F-Kelimesini Hatalı
Kullanmak
Jack Conrad
https://weeklyworker.co.uk/worker/1349/misusing-the-f-word/
Liberal ve sol kamuoyu, uç-sağın birbiri ardına gelen seçim
zaferleri sonrası dehşete düşmüş yahut şaşkına dönmüş durumda: Hindistan’da
Modi ve BJP, Filipinler’de Duterte, Brezilya’da Bolsonaro gibi. Rusya, Japonya,
Türkiye, Sri Lanka ve İsrail’den de söz edilebilir. Her şeyden önce de Donald
J. Trump geliyor. 3 Kasım 2020’de gerek seçmenler gerek de seçiciler kurulu
oyları açısından kesin bir yenilgi almış olsa bile, hala 74 milyon oyu vardı.
Bu miktar, ABD tarihinde seçime başkan olarak giren adaylar arasında geçmişte
Barack Obama’nın rekorunu yedi milyon farkla kırıyordu.
Aynı şekilde, Trump Cumhuriyetçi Parti’yi sıkıca kontrol
etmeyi de sürdürüyor. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının çoğu, Joe Biden’ın
seçimi hile ile kazandığına inanıyor, böyle söylüyorlar. Bunlar, Cumhuriyetçi
Parti temsilcilerinden Trump’ın ekonomik, sosyal ve dış politikalarını devam
ettirmesini istiyor. Trump’ın yeniden aday olmasını istiyorlar; görebildiğimiz
kadarıyla, bu pek de olanaksız gözükmüyor. Eğer Biden’ın yeniden ayarlanmış
Keynesyenizmi başarısız olursa, Trump’ın 2024 seçimlerini kazanması ve 47.
başkan olması pekala mümkün.
Uç-sağ salgınından Avrupa da muaf değil. Tam tersine.
Polonya ve Macaristan’da iktidardalar. Polonya’daki “Kanun ve Adalet Partisi”
(PiS) ve Macaristan’daki Fidesz; illiberal, göçmen karşıtı, anti-komünist, anti-gay
ve eser miktarın çok ötelerinde anti-semitik partiler. Kendi sağlarında da
dikkate değer ölçekte örgütler var. Macaristan meclisindeki ikinci büyük parti
Jobbik, II. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işbirlikçisi Miklos Horthy için özel bir
muhabbet besliyor. Parti ayrıca silahsız “yurttaş kuvvetleri” Magyar Garda
Mozgalom ile yakın ilişkide. Polonya’da, sağ liberteryanlar, monarşistler ve
şovenistlerin bir çeşit birliği olan Konfederacja Ekim 2019 meclis seçimlerinde
11 sandalye kazandı. Konfederacja’nın “Hristiyan değerleri”ne sahip çıkarak,
Polonya’ya yönelik uluslararası Yahudi komplosuna karşı çıktığını eklememize
gerek yoktur sanırım[i].
Sonra Fransa’da Marine Le Pen’in Milliyetçi Hareketi,
Avusturya’da Özgürlük Partisi, Almanya’da Alternatif, Danimarka Halk Partisi,
Fin, İsveç Demokratları, İtalya’da Kuzey Birlik, İspanya’da Vox, ve diğerleri
var. Hepsi de yakın zamanda %10 ile %30 arası oy alıyor.
Peki bu küresel, küresel olduğu kadar da komplike ve her
biri kendi ulusal geçmişleriyle, koşul ve dinamikleriyle renklenip şekillenen
bu fenomeni nasıl değerlendirmeliyiz?
Trump zaten uzunca bir süredir faşist olduğu veya faşist
yönelime girdiği için suçlanıyordu[2].
Bu, Kasım 2020 seçim süreci ve başarısız 6 Ocak 2021 darbe girişimi için
özellikle revaçtaydı. Alexandria Ocasio-Cortez, Trump’ın “eşikte bekleyen
faşizm” olduğu uyarısını yapmıştı[3].
Nick Cohen, eğer Trump bir faşist gibi görünüyor ve bir faşist gibi
davranıyorsa, belki de gerçekten bir faşist olabileceği akıl yürütmesini
yapıyordu[4].
Bir de, Trump’ın sadece, kimi “faşist özelliklere” sahip olduğunu düşünenler
vardı[5].
Bu terimi, düzenli Weekly Worker yazarlarından,
ABD’nin uzun süreli devrimci sosyalistlerinden biri olan Daniel Lazare
kullanıyordu.
Ekonomistik eğilimde olan solda birçoklarına göre (en bariz
olarak Sosyalist İşçi Partisi –SWP- ve onun enternasyonal örgütünden geriye
kalanlar arasında) bu “ağır çekim” 1930’lardı[6].
Dünya, yeniden faşizme doğru bir yürüyüşe tanıklık ediyordu. Bu nedenle de,
Irkçılığa Karşı Cephesi’nin (sendika bürokrasisi, bir kısım yüzeysel İşçi
Partisi milletvekili, pek değerli radikaller ve bir sürü ruhani liderin olduğu
“Stand Up To Racism”) pozisyonu şöyleydi: “Nefret suçları ve uç-sağ saldırılar
iyice yaygınlaşmış durumda. Irkçı ve faşist sağ, 1930’lardan bu yana en büyük
yükseliş sürecini yaşıyor.”[7]
Bugünkü uç-sağ partilerin ideolojik öncülleri arasında,
1920’ler ve 1930’lar “klasik” faşistlerinin olduğu doğrudur. Fakat en aşırı
Holocaust inkarcıları, gayrı-resmi dövüş bölükleri, tarihte olanlardan
pişmanlık duymayan Hitler fanları bugün çoğu zaman kendilerinden uzak durulan,
kaçınılan, hatta yasaklanan kimselerdir. Polonya, bir beyaz üstünlükçüsü ve alt-right figürü olan Amerikalı Richard
Spencer’ı men etmiş; Marine Le Pen daha az toksik bir imaj sunmak için kendi babası
Jean-Marie Le Pen kovmuştu. Viktor Orban’ın Fidesz hükümeti Magyar Garda
Mozgalom’u yasaklamıştı. Şu an tümüyle marjinalize olmuş İngiliz UKIP bile
halen eski British National Party
(BNP) üyelerini üyeliğe kabul etmemektedir.
Değerlendirme
Bu makaledeki amacım altı tane. İlkin, yalın, tam ve
tarihsel olarak kökleşmiş tanımların siyasal yararları üzerinde ısrar etmek.
İkinci olarak, “faşist” tehlike üzerine devamlı yalandan imdat istemenin ve
ılımlı muhafazakar/liberal kamuoyunu anti-faşist mücadeleye katmak üzere onlara
kur yapmanın kayıtsızlık ürettiğini, kafa karışıklığını arttırdığını ve nihai
olarak kendimize zarar verdiğini göstermek. Üçüncü olarak, on dokuzuncu yüzyıl
öncülleri denebilecek şeyleri ele almak. Dördüncüsü, faşizmi uygun tarihsel ve
sosyo-ekonomik bağlama yerleştirmek. Beşincisi, faşizmin burjuva egemen
çevreler tarafından nasıl açıklandığını, hangi prizmalar yoluyla teorik olarak
değerlendirildiğini incelemek. Altıncı olarak da günümüzdeki durumu ele almak.
İlk ortaya çıkışından bu yana faşizm birçok farklı tanımla
karşılanmıştır. (Benito Mussolini, antik Roma’da devlet gücü sembolü olan,
ucunda bir balta bulunan değnek demeti fasces’i
hareketine sembol olarak almıştı.) Mart 1919’da, terhis edilen askerler, savaş
yanlısı eski sendikalistler ve aşırı şovenlerden oluşan 54 kişi programını
imzaladığında Mussolini, İtalyan Mücadele Demeti/Birliği’ni (fascisti) oluşturmuştu. Duçe’ye göre
faşizm, liberalizme, “tükenmiş demokrasilere”, “Bolşevizmin öfkeli ütopik
ruhuna”[8]
karşı duruyordu.
Günümüzde, solda faşizm sözcüğü bir siyasi küfürden fazla
anlamı olmayacak derecede dejenere edilmiş durumda. Londra’daki metropolitan
polis güçleri, fazla heyecanlı göstericilerce düzenli olarak “faşist” diye
suçlanıyor; Türkiye’deki gerillacı sol, Kemal Atatürk’ün 1923’te modern devleti
kurmasından bu yana ülkenin her hükümetini
faşist olarak betimliyor. Faşizm aynı zamanda kolaylıkla, yobaz önyargılarla,
özgürlüklerin kısıtlanmasıyla, her türlü milliyetçi şovenizm tezahürüyle
eşleştiriliyor. Buna göre, faşizm gelecekteki bir tehlike değil artık. Günümüze
de yayılmış bir geçmiş.
Bu kelimeyi kullanmak, muhakkak, söyleyen için duygusal bir
katharsis sağlıyor, hedefte kişiden ödüllendirici bir tepki gelmesini de
provoke ediyor. Fakat bu, faşizmin hakiki özünü ortaya koymada, kapitalist
toplumda tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını, işlevsel olarak karşı-devrimci
bir silah olarak nasıl kullanıldığını açıklamada pek fayda sağlamıyor. Bu bir
bilgiçlik ya da semantik meselesi değil. Faşizmi tarihten kırpmak, onu az çok,
nefret edilecek, gerici, korkutucu, aşağılayıcı bir küfür kelimesi haline
indirgemek; bir taraftan 1920’li, 30’lu, 40’lı yıllardaki faşizm kaynaklı
devlet baskısı ile olağan devlet
baskısı arasında metodolojik bir ayrım yapamadığınız anlamına gelir. Bu
ikincisine örnek olarak: 1794 habeas
corpus’un askıya alınması, London Corresponding Society’nin kapatılması,
William Pitt’in Tory gericiliğinin “Jakobenizm”i bastırmak için düzenli olarak
küçük toprak sahiplerini kullanması, Otto von Bismarck’ın 1878 sosyalizm
karşıtı yasaları, Amerika’nın geç on dokuzuncu yüzyıl Jim Crow yasaları,
Woodrow Wilson’ın 1918 kışkırtıcılığa karşı yasaları, 1950’lerin McCarthy’ci
cadı avları, Margaret Thatcher hükümetinin çıkardığı sendika karşıtı yasalar ve
madencilerin 1984-85 büyük grevini ezişi…
Faşizme tarihte kök bulmuş tam bir tanım getirmenin; Pitt
muhafazakarlarına karşı yumuşaklık, Bismarck’cı kan ve demire meyletme, senatör
Joe McCarthy’e sempati duyma, Türk devletini beğenme ya da Thatcherizme
yakınlık duyma vs. demek olmadığını söylemek bile gereksizdir. Asıl, faşist olmayanı
faşist olarak etiketlemek işçi hareketini karıştırır, elini kolunu bağlar ve
onu yanlışa sürükler.
1920’lerin sonu ve 30’ların başında “resmi komünizm”, İşçi
Partisi solundan Ramsay MacDonald hükümetine, Alman sosyal demokrasisinden
Franklin D. Roosevelt’e kadar her şeyi ve herkesi, dogmatikçe, giderek
genişleyen bir faşizm veya faşizme doğru hareketler adı altında
sınıflandırmakta ısrarcı oldu. Örneğin, Roosevelt’in “New Deal”i, Britanya’nın en önde gelen komünist düşünürü tarafından
“özellikle ekonomik ve endüstriyel alanda, faşist biçimlere geçiş”[9]
olarak betimlenmişti (bu kişinin nihayetinde itaatkar da olsa, epeyce zeki
olduğu kabul edilmelidir.) Faşizm, varsayıma göre, burjuva demokrasisinin
organik bir gelişimiydi. Komintern başkanlık heyetinin güvenilir yöneticilerinden
biri olan Dmitry Manuilsky’in yürütme komitesine sunduğu rapora göre, yalnızca
bir liberal, “burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir çelişki bulunduğunu
kabul ederdi.”[10] Stalin
bu yaklaşımı, sosyal demokrasiyle faşizmi “ikiz kardeşler” olarak eşleyerek
özetledi[11].
“Üçüncü dönem” teorisi, Almanya Komünist Partisi’nin “sosyal
faşist” Sosyal Demokrat Parti ile her türlü ciddi birleşik cephe önerisini
reddetmesine yol açtı. SDP kodamanları da böyle önerileri kabul etme eğiliminde
değillerdi zaten. Rudolf Hilferding, Otto Wels ve Arthur Crispien gibi
liderler, komünistlere karşı “en saldırganca karşıt” bir çizgi istiyordu.
Seçimlerde komünistlerin kendilerini “silip geçmek” üzere olmalarından
korkuyorlardı[12].
Niyetleri Weimar cumhuriyetini korumak, Nazilerle komünistlere karşı anayasa ve
yasallık çerçevesi içinde savaşmaktı. Oysa tabanda işler başka türlü
olabilirdi. Diğer bir deyişle, tabandaki bir birleşik cephe, üstteki işlerin
seyrini de değiştirebilirdi. Öyle olsaydı ne olurdu, asla bilemeyeceğiz. Ama
işlerin gerçekte nasıl olup bittiğini biliyoruz.
Nazilerin oyları %4 düşmesine rağmen, pek de tehlikeli
görülmeyen Adolf Hitler, başkan Paul von Hindenburg’un tereddütlü yardımı,
şansölye Franz von Papen’in önerisi ile, Alman Milli Halk Partisi’nin koalisyonuyla
ve de büyük sanayi, büyük finans ve büyük tarım koalisyonunun desteği ile
(Naziler cömertçe finanse ediliyordu[13])
kendini iktidar eyerinin üstüne getirtti. Ocak 1933 sonrası Komünist Parti ve
Sosyal Demokrat Parti, şedit Nazi terörünün hedefi oldular: kundaklamalar,
dayaklar, suikastler, tutuklamalar, “kaçarken öldürmeler”. İki partiye kapatma
kararları hızlıca alındı. Mart 1933’te, sosyal demokrat ve komünist
milletvekilleri atılmış bir Reichstag’dan, kendisine diktatoryal yetkiler veren
bir kanunu da geçirebilmeyi başardı.
1934-35’de Stalin’in Komünist Enternasyonal’i, ilkin 13.
pleniumda sonra da 7. kongrede faşizm analizini “düzeltti.” Georgi Dimitrov,
bütün “resmi komünist” partiler tarafından kabul edilen yeni bir formülasyon
sundu. Dimitrov faşizmi, “finans sermayenin en gerici, en şovenist ve en
emperyalist unsurlarının açık ve teröre dayalı diktatörlüğü”[14]
olarak yeniden tanımladı. Fakat onun da ilacı, ilk “sosyal faşizm”
hastalığından iyi değildi. Faşizm hala, kapitalizmin bir gelişimi olarak
görülüyordu. Ancak faşizmin alt edilmesi, kapitalizme karşı devrimci sınıf
mücadelesinden de tamamen ayrıştırılıyordu. Sosyal demokratlarla işbirliği
yapmayı öğütlemekten de öte, her ülkede (İngiltere, Hindistan, ABD, Fransa,
İspanya, Şili vd.) kapı halk cepheleri için ardına kadar açılıyordu. Bu,
komünistlerin sermayenin daha az terörist, şoven ve saldırgan temsilcileriyle
aynı hizaya girmesine cevaz veriyordu.
Bu parlak fikir, basit aritmetiğe dayalıydı. Komünistler,
sosyal demokratlar ve liberaller, faşistlerden çok daha fazla bir miktara
ulaşıyordu. Halk cepheleri, bu nedenle hep daha büyük gösteriler, seçimlerde
daha fazla oy ve temsilci vaat ediyordu. Bundan sonrası anti-faşist koalisyon
hükümetleri ve alınacak bakanlıklar olacaktı. Kapsayıcılık en geçerli formül
haline geldi. SWP, aynı mantığı Anti-Nazi League, Stop the War Coalition, Respect,
Unite Against Fascism ve Stand Up To Racism gibi derme çatma birlikteliklerinde
kullandı. Fakat programatik sınırları belirleyen hep sağ oldu. Ne liberal ekabir,
ne Asya kökenli işadamları, ne resmi İşçi Partisi solu, ne de Britanya
Müslümanları Birliği kapitalizmle savaşacaktı (belki, zorlanırsa, retorik
olarak ve anayasa sınırları dahilinde). Bu türden müttefikleri bir arada tutmak
için sosyalist ilkeler, amaçlar ve deklarasyonlar birbiri ardınca feda
edilecekti, ta ki toptan bir yok olmaya ulaşıncaya değin. Bu yüzden halk
cephelerinin sonu daha fazla güç değil, programatik tasfiyecilik oluyor.
Var olan anayasayı yıkacak, işçi sınıfına iktidarı
kazandıracak ve kapitalizmi aşacak bir hükümet oluşturulması yerine; bu
anti-faşist, halkçı, ilerici koalisyon hükümeti var olan toplumsal sistem içinde reformlar yapma amacındadır.
Sosyalizm bir ultra-sol bölücü sekterlik olarak damgalanarak genel olarak kınanır,
direnilir ya da güvenlice uzak bir geleceğe itilerek günümüzden dışlanır.
Uzaklardan Troçki, dördüncü dönemi, çıplak bir sınıf
işbirlikçiliği olarak mahkum etmişti. Komintern’in yeni çizgisini, Ağustos
1914’te emperyalistler arası savaş karşısında alçaltıcı bir yenilgi gösteren
sosyal demokrasiyle bir tutmuştu. Şöyle dersek, Marseillaise marşı
Enternasyonal’i boğmuştu. Komünist Enternasyonal’in “sosyal yurtsever kamp”a
katıldığını belirtiyordu[15].
Almanya üzerine yazdıklarıyla Troçki şimdi de güncel olan bazı sonuçlara
ulaşmıştı. Faşizm, kapitalist krizin ve kapitalistlerin toplum üzerindeki
kontrolünü kaybetmesinin sonucuydu. Bir yönetme sistemi olarak faşizm,
burjuvazinin ekonomik olmasa da siyasal iktidardan esaslı olarak el
çektirilmesiydi. Kasıla kasıla yürüyen caniler, psikopat katiller ve holiganlar
devletin önde gelen makamlarına yerleşiyordu. Askeri diktatörlüklerin zaman
zaman liberal ve muhafazakar partileri yasaklandıkları ya da bir süs dekoruna
indirgendikleri doğruydu; fakat ordu komutanları da zaten yönetici sınıfın
birer mensubuydular. Aynı şey Mussolini ya da Hitler için söylenemezdi (ama
Oswald Mosley için söylenebilir).
Kapitalist sınıf için, en azından bir kısmı için, siyasal
iktidarın kaybedilmesi kabul edilebilecek bir durumdu. Faşizm, çıldırmış küçük
burjuvalardan, lümpen-proletaryadan, hayata küsmüş eski askerlerden mürekkep
kitlesel bir plebyen gücü organize eder ve silahlandırır. Fanatik ideolojik
bağlılıkları dolayısıyla da Marksizmin “her çeşidi ve rengini” tümden yok etmek
için savaşmaya hazırdır. Bu yüzden faşizm içsel olarak askeri emir komuta
prensiplerine göre yapılanmıştır. Kara Gömlekliler, “Mussolini ha sempre ragione!” (Mussolini her zaman haklıdır) diye
bağırmıştır. Şüphesiz, faşizm “memleketi kurtarma” misyonunu, var olan elitlerin,
polis, bürokrasi ve ordu komutanlarının kimi zaman aktif kimi zaman pasif göz
yummasıyla yürütmüştür. Sadece komünist öncüler yok edilmezler, işçi sınıfı da “zorunlu
bir bölünmüşlük” halinde tutulur[16].
Öncüller
Şüphe yok ki, faşizmin entelektüel kökenleri on dokuzuncu
yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarındadır. Sosyal Darwinizm, ırk
sahte-bilimi, devlet tapıncı, romantik milli tarihçilik, anti-semitizm ve
enternasyonal sosyalizmin ve organize işçi sınıfının karalanması, I. Dünya
Savaşı öncesi Avrupa yönetici sınıflarının hakim fikirleriydi. Kolonyal
imparatorluklar, ırk teorisinde kendilerine dayanak buluyordu. Romantik milli
tarih, ülkedeki insan kitlelerini devletin hayali bir topluluğu olarak
bağdaştırıyor; Sosyal Darwinizm de onları doğal, hiyerarşik toplumsal düzeniyle
uzlaştırıyordu.
Faşist liderler ve onların cırtlak yayıncıları bu hakim
fikirleri kendilerince kullanıyor olsalar da, bunu tümüyle demagojik bir tarzda
yapıyordu. Amaç bir (karşı) devrim yapmaktı. İktidara giden yolu açmak her
şeyden öncelikliydi. Her tür ideolojik manevra, duruş mübahtı. Bu yüzden
faşizmin, Aristoteles, Thomas Aquinas, Hegel veya Marx’ta bulunabilecek türden
mantıklı bir arka planı yoktu. Mein Kampf’ı
okuyun, Mussolini’nin otobiyografisini, ya da Mosley’in “My Life” (Yaşamım) kitabını. Yalanları ve yarı doğruları
çıkardığınızda, yazım banal ve çelişkilerle doludur. Aslında hiçbir faşist
lider dişe dokunur hiçbir şey yazmamıştır. Faşist ideolojinin “devamlı kayması”
sürpriz değildir: “Her açıklama anlık bir durumdan kaynaklanır. Durum değişince
de terk edilir.”[17] Faşizm
bir takım müphem inançlara sahiptir: liderlik, iradenin gücü, erkekçe disiplin,
ulusal kurtuluş. Fakat bunları ve eylemleri sistematik olarak bağlayan bir
faşist teori yoktur. İrrasyonalizm, belirleyici özelliktir.
Aynı şekilde, Marie Le Pen’i babasının “faşist kökenleri”[18]
yüzünden faşist saymak; Müslüman göçmenleri şeytanlaştırdığı için Victor Orban
rejimini bir tür “yumuşak faşizm” saymak[19];
“solcu entelektüelleri tutuklattığı” ve “ülke anayasasını bertaraf ettiği” için
Modi’nin BJP hükümetine “faşist” demek[20]
de bir abartmayla iştigal etmektir. İrrasyonalizmin liberal bir versiyonu.
Örgütsel olarak, faşizmin on dokuzuncu yüzyıl sonları ve
yirminci yüzyıl başları anti-liberal ve anti-sosyalist karşı-devrimci
hareketler içinde öncülleri bulunur. Louis Napolyon Bonaparte’ın hareketi ile
faşizm arasında gevşek bir analoji kurulabilir. Bunu fazlaca aşırıya
vardırmadan, Almanya Komünist Partisi’nin eski liderlerinden olan August
Thalheimer uygulamış, başarılı sonuçlara da ulaşmıştı[21].
Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i
ve Fransa’da İç Savaş’ında bulduğu
etkileyici kavrayıştan yola çıkmıştı. Troçki de “faşizmde Bonapartizmin unsuru
bulunduğunu” söyleyecektir[22].
1848’de Louis Filip’in burjuva monarşisi yıkılır. Halkın, işçi sınıfının başını
çektiği devrim, cumhuriyeti yeniden kurar. Fakat ne işçiler ne de burjuvazi
iktidarlarını koruyacak kadar güçlüdür. Cavaignac diktatörlüğü Auguste
Blanqui’ı yakalayacak ve işçileri bastıracak kadar güçlü olsa da düzeni
sağlayamaz. İki sınıf arasında haliyle istikrarsız bir devrim/karşı-devrim
karşıtlığı sürer. Bu şartlarda, I. Napolyon’un yeğeni Charles Louis Napolyon
Bonaparte talihini bulur.
Bu Napolyon, Fransızların la boheme dedikleri, çürümüş unsurlardan oluşan amorf tabakayı
toplar. Bu oynak ama manipüle edilebilir toplumsal tabanla, ustaca bir geniş
koalisyon kurar. Proleter ve lümpen-proleterler önüne iyi hazırlanmış devrimci
deyişlerle çıkar. Köylüleri, geleneksel aile değerleri ve ulusun görkemini
yeniden yüceltmek gibi büyük vaatlerle kazanır. Bu arada, bu Napolyon usuldan
finans çevrelerinin yanında yer tutmuştur. CLNB’nin “grotesk bir vasatlık”
olmadığı açıktır. 1851’de Fransız ordusunun yardımıyla, bir kendi kendine
darbeyle iktidarı alır. Bonapartist devlet kendini toplumdan üste çıkarmıştır.
Burjuva siyasal iktidarı bitmiş ama burjuva ekonomik iktidarı, işçi sınıfı
tehdidinden de kurtulmuştur.
Boulangist hareket de, bu tür bir ön gösterimdir. General
Georges Boulanger, bir kurtarıcı bekleyen toplum önüne atı üstünde çıkan
kurtarıcı adamın modelidir. Gerici sağ tarafından kontrol edilen bir demagog
olarak işçi sınıfına da hitap edebiliyordu. 1880’ler sonlarında kısa süren bir
zirve dönemi oldu. Keskin bir milliyetçiliği parlamentodaki yolsuzluklara karşı
kitlesel ajitasyonla birleştiren Fransız İşçi Partisi’nin etkin üyeleri,
Marx’ın damadı Paul Lafargue da dahil olmak üzere, Boulangist hareketin “hakiki
bir kitle hareketi” olduğunu, teşvik edilirse sosyalist bir karakter
kazanabileceği yanılsamasına kapıldılar. Birçok sabırsız solcu gibi Lafargue da
tanımadığı bir dalgada yüzmeye çalıştı. Zamanımızın İskoç milliyetçiliği,
siyasal İslam, Sarı Yeleklileri, AB’de kalma yanlısı Halkın Oyu hareketi akla
geliyor hep. “Onlardan sonra biz”, açıkça dillendirilmeyen slogan. Friedrich
Engels bunların yanına bile yaklaşmazdı. Engels, Fransız yoldaşlarına, hem
burjuva siyasal düzenine hem de Boulangistlere karşı “kendi bayrağınız altında
savaşın” mesajı göndermişti[23].
1899’da kurulmuş Action Française haklı nedenlerle faşizmin
“tezi” olarak sayılmıştı (Ernst Nolte[24]).
Antisemitizmi milliyetçilik ve hanedana bağlılıkla birleştirmişti. Bir de temel
önemde olan ilk “gömlekliler hareketi” vardı: sağcı dövüş müfrezeleri.
“Camelots du Roi”, Action Française’nın sokak çetesi olarak başlamış, 1917’de
tam teşekküllü bir karşı-devrim milisine dönüşmüşlerdi.
Şubat 1934’te tabanca, sopa ve bıçaklarla Paris’te
parlamentoyu basarak “gülümser ve biraz da bunak” Gaston Doumergue’i
başbakanlığa oturtan da bu kralcı-faşist bloktu[25].
Elektrik ve petrol tröstü yöneticisi Ernest Mercier gibi kodamanların içinde
olduğu büyük sermaye tarafından desteklenen dövüş bölükleri, cumhuriyetin sonu
için ve “Fransızlar için Fransa” diyerek ulumuşlardı.
1905’te kurulan Rusya Halk Birliği de, deklase unsurları,
çarlık tarafından desteklenen dövüş bölükleri haline getiriyordu. Dillerinden
eksik etmedikleri II. Nikolay naraları ve kalplerinde tanrının yeryüzündeki
krallığını başlatma niyazıyla Karayüzler, grevdeki işçilere, devrimcilere ve
Yahudilere karşı gaddar pogromlar düzenlediler. Ünlü sloganları, “Yahudiyi yen,
Rusya’yı kurtar” idi. Yahudileri Filistin’e göç etmeye “teşvik etmek”
istiyorlardı[26].
Dönüm noktası
I. Dünya Savaşı tarihsel bir dönüm noktasıydı. Kapitalizm,
tekelci devlet kapitalizmi biçimini alıyordu. Değer yasası, rekabet ve diğer
temel yasalar zayıflarken ancak devlet müdahalesi, silah sanayi gibi yönetimsel
tedbirler yoluyla ayakta tutulması mümkün oluyordu. Piyasa güçleri kısmen
demistifike olmuştu. Politik olarak ifşa olmuşlardı. Sosyalizmin eli
kulağındaydı. Yapılacaksa, kolektif sermaye bu geçişi önlemek için, devlet
iktidarını yakın dönemli kar hesaplarının üstüne geçirecekti.
Resmi Avrupa, özellikle de yenik ülkelerde, I. Dünya Savaşı
kargaşalığından itibarsız, zayıflamış, iç çekişmelere batmış halde çıktı.
Sınıfımız daha önce rastlanmamış bir tarihi fırsatın eşiğindeydi. Bolşevizm
parlak şekilde yolu açıyordu. Trajik olarak, diğer yerlerdeki işçi sınıfı
örgütleri ya yetersiz kaldılar ya da gayeden sefilce dönüp kapitalizmle
uzlaşmayı seçtiler. Burjuva sınıfı tükenmişti, kronik halde dağılmıştı. Fakat
işçi sınıfı son devrimci darbeyi vuracak gerekli önderlikten mahrumdu. Faşizm
bir karşı-devrimci hareket olarak bu koşullarda patladı.
I. Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’daki hemen her ülkede
faşist gruplar, grupçuklar peydah oldu. İlk başta hepsi marjinaldi. Mussolini
1919 seçimlerinde bir tek sandalye bile kazanamamıştı. Nezih toplum bunlara pek
de saklanmayan bir aşağılamayla bakıyordu. Hitler bir çatlak olarak
dışlanmıştı. Ancak çözülemeyen sınıf mücadeleleri ve tekrarlanan ekonomik
krizler anayasal bir kırılma oluşturdu. Faşizmin habis aurası silindi.
Mussolini’nin Kara Gömleklileri ve Hitler’in Kahverengi Gömleklileri hakim
sınıf gözünde kurtarıcılar olarak görülmeye başlandı (at üstünde olmasalar bile).
Mussolini, 1922’de kral III. Victor Emmanuel’in daveti ve
büyük sermayenin aktif teşviki, ordunun koruyucu tarafsızlığının sağlanmasıyla
iktidarı aldı. Meşhur Roma’ya yürüyüş tamamen bir tiyatroydu. Mussolini,
müesses nizamın kendisine bir kahraman karşılayışı sunacağını önceden
biliyordu. Bir on yıl sonra da, 1929
krizi ertesinde Hitler, muhafazakar sağ ile koalisyon hükümetine girdi.
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Marksistlerin ilk tepkisi
biraz karışıktı. Komintern’in Lenin’in de katıldığı son kongresi olan 1922’deki
4. kongresinde, faşizmin İtalya’daki zaferinin suçu kısmen İtalyan
komünistlerinin, 1919’dan beri yaygın fabrika işgallerine sahne olan ülkedeki
devrimci durumu kendi lehlerine kullanamamasında bulunmuştu. Faşizm esasen
büyük toprak sahiplerinin silahı olma görevini yerine getirmişti. Argüman bu
şekilde gidiyordu. İtalya, sabit bir evrim şemasında, kapitalizmden feodalizme
doğru geriye gitmekteydi. Bu hantal şema üzerinden, burjuvazi mesuliyetten
çıkarılıyordu. Burjuvazinin, Mussolini’nin “kara Bolşevizm”inden korktuğu
söyleniyordu. Kritik olmasına rağmen, faşizmin zaferiyle beraber işçi sınıfının
da stratejik bir yenilgi aldığı gerçeğiyle yüzleşmekten Komintern kaçınıyordu.
Faşizm fazla tutunamazdı. İşçi sınıfının tekrar yükselişi gerçekleşmeliydi, hem
de çok kısa sürede.
İtalya’da faşizmin başarısı, derin sosyo-ekonomik krizin
halen süren etkisiyle birleşince diğer faşist hareketlerin de büyümesine yardımcı
oldu. Kaçınılmaz olarak, bazı katıksız taklitler oldu; 1923’te kurulan Romanya
Faşist Partisi ve 1924 George Valois’nin Le Faisceau (Fransa) gibi. Fakat
faşizm temelde bir milliyetçi şoven harekettir. Clara Zetkin ve Karl Radek’in
vurguladığı gibi, böylelikle kitle desteği kazanırlar. Bu yüzden de genel
eğilim kendi ülkelerinin
milliyetçiliklerine has hileleri, önyargıları ve karşıtlıkları tüm şiddetiyle
devralmalarıdır.
Bu halde Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi,
Mussolini’nin faşizminin bir klonu değildi. Aynı şey, Avusturyalı Heimwehr,
Macar NYKP, İspanyol Falanj, Polonya’da ABC ve Falanga ile Croix de Feu ve
Solidarite Française için de geçerliydi.
Almanya’nın 1939 sonrası kıta Avrupasını büyük ölçüde
işgali, işbirlikçi hain gruplar yaratmakla kalmadı, faşist grupları da
Nazileşme cazibesine soktu. Sadece, Polonya’daki yerli faşistler bu yola
girmeye direnç gösterdiler. Genelde, Naziler o ülkelerdeki faşist muadillerini
oralara yönetici satraplar olarak atamadı. Onları imha etmeyi, yurtlarından
ayırmayı tercih ettiler. Çoğu, Waffen SS içinde doğu cephesinde savaşmaya
gönderildi.
Bazen biçimsiz bir anti-kapitalizm savunulduğu oluyordu.
Gregor Strasser’in Nazi partisi içindeki hizbi, tekel öncesi döneme dönme ve
feodal ulusal sosyalizm hülyaları kuruyordu. Şunu söylemekle yetinelim ki,
gerçek düşmanları sermaye değil; organize işçi sınıfı, sendikalar ve sol kanat
partiler, Marksizm ve enternasyonal sosyalizm fikirleriydi.
İktidarı aldıktan sonra faşizm kendi kitlesel tabanını
kısıtlamak ve hatta susturmak durumundadır. Sermayenin, kendi başına buyruk serseri
ordulara sempatisi olmaz. Bu yüzden Kara Gömlekliler Mussolini tarafından
devlete dahil edildiler. Hitler kendi Kahverengi Gömleklilerini katletti.
Gregor Strasse, 30 Haziran 1934 Uzun Bıçaklar Gecesinde öldürüldü. Faşizm bu
şekilde bürokratikleştirildi ve Troçki’nin söylediği gibi “faşist köklerin
Bonapartizmi” oldu.
Açıklama
Faşizm büyük güç siyaseti ve küresel çatışmalarda, karanlık
çeperlerden kargaşanın tam merkezine yerleştikçe, muhakkak ki bunu izahatının
yapılması gerekli oldu, hem de acilen. Geniş bir yelpazede açıklamalar
üretildi. Bunların birçoğu derinden sakattır ve üzerinde fazla durulmaksızın
kapı dışarı edilmeyi hak eder.
Hristiyanlık savunucuları faşizmi sekülerleşmenin doğrudan
bir sonucu olarak görür. Tanrıyı reddetmekle, insanlık kötülük tarafından
ziyarete maruz kalmıştı. Deva bellidir, haçı devral ve dini yeniden tesis et.
Muhafazakar aristokratlar faşizmi, hakça düzenlenmiş tarım toplumunun yükümlülüklerinden
kurtulan ayaktakımı kitlelerin bir ayaklanması olarak resmeder. Mahzunca, bir
gün iktidarın doğal sınıfını yeniden oluşturacakları zamanı ümit ederler.
Liberallere meyleden evrimci biyologlar faşizmi, 1.5 milyon
yıl önce Afrika Paleolitik dönem koşullarında erkek beyninin içine işlendiğini
düşündükleri saldırganlık ve sürü güdüleriyle izah eder. Bazı radikal
feministler de bu görüşü paylaşır.
Psikologlar faşizmin yükselişini ya bir kitlesel psikoz
düzeyinde ya da liderlerinin çarpık kişiliklerinde bulmaya çalışır. William
Reich, insanlığın “biyolojik olarak hasta” olduğunu ve cinsel baskıdan
kurtularak kendini sağaltması gerektiğini iddia etmişti[27].
Çoğu Freudyen karşı çıkar. Tümüyle faşizm liderlerinin, (Mussolini’nin, en çok
da Hitler’in) spekülatif klinik incelenmeleri üzerinde dururlar. Raymond de
Saussure, Hitler’in yoğun bir Oedipus kompleksi sergilediğini, iktidarsızlığını
kapatmak için cinsel enerjisini yönlendirme ihtiyacı içinde olduğunu söyler.
Alman Reich’ı böylece bir penis ikamesi olur. Besbelli zırvalıklar.
Çok daha kavrayışlı, yarı-Marksist bir psikolojik yaklaşımı,
Erich Fromm’un “Özgürlükten Kaçış”ında (1941) buluruz. Fromm, milyonlarca
Almanın nasıl olup da Hitler’den etkilenebildiğini anlamaya çalışmıştı.
Kapitalist yabancılaşmayı ve insan öznelliğinin üretim hattında makinada bir
dişli derecesine indirgenmesini suçlu bulmuştu. Faşizm insan ruhunda bir yere
ait olma ihtiyacına karşılık veriyordu. Almanya’da işçi sınıfının Nazizmle hiç de
barışık olmayışı, bu tezin aleyhine işliyor gibi. Daha da kötüsü, Fromm bu
duruma etkili bir çözüm, bundan bir çıkış öneremiyor. Demokratik sosyalist
toplumu olumlu bir yere yerleştirmekle yetiniyor.
Frankfurt Okulu denen grup arasındakiler gibi, Theodor
Adorno da, Almanya’da tüm sınıflar arasında yaygın bir “otoriter kişilik”
bulguladığını ileri sürer. Dönem hakkındaki teorinin içsel bir parçasıdır bu.
Liberalizm çöküş aşamasındadır. Kapitalizm ve kitle kültürü her şeyi kapsayan totaliter
bir toplum yaratmaktadır. Sovyetler Birliği de özünde pek farklı değildir.
Herbert Marcuse, faşizmin tekelci kapitalizmin neredeyse kaçınılmaz sonu
olduğuna inanmıştı. Bu fikri kısmen değiştirmişti. II. Dünya Savaşı sonrası
Batı kapitalizmi, dışındaki demokratik kabuğu koruyor olsa da, temel eğilim
sürüye ayak uydurmak ve kişiliği kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda ona
tabi kılınmasıydı: yani, totaliter toplum. 1960’larda ABD’de Yeni Sol
radikaller tüm neşeleriyle “faşist Amerika”yı suçlardı.
Hannah Arendt ve Zbigniew Brzezinski gibi müesses nizam
figürleri, totalitarizm teorisini hazırca benimsedi. En başta gelen üstünlüğü
Nazizmle Stalinizm arasında doğrudan bir bağ kurabilme yanıydı. Fakat pek de
mahirane olmayan şekilde kapitalizmi totalitarizmden ayırarak teoride bir ters
dönme yarattılar. Totalitarizmin bu sağ versiyonunda kapitalizm mutlak suretle
özgürlük, demokrasi, seçim ve kişisel haklarla eşitlendi. Mussolini ve Hitler
idaresi altında da kapitalizmin gelişip büyüdüğü gerçeği haksız bir şekilde
görmezden gelindi.
Okuyucunun bileceği gibi, bugün ana-akım burjuva toplumu
entelektüel açıdan kısır olan bu faşizm açıklamasını elektronik ve yazılı
medyada, okullarda ve üniversitelerde yaymakta. Var olan durumun sol bir
eleştirisi olarak başlayan şey, sağ tarafından iyiden iyiye kolonize edilip
sahiplenildi, kendi tersine döndürüldü.
Faşizm ve bürokratik sosyalizmi tek bir fenomen olarak
birleştirmek Soğuk Savaş ihtiyaçlarına mükemmelen uymuştu. Kapitalizm üstündeki
tüm suçtan arınırken, Sovyetler Birliği sanık yerine kondu. Karl Popper elinde
totalitarizm gerçek anlamda tüm bir tarihe yayıldı. Sparta, Çin hanedanlığı,
Roma’da Diocletianus, Kalvin’in Cenevresi, tabii Nazi Almanyası ve Sovyetler
Birliği’yle beraber aynı başlık altında sınıflandırıldı. Platon, Hegel, Marx ve
Nietzsche, Sparta’da helotların (kölelerin) periyodik olarak avlanmasından gaz
odalarına uzanan, totaliter insanlık silsilesini oluşturdu.
Böyle bir felsefe kapitalist sistem için, en başta da Avrupa
için hayatiydi. Faşizm sadece Sovyetler Birliği, ABD ve Britanya orduları
tarafından mağlup edilmemişti. Eski Alman İmparatorluğu, Yugoslavya,
Yunanistan, Arnavutluk, İtalya, Çekoslovakya, Polonya, Fransa, vd. yerlerde
radikal partizan hareketler ve halk ayaklanmaları vardı. Kapitalist sınıfın da
eli kolu bağlanmıştı. Neredeyse istisnasız bir şekilde, burjuvazi faşizmle
işbirliği yapmıştı, hem de çoğu zaman şevkle. Örnek olarak Fransa’da Alman işgalini
hoş karşılaşmışlardı. İşçi sınıfı 1936’dan beri sermaye karşısında büyük
kazanımlar elde etmişti. Solun güçlerinden korkuluyor ve onlardan nefret
ediliyordu. Üst sınıfların yapamadığı işi Alman Naziler yapacaktı.
Diğer ülkelerde de durum benzerdi. 1945 sonrası burjuva
Avrupa kendini yeniden icat etme durumundaydı. Faşist geçmiş inkar edilmeli ve
ters çevrilmeliydi. II. Dünya Savaşı en güzel zamanımızdı, özgürlük için
çıkılan seferdi. Amaç Yahudileri kurtarmaktı, Britanya İmparatorluğu’nu değil. Bunun
için, totalitarizm teorisi, holocaust sanayi, ırkçılık karşıtı, anti-faşist
UNESCO deklarasyonları… Örneğin, “evrensel kardeşlik etiği”ni bilimsel olarak
savunan, insanların ve ulusların hataya düşebileceği, hastalanabileceği
konusunda uyaran Temmuz 1950 ırk üzerine deklarasyon[28].
Donald Trump, Marine Le Pen, Viktor Orban ve Nigel Farage
gibileri II. Dünya Savaşı sonrası dikkatli bir şekilde kurgulanan bu uzlaşımsal
ideolojiye karşı çıkan gerici isyancılar. Ana-akım burjuva çevreleri onlara
büyük bir düşmanlıkla tepki gösteriyor; çünkü onlardaki kaba şovenizm, liberal
çok-kültürlülüğü reddedişleri, göçmenleri kriminalize etmeleri vb. 1945 öncesi
kapitalist toplumun kendi utanç verici geçmişlerini hatırlatıyor. Egemen
çevreden pek az tarihçi veya diğer maaşa bağlanmış ikna edici rolünde olanlar,
geçmişte ana-akım burjuva düşüncesinin nasıl Sosyal Darwinizmi, ırk teorisini,
anti-semitizmi, sömürge haklar karşısında gösterilen kaba kibri teşvik ettiğini
hatırlatmaya cesaret edebiliyor. Ne de bunların nasıl vaiz minberlerinden
kutsandığını, polis copları ve asker süngüleriyle hayata geçirildiğini…
Tarihin şu zamanında, ne devrimci ne de karşı-devrimci
durumdayız. Ne bir işçi sınıfı tehdidi var ne de yükselen bir işçi sınıf
hareketi. Üzülerek söylersek, işçi sınıfı kölelerden az biraz daha iyi halde
yaşamını sürdürüyor. Evet, Le Pen, Salvini, Orban, Farage’ın faşistler için
belli sempatileri var, kendilerinin faşist izleyicileri, yandaşları, sapkınları
var. Yine de, en azından şimdilik, siyasal odakları tamamen parlamento ve
seçimler çerçevesinde. Faşist dövüş bölükleri toplanıp, eğitilerek dışarı
salınmıyorlar. Yarın, elbet bu değişebilir.
Gerekli bir not. 1920’ler ve 1930’lar gösterdi ki, faşizm
sadece uç-sağdan gelmiyor. Mussolini uç-soldan başlamıştı. Sosyalist Parti
dergisi Avanti’nin editörüydü.
Britanya’da Oswald Mosley İşçi Partisi bakanı olarak göre yapmıştı; yeni
partisinin ilk üyelerinden biri ünlü madenci lideri A.J. Cook’tu. Jozef
Pilsudski de benzer bir yolculuk yapmıştı. Sol Leh milliyetçiliğinden “devrimci
sonuçları olmayan devrimci” darbe gerçekleştirmeye doğru bir yol almıştı[29].
Şimdi de, Blue Labour (muhafazakar İşçi Parti değerleri) içinde farklı
renklerde, eski Revolutionary Communist Party/Spiked ve sosyal emperyalist
Alliance for Workers’ Liberty (AWL) gruplarında benzer adaylara
rastlayabiliyoruz.
Trump’a dönersek, 6 Ocak’ta gerçekten de faşist çeteleri
mobilize etti, onları fişekledi ve yönetti. Yine de onu bir faşist olarak
kategorize edemeyiz. Hayır, Trump Bonaparte olma taliplisiydi, Amerika’nın
üçüncü sınıf faşist dövüş çetelerini pohpohlayıp onları kullanmak istiyordu. Proud
Boys, the Three Percenters, the Oath Takers gibilerinin hiç biri 6 Ocak’ta
iktidarı ele alabilecek konumdaydı. Capitol Hill baskını, Trump’ın ABD başkanı
kalmak istemesiyle, bunu muhtemelen ordu, polis, gizli devlet, kitlesel medya
ve büyük iş çevresinin kendisini destekleyeceği bir olağanüstü hal ilanı yoluyla
yapmak istemesiyle ilgiliydi. Fakat daha baştan olmayacak bir senaryoydu bu.
Amerikan Bonapartizmi de haliyle Amerikalı bir biçim
alacaktı. Donald Trump egoist, eski bir reality TV showman’i, birçok ülkede
faaliyet gösteren gayrımenkul aracısı, milyonlarca izleyicisini ve milyarlarca
dolarını kendini reklam etme mücadelesinde siyasal doğruculuk, siyahi haklar ve
me-too feminizmine karşı kullanan,
doğuştan zengin bir redneck. Daha
önce söylediğimiz gibi işçi sınıfı tehdidi dikkati çekecek kadar yok. Ne
kitlesel bir sol parti var, ne işleri felç eden bir grev dalgası ne de
çığrından çıkabilecek bir sınıf mücadelesi tehlikesi.
Bununla beraber yine de bazı şeyler çeviride kayboluyor. New
York Askeri Akademi mezunu olmasına rağmen Trump bir Napolyon değil. Napolyon
bir askeri deha iken ve şimdi bile üzerinde çalışılan 60 muharebe kazanmışken,
Trump Vietnam celbinden beş kez kurtuldu: Birinde ayağını burkmuştu, diğer
dördünün mazereti üniversite öğrenciliğiydi. Buna rağmen sırf kabalık yoluyla,
halktaki korku ve sıkıntıları neredeyse içgüdüsel bir yetenekle dile getirmesi
ve kolay çözümler sunmasıyla, Cumhuriyetçilerin taçsız kralı olmayı başardı ve
koca bir Amerikan seçmeni nezlinde bir kurtarıcı kahraman halinde tapılır hale
geldi. Miami’deki Mar-a-Lago’sunun kendi Elba’sı mı St. Helena’sı mı olacağı
ileride görülecek.
Ne olursa olsun, Trump’ın 2016 ve 2020’de üzerinde
yükseldiği şeyin Biden başkanlığı zarfında buharlaşacağını düşünemeyiz. Eski
düzene karşı müthiş bir hoşnutsuzluk var. Milyonlarca Amerikalı için Amerikan
rüyası çoktandır bir kabusa dönüşmüş durumda: düşük ücretler, orta sınıf sıkışmış
gelirleri, öğrenci borçları, evsizlik, işsizlik, uyuşturucu bağımlılığı,
çaresizlik ve korku.
…
Döne döne büyüyen anaforda
Şahin duyamıyor şahincisini;
Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek;
Kargaşalık salınmış yeryüzüne,
Yükseliyor kana bulanmış sular, ve her yerde
Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;
…
(W.B. Yeats, İkinci Geliş, 1919, çeviri: Cevat Çapan)
Merkez zemininde siyaset -Joe Biden, Emmanuel Macron ve
Angela Merkel- kendini sürekli olarak saldırı altında, yıpranmış buluyor. Covid
sonrası ekonomik yükseliş etkisi hızla suya düşüyor, yerini durgunluğa, vekalet
savaşlarının büyük güçler arasında savaşlara dönme tehlikesine ve denetimden
çıkan iklim değişikliğini meselesini ele almada öngörülen başarısızlığa
bırakıyor. İnsanlığın önündeki tercih bundan daha açık olamazdı: Ya sosyalizm
ya barbarlık.
On beş tez
1) Yabancıları, yolsuzluğa batmış politikacı çevrelerini,
göçmenleri, komünistleri, açgözlü kapitalistleri, dini, etnik ve diğer türlerden
azınlıkları vs. tahrif edilmiş popülist bir propaganda yoluyla kötülemenin
ötesinde; faşizm fiziksel güç kullanır, özellikle de işçi sınıfına karşı.
2) Faşist grup, hareket ve partiler, devletten ayrı olarak karşı-devrimci dövüş
çeteleri oluştururlar. Bu faşizmin esas
ve belirleyici özelliğidir, bu onu diğer karşı-devrimci biçimlerden ayırır.
3) Faşizm objektif olarak kapitalist sınıf çıkarları uğruna
hareket eder. Faşist örgütler çoğu zaman devletin ve tekelci sermayenin kimi
bölümleri tarafından yönetilir, finanse edilir, yönlendirilir.
4) Faşizm, kapitalist toplum derin bir kriz içine battığında
fakat işçi sınıfının da son devrimci darbeyi vurmak için gerekli örgütten,
kararlılıktan ve liderlikten yoksun olduğu koşullarda, kitlesel boyutlarda
büyür.
5) Faşizm kendi yolunu kendi açar. Fakat iktidara
geldiklerinde faşist parti ve dövüş çeteleri bir bürokratikleşme sürecinden
geçer. Üst tabakaları, hakim sınıfla kaynaşır. Alt kısımlar da devlet
mekanizmasına içerilir veyahut acımasızca ezilir.
6) Britanya’da günümüzdeki durumda, kitlesel bir faşist
hareket gibi acil bir tehlike yoktur, hele hele iktidarı alması gibi bir şeyden
söz edilemez. Devrimci bir durum yoktur.
7) Faşist bireylerle faşist örgütleri ayırmak önemlidir.
Bireyler açıkça veya özel alanda Nazi Almanyası, Mussolini İtalyası, Oswald
Mosley’in Kara Gömleklilerine hayran olduklarını, hatta onları taklit
ettiklerini söyleyebilir. Fakat bir faşist örgütü oluşturan şey, karşı-devrimci
bir çatışma/dövüş oluşumu kurma amacı ya da fiiliyata geçirmedir.
8) Faşizmi yumurta halindeyken, embriyo halindeyken ezme teorisi
tamamen yanılsamadır. Uç-sağa gelirsek, bu [sol açısından]bir saptırıcıdır. Ya
soldan ekipler kurarak mukabeleye girişme boşunalığına ya da halk cepheciliği
batağına sürükler.
9) Aşırı sağı güç kullanarak imha etme ya da terör yoluyla
susturma apaçık olarak başarısız olmuştur. Aynı şekilde, solu örgütsel ve
politik olarak burjuva egemen çevrelerle birleştiren halk cepheleri de.
10) Sosyal demokratlar ve anarşistlerin tersine, komünistler
hiçbir taktiği (örneğin parlamentarizm, anti-parlamentarizm) bir ilke olarak
görmezler. İşin aslı, iş taktiğe geldiğinde, tek ilkemiz hiçbir şeyin otomatik
olarak belirlenmeyeceği ya da dışlanmayacağıdır.
11) British National Party, National Front, Britain First,
UKIP vd. karşı seçilecek taktikler somut olmalıdır. Aynı zamanda esnek ve
değişebilir olmalıdır.
12) “No-platforming”. Söz hakkı tanımama, konuşturmama
taktiğinin tamamen meşru olduğunu düşünüyoruz. Aynı şekilde güç kullanımı ve
şiddetin de. Faşist dövüş çetelerine karşı, bulabildiğimiz her araçla kendimizi
savunmak mutlak hakkımızdır.
13) Aynı ölçüde, barışçıl taktikleri, tartışma ve iknayı
kullanma da başka koşullarda meşrudur. Biz, uç-sağ ile (ve de ana-akım burjuva
partileriyle) “medeni” bir ilişki şekli aramıyoruz. Bununla beraber,
komünistler, uç-sağın elinde ne kadar kitlesel destek varsa onu geri kazanmaya
da taliptir. Bu, öncelikle gönülleri ve akılları kazanma mücadelesidir. BNP,
NF, Britain First, UKIP veya Brexit Partisi’ne oy verenleri, onların “doğal”
tabanı saymıyoruz.
14) Her koşulda kapitalist devletin ve kapitalist sınıfın
başlıca düşmanımız olduğunu biliyoruz. Çöken kapitalizmin aksaklıkları uç-sağa
cephane ve güç vermektedir.
15) Komünistler, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün
savunucularıdır. Apaçık faşist partiler de dahil olmak üzere siyasi partiler
üzerindeki devlet yasaklarına karşıyız. Siyaset alanında neyi demenin serbest
ya da yasak oluşu üzerine devlet kısıtlamalarına şiddetlice karşı çıkılmalıdır.
Bu tür yasaklar ve kısıtlamalar herkesten önce, kaçılmaz halde işçi sınıfının
en ileri kısımlarını etkileyecektir. İfade özgürlüğü ve en geniş demokrasi
Marksizmin büyüyüp güçlenmesi ve ileride hakim sınıf olacak işçi sınıfını için
en elverişli koşulları sağlar.
[2] bak. T.
Snyder, The Road to Unfreedom, Londra
2018; C.R. Sunstein (der.) Can It Happen
Here? Cambridge 2018; M. Albright, Fascism:
A Warning, New York 2018; J. Stanley, How
Fascism Works, New York 2018.
[3] The Independent, 6 Ekim 2020
[4] The Guardian, 16 Ocak 2021
[5] D.
Lazare, ‘Assault on democracy’, Weekly
Worker, 20 Mayıs 2021
[6] İlk, SWP
kurucusu Tony Cliff’in kullandığını düşündüğüm bir deyiş. “1990’lar Avrupasını
gözlemlediğimde kendimi 1930’ların bir filmini ağır çekimde izler gibi
hissediyorum” dediği söylenir. (A. Callinicos, “Crisis and class struggles in
Europe today” International Socialism,
Yaz 1994, s.39)
[8] B.
Mussolini, My Autobiography, Londra,
s.65
[9] R. Palme
Dutt, Fascism and The Social Revolution,
Londra 1934, s.251
[10] M.
Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.5
[12] D.
Harsch, German Social Democracy and The
Rise of Nazism, Chapel Hill NC 1993, s.219
[13] D.
Guerin, Fascism and Big Business, New
York 1973
[14] G.
Dimitrov, The Working Class Against
Fascism, Londra 1935, s.10
[15] L.
Trotsky, Writings 1935-36, New York
1977, s.129
[16] L.
Trotsky, The Struggle Against Fascism in
Germany, New York 1971, s.144
[17] F.
Neumann, Behemoth, Londra 1942, s.39-40
[18] J. Orr,
‘The many faces of Marine Le Pen’ International
Socialism 2020
[21] bak. M.
Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.71-75
[22] L.
Trotsky, The Struggle Against Fascism in
Germany, New York 1971, s.444
[23] K. Marx
ve F. Engels, CW, Londra 2001, s.197
[24] E.
Nolte, The Three Faces of Fascism,
Londra 1965
[25] W.
Shirer, The Collapse of the Third
Republic, Londra 1970, s.254
[26] S.D.
Shenfield, Russian Fascism: Traditions,
Tendencies, Movements, Armonk NY 2001, s.32
[27] W.
Reich, The Mass Psychology of Fascism,
New York 1946, s.273