ve A. Slaughter (eds.) Essays and Lectures by Merab Mamardashvili: A Spy for an Unknown Country, ibidemVerlag, Stuttgart, 2020 içinde İngilizce çevirisi. Türkçe çeviri: Hasan Keser

[ii] 1937-38 büyük tasfiyeleri

[iii] Mikhail Saltykov-Shchedrin, (1826-89) Rus mizahçı

[iv] Sırasıyla Balzac, Shakespeare ve E. Zola’nın karakterleri

[v] Mikhail Zoshchenko (1895-1958), Nikolay Zabolotsky (1903-1958), Andrei  Platonov (1899-1951)

[vi]  дело / vocation

[vii] şehirli

[viii] “Moia rodoslovnala”

[ix] Vasily Vasilievich Rozanov (1856-1919)