10 Eylül 2021 Cuma

Kabil’de “No Pasaran” Diyebilmek?

 

[ https://noktahaberyorum.com/kabilde-no-pasaran-diyebilmek-hasan-keser.html ]

 

“Yabancı asker” denilince akla, çatışmanın taraflarından herhangi biriyle siyasi bir tabiyet ilişkisi içinde olmayan, idealleri ve/veya çıkarları için başka bir coğrafyada savaşan kişi gelir. Eğer öncelikli gayesi büyük ölçüde maddiyse ona, yerli ya da yabancı “paralı asker” denebilir. Bu ikincisi sanırım tarih boyunca daha sık karşımıza çıkandır. Yabancıları, gönüllü olarak kendilerinden başka coğrafyalarda savaşmaya sevk edecek şeyler ise daha ekümenik idealler ve ideolojilerdir: büyük dinler ya da evrenselci Marksizm gibi. Seksenlerden beridir karşımıza çıkan cihatçı Müslüman savaşçıları özellikle Ortadoğu’daki her çatışmada görüyoruz artık. Ulus devlet sınırlarını aşma amacı olan komünist hareketin de çeşitli dönemlerde buna benzer seferberlikler görülmüştü -en bilinen örneği İspanya olmak üzere.

Şimdi, bu yazıda bir fikir yürütme olarak Afganistan’da Taraki liderliğindeki sol hükümetin, böyle bir uluslararası yardım çağrısı yapma durumu olabilir miydi, buna dünya komünistleri ne şekilde cevap verebilirlerdi, bunun İspanya deneyimiyle karşılaştırılması üzerine düşünmek amacındayım. Biliyoruz ki, Taraki hükümeti defalarca Sovyetler Birliği’nden yardım istemişti. Bunu devletler arası zeminde yapmıştı. İspanya’daki gibi “Uluslararası Tugaylar” şeklinde değil de, başka ama sosyalist kampın önder bir devletinden teçhizat, finans vs. ve nihayetinde de anlaşmalar çerçevesinde direkt askeri yardım şeklinde olmuştu müdahale. İspanya böyle durumlar için örnek olabilir miydi acaba? Cihatçılar yapabiliyorken komünistler neden yapmadı mesela?

*

Tabii ki, hiçbir devrimci durum, saf halde yalnız o ülke vatandaşlarını ilgilendirmez. Paris Komünü’nden başlayarak Rus devrimine, o devrimin ilham verdiği Avrupa’daki pek çok devrimci kalkışmada farklı ülkelerden birçok komünist aynı saflarda yer tutmuştur. Rus devriminde ülkede, yarısı I. Dünya Savaşı’ndan kalma savaş esiri olmak üzere 5 milyon civarı yabancı bulunuyordu. Bunlardan bir kısmı harekete kazandırıldıktan sonra iç savaşta Kızıl Ordu saflarında yer almıştı. Aynı durum, daha düşük bir ölçekte Çin devrimi için de geçerliydi. Bu tür bir duruma, oldukça benzer kültürlere ve ortak bir dile sahip olan Latin Amerika devrimci mücadelelerinde de rastlanabilir. Che’nin enternasyonal mücadelesi en bilinen örnektir. Che’nin bu yönünü Castro yönetimi de devralmıştır. Fakat Küba’nın çeşitli Afrika ve Latin Amerika ülkelerine gönderdiği birlikler düzenli ordu birimleriydi. Gönüllü olup olmamaları fark etmeksizin bir “devlet” politikasıydı. Devlet aktörleri haricinde komünist örgüt ve kişilerin savaşmaya gittiği Nikaragua da sanırım bunlara son bir örnekti. Moreno gibi Troçkist liderlerin oluşturduklarından başka, Batılı ülkelerden Sandinistlere seksenlerde yardıma giden ve ülkede çalışan 3.000 civarı gönüllü vardı. Silahlı olanlar, yoğun çatışmalar bittikten sonra ülkeye gelmişti; daha çok yardım amaçlı insanlardan oluşuyordu. Günümüzde Rojava’da da benzer ama çok daha ufak çaplı bir hareketlilik görüyoruz.

*

Şimdi esas örneğimize geçelim. Eminim, benim gibi birçokları için de, İspanya İç Savaşı üzerinde okudukları Hemingway, Malraux, Orwell gibi yazarların; izledikleri belgesel ve filmlerin, kişisel siyasal olgunlaşmalarında, siyasal değerlerin yerleşmesinde önemli payı olmuştur. Başka birçok ülkeden gelenlerle ortak bir ideal için savaşmak, faşizme karşı ölmeyi göze almak, orada kardeşlik ve dayanışmayı yaşamak, bana hep büyük insani değerler olarak görünmüştür. Hakkında binlerce kitap yazılmış, mücadelenin bu uluslararası boyutunun biraz da mitleştirildiğini kabul etsem bile bu değerlere yaklaşan bir ikinci örneğe de pek rastlamadığımızı söylemeliyim. Belki şunu söylemek gereklidir: İspanya İç Savaşı çok özel bir tarihsel dönemde patlak vermiş, -tarih ne getirir bilinmez ama- benzerine pek kolay rastlanamayacak bir siyasal/toplumsal olgudur (komünistler açısından da).

İlk olarak; Avrupa’da otuzlu yıllarda siyaset, devrim/karşı-devrim çekişmesinin en kızıştığı, faşizmin çoğu ülkede devreye girdiği ve bu sefer Sovyetleri de tehdit ettiği bir zemin üzerinde yapılmaktadır. Bu, I. Dünya Savaşı sonrası bir sürgünler coğrafyasına dönen Avrupa’dır. İmparatorluklar yıkılmış, devrimci dönüşümler yaşanmış, kimilerinde faşistler galip gelmiştir. Solcular, faşizm nedeniyle ülkelerinden kaçmaktadır. Yani, Alman ve İtalyan sürgünlerin ifade ettiği gibi, yalnız İspanya için savaşılmamakta, kendi ülkeleri için de savaşmaktadırlar. İki cephe, Avrupa’da kıtasal çapta bir yarılma içindedir. Bir yerde açılacak gediğin domino etkisi yaratacağı düşünülmektedir. İspanya’da ordunun hükümete karşı darbeye kalkışması, bu iki cepheyi direkt karşı karşıya getirecek fitili ateşler.

*

17 Temmuz 1936’da ordunun bazı birliklerince Cumhuriyet hükümetine karşı darbe başlar. Avrupa kamuoyunda hemen büyük bir tepki oluşmuştur. Ancak hükümetleri bir süre sonra “Karışmazlık” siyasetini benimseyecektir. İspanya’da bazı birliklerin hükümete bağlı kalması, birçok yerde de halkın güçlü direnişi sonucu darbeciler istedikleri hızlı sonuca ulaşamaz. Fakat direnen Cumhuriyet’in silaha ihtiyacı vardır. Bunu da altın karşılığı Sovyetlerden edinecektir.

Bu yabancı savaşçılar fikri, İspanyol hükümetinin önerdiği bir şey değildir. Hükümetin daha çok askeri malzemeye ihtiyacı vardı, elinde zaten ziyadesiyle vatandaşı bulunuyordu. Bunu ise düzenli bir orduya çevirmesi gerekiyordu. Fakat Stalin’den askeri malzeme alırken, komünistleri reddetme gibi bir opsiyonu da yoktu. Zaten, darbe duyulur duyulmaz Avrupa’nın birçok yerinden İspanya’ya akın akın gönüllüler geliyordu. Kaldı ki, darbe başladığında ülkede önemli sayıda “yabancı” işçi ve solcu konuk olarak bulunuyordu: Berlin’de düzenlenen resmi Olimpiyatlara karşı, Barcelona’da Temmuz ayında düzenlenmesi öngörülen Halk Olimpiyatları için gelmiş binlerce işçi ve solcu sporcu vardı. Bunların bir kısmı darbeci orduya karşı silah almıştı eline zaten.

1936 yazında komünistler İspanya’ya yardım için her alanda geniş bir kampanya düzenlediler. 26 Temmuz 1936’da Profintern (Sendikal Enternasyonal) İspanya hükümetine yardım etme kararı alıp 1 milyar frank sözü verdi. Komintern üyesi partiler İspanya hava kuvvetlerinde görev alabilecek pilotlar aradılar. İlk başlarda temel öncelik, hükümete her türlü maddi yardım ulaştırmaktı.

Bu dönemde Stalin, Sovyetleri Almanya ile karşı karşıya getirebilecek bir adım atmamak, önce İspanyol hükümetinin gücünü ve direncini görmek istiyordu. Avrupa’daki komünistler ise hemen adım atılmasını zorluyordu. Stalin 14 Eylül’de askeri yardım kararı aldı. 17-21 Eylül’de de Komintern yabancı komünistlerden (askeri eğitim almış olanlarından) tugaylar oluşturulması kararı aldı. (Bunu ilk kimin önerdiği konusunda farklı rivayetler var: Thorez, Dimitrov, İngiliz KP’den Tom Wintringham ya da Sovyetlerin yeni İspanya elçisi Marcel Rosenberg gibi). Fransız komünistlerin başı Thorez daha öne çıkıyor gibi, çünkü FKP o tarihte İspanya’ya yapılan yardımların koordinasyonunu yapan örgüt. Zaten Fransızlar tugayların dörtte birini oluşturarak en büyük katkıyı yapanlar oldular. Karargah işleri Paris’ten yürütülüyordu. Avrupa içi sınırları geçme için sahte pasaportlar hazırlanması, Pirenelerden geçişi sağlama böyle işlerdendi. Fransızlara yardım eden Komintern görevlileri arasında, daha sonra Tito adını alacak Yugoslav Josip Broz da bulunuyordu. Gönüllüler sadece komünistler arasından değil, Halk Cephesi stratejisi içinde, liberal, sosyalist ve sosyal demokratlar içinden de seçiliyordu. Komintern, gönüllü toplama ve ordu oluşturma işini, Batılı hükümetleri ürkütmemek için “anti-faşizm”, “demokrasi” ve “halk cephesi” isimleri altında yapıyordu. İspanya’da komünist devrim yapma gibi bir ajitasyonun uluslararası hukukta olumsuz etkileri olurdu. Böyle olmakla beraber, bazı çevreler Komintern’in İspanya’daki devrimi boğmak için ve sadece burjuva tipi demokrasiyi korumak için propaganda yaptığını, amacının da o olduğunu iddia etmektedir. Bence bu yanlış bir değerlendirmedir. Komintern’in kastettiği demokrasi, elbette halk cephesi tarzı “ileri” ve sosyalizme açık bir demokrasiydi.

Ekim ortasıyla beraber ilk birlikler ülkeye ulaşır. Kendilerini karşılayan halk “Russo, Russo” şeklinde tezahürat ettiyse de, Sovyetlerden katılım daha çok subay, danışman ve tekniker şeklindedir. Stalin, Sovyet halkından katılımı engellemiştir. Aynı zamanda İspanya’da denizden silah sevkiyatına da başlanır. “Operasyon X” adı verilen büyük bir silah sevkiyatıdır bu. Silahlarla birlikte bir miktar da pilot ve tank mürettebatı gelir: 800 havacı, 350 tankçı, 200 çevirmen ve geri kalanı çoğunlukla tekniker, eğitici ve danışman, toplamda 2100 kadar Sovyet personeli.

İlk katılımlar daha çok faşistlerin iktidarda olduğu ülke kökenli sürgünlerdir. Uluslararası Tugay’ın karargahı Madrid ile Valencia arasındaki Albacete kenti seçilir. Tugaylar, Halk Ordusu komutasından bağımsızdır. Başlarına efsanevi Fransız komünist André Marty getirilir. Genel olarak da İspanya’daki komünistlere Togliatti yön vermektedir. Tugayların ilk acil görevi Madrid’i savunmak olur.

Arada belirtmek gerekir ki, İspanya topraklarında Cumhuriyet saflarında savaşan her yabancı Uluslararası Tugaylara bağlı değildi. Tugaylar, bir yazarın kitabın da ismi gibi, Komintern ordusuydu. Bunun dışında anarşistler, POUM ve Troçkistler saflarında savaşan, Orwell ve Malraux gibi bilindik birçok isim vardı. Toplamda 5.000 kadar tahmin edilmekte. Ayrıca, Franco saflarında da Avrupa’dan gelen gönüllü birkaç bin kişi vardı. Bunlar genelde İrlanda, Polonya ve Romanya gibi koyu Katolik ülkelerden gelenlerdi. İspanyol ordusundaki Alman, Portekiz, İtalyan ve Arap birlikleri ise zaten düzenli askeri unsurlardı.

*

Uluslararası Tugaylar en kritik rollerini Kasım-Aralık 1936’da Madrid’in savunulması sırasında gösterdiler. Düzenli halk ordusunun tam olarak kurulamadığı bu dönemde Tugayların gösterdiği çaba Madrid’in düşmemesindeki en büyük etkenlerden biri oldu. Böylece Cumhuriyete birkaç yıl zaman kazandırılmış oldu.

Aslında çoğunluğu tam bir askeri eğitim almamış olan birliklerde zayiat oranı çok fazla idi. Tugaylar şok birlikleri olarak kullanılıyor; en önde saldırıp mevziyi en son terk eden oluyorlardı. En tehlikeli görevlere sürülüyordu. Üstün bir Sovyet komutası ve şöyle böyle olabilecek en iyi silahlara sahip olsalar da durum buydu. Buna rağmen yüksek bir disiplini korumuşlardı.

Bu ilk aşamadan sonra, Halk Ordusu kurulma çabaları hızlandı ve doğal olarak Uluslararası Tugayların sayısal önemi azaldı. Şöyle ki, tahminler epey farklı olsa da, Tugaylara elliyi aşkın ülkeden toplamda 40 ve 50 bin arası katılım olduğu, bunun 15.000’inin öldüğü sanılıyor. Hepsinin asker olmadığını, bazılarının yardımcı ve eğitici görevlerde olduğunu da not edelim. Ayrıca sayı toplamı ifade ediyor, belli bir zaman içinde mevcudiyet daha azdı bu itibarla.

1937 yılı ile birlikte Tugaylar için Avrupa’dan gönüllü bulma sayıları yavaşladı. Zamanla birliklere yerli İspanyol halktan kişiler de alınmaya başlandı. Sayısal önemini yitirseler de, prestij ve moral açısından komünistler için halen değerliydiler. Sadece İspanyollar için değil, katkı sunan her komünist parti için de Tugaylar birer gurur kaynağı, dayanışma ve fedakarlık örneği, yeni komünistler için gösterilecek rol modeliydiler.

Bu arada, Negrin hükümetinin savaş bakanı Prieto, Tugayları merkezi ordu emrine alma kararı aldı. Bu halde dahi kontrol halen daha çok Komintern elindeydi. En nihayetinde Negrin 1938 Eylül’ünde Milletler Cemiyeti’ne yabancı savaşçıları ülke dışına çıkarma kararını açıkladı. Bunu Batılı hükümetlere bir jest olarak göstermiş, Franco’nun da aynısını yapacağını veya buna zorlanacağını ummuştu. 29 Ekim’de Barcelona’da Tugaylar için bir uğurlama töreni düzenlendi. 1939’da artık çoğunluk ülkeden ayrılmıştı. Sürgünde olan ve dönecek bir yeri olmayanlar ise ülkede kalıp savaşmaya devam ettiler.

*

Afganistan için böyle bir senaryo düşünebilir miydik? En azından öneren birilerinin olduğunu biliyoruz. Ortodoks Troçkistlerden, daha çok Amerika’da küçük ve sekter bir grup olarak faaliyet gösteren Spartakistler Birliği lideri James Robertson’un 1989’da Afganistan’ın ABD elçisine açık mektup yazarak Uluslararası Tugaylar oluşturulmasını önermişti. Afganlar buna ne cevap verdi bilmiyorum ama kendi rakip hizipçileri bile, bu öneriyi gerçekçi olmadığı için eleştirmişlerdi. Buna yetecek bir mali, personel, lojistik vs. gücü olmamasına rağmen bu öneriyi yapmayı bir siniklik olarak damgalıyorlardı. Bunun yanında, hiçbir Troçkistin Afganistan’daki Stalinist hükümet emrine sokulmaması gerektiğini, Afgan liderliğini Atatürk’e benzeten Spartakistlere, Türk komünistlerin onun elindeki hazin sonunu hatırlatıyorlardı. Yani kısacası ciddiye almamışlardı bile.

Gerçekten de, İspanya ile karşılaştırılamayacak derecede farklı bağlamlardı. İlkin; İspanya örneğinde belli bir medeniyet dairesinden, kısmen entegre olmuş insan topluluklarının etkileşimini görebiliyoruz. Afganistan’da da bu olacaksaydı eğer, kendisine yakın kültürel etkileşim dairesinde olan yerlerden gelmeliydi yardım (Arap, İran, Türk, Hindistan, Orta Asya gibi). İkincisi; komünist hareketin kendisi çok daha dağınıktı. İspanya zamanında da kimi Troçkistler olsa da, Komintern “resmi” ve tek merkez, kilise görünümündeydi. Seksenlerde ise Komintern’in yerinde yerler esiyordu; dünya komünist hareketi çok başlı ve dağınık bir hal içindeydi. (Sovyetik partilerin çoğu da reformistleşmiş, kendi müreffeh ülkelerinde devrim yolunu sandıkta gören parlamenterizm halini almıştı.) Üçüncüsü; her ne kadar liberal vb. olsa da İspanyol hükümetinin meşruiyeti hakkında daha geniş bir oydaşma vardı. Taraki ve ardılları ise daha çok, birkaç kente sıkışmış, kırsal bölgelerde kendi halkının onayını pek kazanamamış, merkezi yönetimi oturtamamış, yolların ve geceleri kentlerin güvenliğini dahi sağlayamayan zayıf destekli bir sol hükümetti. Kendisine karşı geniş bir gerilla hareketi bulunuyordu ve yabancı komünistlerin böylesi bir “savunma” savaşına uygun olması zordu. Son olarak da en bariz olanını söyleyelim: Dibinde komşusu olarak dünyanın en güçlü ordularından birine sahip bir “komünist” devlet vardı. Askerlik eğitimi az gönüllüleri ölüme göndermek yerine elbette profesyonel yardım alınacaktı. Zaten Afgan solcularının çetin coğrafi koşullara sahip ülkelerine savaşmak için yabancı solculara çağrı yapmayı düşündüklerini de hiç sanmıyorum.

Olan da şuydu: İktidarı aldıklarından beri Taraki yönetimi defalarca Sovyetlerden yardım (askeri malzeme, eğitim, maddi yardım vs.) talep etti. Moskova ise Afgan yönetimini daha itidalli davranmaya, kırsal bölgelerde etnik kökeni ve politik duruşu ne olursa olsun tüm halkın güvenini kazanmaya çalışmaya zorluyordu. Herat isyanından sonra yine yardım isteyen Taraki’ye, Kosigin Vietnam örneğini göstererek Vietnam’ın ABD ve Çin’i kendi başına dize getirebildiğini, güçlü bir ordu kurabilirse Taraki’nin de bunu yapabileceğini söylüyordu. Telaşa düşen Taraki ise Sovyetlerden bizzat müdahale etmesini istiyordu. Kosigin de bütün dünyanın bunu birkaç gün içinde öğreneceğini söyleyerek geri çeviriyordu. Taraki, öyleyse SSCB içindeki Özbek, Tacik ve Türkmenlerden oluşan bir birliği kılık değiştirerek gönderebileceklerini söylüyordu.

Bu koşullarda Sovyetler Afganistan’a bizzat müdahale etmekten kaçınıyorlardı. Ta ki, Taraki’den sonra yerine geçen Amin’in ülkeyi ikinci bir Nasır vakası gibi ABD yönüne çekeceğinden kuşkulanana değin. O zaman da, Sovyet-Afgan Dostluk Antlaşması’ndaki maddeye dayanarak ülkeye girip, daha itidalli Perçem grubuna devredip (daha çok Orta Asya’dan seçilmiş) 100.000 kadar askeriyle onu ayakta tutmaya çalıştılar.

*

Son olarak, bilinen şeyi tekrar etmekte yarar var. Bir coğrafyada devrimi yapacak ve onu yaşatabilecek gücünüz yoksa, bunu başkaları sizin için yapamaz. Devrimin ihraç edilemeyeceğine dair ihtarları hatırlayabiliriz. 1930’larda ve İspanya özelinde olan ise küresel çapta gerilimin çok daha yoğun yaşanması ve evrenselci komünizmin (Sovyet komünizmi etkisi altına çoktan girmiş olsa da) ve onun yürütücüsü Komintern’in varlığıdır. Her tarihsel dönemin kendine özgü seferberlik türleri olmaktadır. Bunu da uluslararası ilişkiler, devrim ve karşı-devrimin güç dengesi, parçalılığı gibi birçok faktörler etkilemektedir. Yine de, İspanya’nın yeri çok müstesnadır. Afgan komünistlerin yardımına, Bunalım yıllarını geride bırakmış ve çok daha konformist Avrupa partilerinden gönüllü toplanması hayalcilik olurdu. Üçüncü dünya ülkelerinden ve Ortadoğu’dan birlikler toplanması yine zayıflıklardan ve parçalılıktan dolayı mümkün değildi. Bu dönemin enternasyonalizm göstergesi, devletin göndereceği maddi yardım ve eğer çok kritikse, müsaitse ordu birlikleriydi. İçinde yaşadığımız dönem ise komünistlerin hem merkezi evrenselci örgütlerini hem de arkalarındaki devlet güçlerini yitirdikleri bir dönem.

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Kıtlık İçinde Sosyalizm: Etiyopya Solu, Unutulmuş Bir “Devrim” ve Ertesi

 (https://kritik.reviews/kitlik-icinde-sosyalizm-etiyopya-solu-unutulmus-bir-devrim-ve-ertesi/)

Kasım 2020’den bu yana Etiyopya’da, merkezi hükümet ile Tigre bölgesel güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Eritre ordusunun da müdahil olduğu açığa çıkan bu mücadele hakkında kasti bir bilgi kirliliği yaratılmış olduğu görülüyor. Taraflar, yapılan katliam, zorbalıklar ve zorunlu göçlerin sorumluluğunu karşı tarafa yüklemekle uğraşırken; uluslararası yardım kuruluşları bölgede olayların sebep olabileceği ciddi bir açlık tehlikesine dikkat çekiyorlar. Yaşanmakta olan çatışmayı -sol bir perspektiften- anlamaya çalışırken, daha geniş tarihsel arka planına göz atmamız kaçınılmaz. Bu da, bizi, artık pek hatırlamadığımız ya da hatırlatılmadığımız bir “devrim”in enkazını eşelemeye götürüyor.

Etiyopya’da 1974 yılında iktidar değişimini getiren olaylar, askeri darbe ve arkasından yaşanan toplumsal dönüşümler, ortaya çıkan rejimin 1991’de yıkılması; uluslararası sol akımların kimine göre “devrim” (yukarıdan, çalınmış, ihanete uğramış versiyonlarıyla beraber), kimine göreyse sadece bir darbe, küçük burjuvazi iktidarı, garnizon sosyalizmi, Bonapartizm, hatta faşizmdi. Bu açıdan 1978-1992 arası Afganistan rejiminin karşılaştığı betimlemelerle benzerliği ortadadır. Açıkçası, bu deneyimlerin Marksistler açısından her fırsatta dillendirilmek istenen hatıralar, birikimler ürettiği pek söylenemez. Ulaş Töre Sivrioğlu’nun Afganistan deneyimi üzerine yazdığı güzel makalesindeki sözleri kullanırsam, bu durum bizi bu deneyimlerin trajedilerini ve olumlu yanlarını kapsamlı şekilde analiz etmekten geri koymamalı. Ortada tam anlamıyla Marksist partilerin olmayışı, işçi sınıfının azlığı, geri kalmışlık, dış koşullar ve zorunluluklar vs. gibi bahaneler bu “mirasın yok sayılmasını ve Marksizm adına yaşananlardan bir sorumluluk payı almama çabasını haklı çıkaramaz.”[i] Bu deneyimler, burjuva propagandistlerinin insanları ikna etmeye çalıştığı gibi topyekün birer “utanç kaynağı” sayılıp tarihin tozlu sayfalarına atılmamalıdır. Böyle saymak, en başta geçmişte oralarda yaşamış ve mücadele etmiş iyi niyetli ve idealist insanların hatıralarına saygısızlık olur.

Gerçi böyle diyerek, bu yazıda böyle kapsamlı ve iddialı bir işe giriştiğim sanılmamalı. Çok daha fazla yerel uzmanlık gerektiren böyle bir çalışma yerine, şimdiye kadar üzerine yazılmış şeylerden erişebildiklerimden kısa bir derleme yapmaya çalışıyorum.


1974’e giden yol

Etiyopya, bilindiği gibi Afrika’da sömürgüleştirilememiş, uzun sayılabilecek bir devlet geleneğine sahip olan, bünyesinde doksandan fazla etnik grubu, birçok dil gruplarını barındıran bir krallıktı. Yirminci yüzyılın büyük kısmında iktidarda olan imparator Haile Selassie kabaca feodal diyebileceğimiz bir toplumsal düzenin tepesinde oturuyordu. Bir takım modernleşme hamleleri yapmış, dış dünyada kendisine etkin ve prestijli bir devlet adamı portresi kazanmış olsa da dünyanın en yoksulları arasında olan ülkesinde tam bir otokrat ve despottu. 1960’da kendisi Güney Amerika turundayken, bazı subaylar ülkede darbe yapmaya kalmış; ancak birkaç günün ardından imparatora bağlı birlikler durumu tersine çevirmişti. Ülkedeki bir diğer önemli çatışma kaynağı da, imparatorun Eritre’nin federe devlet statüsünü kaldırarak doğrudan merkeze bağlaması oldu. 1961’de Eritre Kurtuluş Cephesi (ELF), desteğini daha çok aldığı Müslüman kesime dayanarak, en uzun ve kanlı ayrılık mücadelelerinden birini başlatmış oldu.

Ülkedeki modernleşme adımlarının en bariz sonuçlarından birisi, açılan yüksekokullarda (özellikle başkent Addis Ababa Üniversitesi’nde) eğitim gören öğrenci sayısının artması, dış ülkelere gönderilen öğrencilerle beraber zamanın ruhuna uygun olarak bunların altmışlı yıllarda radikal fikirlerle tanışması ve yaygınlaştırmasıydı. ABD’de, Avrupa’da ve özellikle Cezayir’de okuyan Etiyopyalı öğrenci topluluklarının yayınlarına bakıldığında, ülkenin geri kalmışlığının nasıl tersine çevrilebileceği, nasıl bir kalkınmanın mümkün olduğu ve zamanla hangi tür sosyalizmin ülkeye uygun olduğu, devrimin nasıl başarılacağı, uluslar sorununun nasıl çözüleceğine dair tartışmalarıyla dolu olduğu görülüyordu. Tartışma ve propaganda, kampüs dışına taşmaya başlayınca devlet güçleri daha sert tedbirler almaya başladılar. 1969 Kasım’ında bir öğrenci liderinin öldürülmesi sonrası çatışmalar arttı, birçokları tutuklandı. Rejimin baskısı arttıkça öğrenciler daha etkili ve ses getirici eylem arayışına girdiler. 1972’de başarısız bir uçak kaçırma girişimi sonunda öldürülen yedi kişi arasında hareketin iki önderi de bulunuyordu. Aynı yıl Cezayir’dekiler, “Etiyopya Halkları Kurtuluş Örgütü”nü (EPLO) kurdu. Kurdukları bağlantılarla Filistinli örgütlerden askeri eğitim aldılar. Daha ciddi adımlar atma arifesindelerdi. Artık öğrencilik geride kalmıştı[i].

1974

Etiyopya’da devrimi bu öğrenciler yapmadı. Doğrudan bir etkileri olmadı. Aslında onların etkileri, bütün o çalkantılı yıl öncesi “fikri” altyapıyı hazırlamış olmalarıydı. Kendi küçük burjuva köklerinde ve etkiledikleri kısımlarda sosyalizm fikirlerini, “Toprak İşleyenindir” sloganını yayan ve benimseten onlardı. Ülkeye sosyalizm fikrini sokan ve ülke geleceğinin seyrini bugüne kadar çizen bu öğrenci hareketi oldu.

1974 darbesinin zeminindeki tarihsel sosyolojik etkenler üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Burada bunları uzun uzadıya tartışmak gerekmez. Görünürdeki nedenlere ve olaylar silsilesine kısaca değinmenin yeterli olacağını sanıyorum.

Öncelikle “darbe” tek bir hamlede gelmedi. 12 Eylül 1974’te imparatoru alaşağı etmeden önce, başka bir yazarın sözüyle, “ağır çekim” bir darbe yaşanıyordu zaten. Şubat’ta benzin fiyatlarından şikayetçi olan taksiciler greve gitmişti. Öğretmenler de greve gittiler. Öğrencilerin direnişleri başkentte artarken, cılız da olsa var olan işçi sendikaları da ilk kez genel grev örgütledi. Müslümanlar dini özgürlük ve eşit sayılmak için gösteri düzenliyordu. Ülkede hoşnutsuzluğun en büyük nedeni, bir yıl önce yaşanan ve 200.000’e yakın kişinin öldüğü kıtlığın halktan saklanmış olduğunun açığa çıkmasıydı. Bu arada Eritre’deki çatışma şiddetleniyordu. Bazı bölgelerde askerler, kendilerine verilen yemek ve su karşısında isyan ediyordu.  Bütün bunlara, 80 yaşını geçkin imparatorun olaylara tepki vermesindeki etkisizlik birleşmişti. Temmuz ayında, Derg (yani komite) olarak anılan askerler imparatordan hükümetin istifasını istediler. Üyeleri gizli tutulan yaklaşık 120 kişilik bu komite, değişik birliklerden temsilcilerin olduğu, çoğunluğu düşük rütbeli subaylardan oluşuyordu. Öncelikli amaçları kendi ekonomik durumlarını düzeltmekti. “Önce Etiyopya” sloganının gösterdiği temel bir birliktelik amacı haricinde, başka belirli bir ortak ideolojileri görünmüyordu. Kabine değişikliklerine zorlamanın nihayetinde de 12 Eylül’de sarayında sıra sıra lüks arabaları olan imparatoru bir VW kaplumbağaya bindirerek tahttan indirdiler. Bütün bir yıl süren kitle hareketi iktidarın devrilmesiyle sonuçlanmıştı. Bu, temelde birkaç şehirdeki kitlesel hareketliliğin eseriydi. Nüfusun yüzde sekseninden fazlasını oluşturan köylülüğün bir rolü olmamıştı. Organize sol bir örgütlülüğün olmadığı boşlukta, güce sahip tek odak olan askerler bu açığı kapamıştı.


 Derg, geçici yönetimin başına ilkin komite dışından general Aman’ı koydu. Eritre kökenli olan bu general, Eritre meselesinin çözümünde daha ılımlı olduğu ve Batı yanlısı olduğu iyice belli olunca, Derg onu ve ona yakın eski rejimde üst düzey görev yapmış altmış kişiyi öldürerek tasfiye etti. Kansız başlayan devrim kana bulanmaya başlıyordu.

“Etiyopya Sosyalizmi”nden “Bilimsel Sosyalizm”e

1975’e girerken Derg amacını Etiyopya sosyalizmi olarak açıkladı. Farkedileceği gibi; bu geniş ve muğlak bir sosyalizm anlayışı, kıtanın başka yerlerinde görülebilecek türden, belirsiz bir yönelimdi henüz. Fakat önemli adımlar atılmaya da başlandı. Bankalar ve tüm sanayi kamulaştırıldı. Mart 1975’te tarım reformu açıklandı. Kiliseninkiler de dahil olmak üzere tüm topraklar devlete geçti. Şehirlerde birden fazla konut veya araba mülkiyeti yasaklandı. Orta ve yüksek eğitime bir yıl ara verildi. Öğrenciler, kırsal bölgelere devrimi anlatmaya ve çalışmaya gönderildiler (zemetcha, yani kampanya). Bu, Derg’in başka bir açıdan da işine geliyordu. Şehirlerde öğrenci hareketi içindeki olası rakip iktidar adaylarını uzaklaştırmış olacaklardı böylece. Öğrenciler, kırlara gönderildi. Şehir ve köylerde oluşturulan mahalli örgütlenme birimlerinin (kebele) oturtulmasında yardım ettiler. Halkın büyük çoğunluğu tarafından da kabul gördüler. Eski feodal zümreler etkili biçimde tasfiye edildi.

1975 yılında hala Derg’in neye yöneleceği noktasında belirsizlik vardı. Bu sırada, kökleri doğrudan devrim öncesi gençlik hareketinde olan ve askerler dışında sivrilmiş iki sivil grup vardı. EPLO partileşti ve ülkenin ilk partisi olarak “Etiyopya Halk Devrimci Partisi” (EPRP) adını aldı. Çıkardıkları Demokrasi gazetesinin, Derg’in yayınlarından daha fazla etkisi vardı. Ülkenin işçi sendikalarında nüfuzu vardı. Askerlerden derhal yönetimi geçici bir halk hükümetine bırakmalarını istiyorlardı. Bu yönde faaliyetleri sebebiyle Derg, sendikaları, kadın ve gençlik örgütlerini kapatarak, sadece kendi güdümünde olacak benzer örgütler kurma yolunu seçti. Bu adımlar, EPRP’nin Derg’i faşist olarak nitelendirmeye sevk etti. İkinci grup, “Tüm Etiyopya Sosyalist Hareketi” (MEISON) idi. EPRP gibi, o da anti-revizyonist yönelimliydi. Aralarındaki fark, MEISON’ın Derg’e eleştirel destek vermesiydi. İzleyen yılda, rejimin konsolidasyonunu sağlama açısından belki de en önemli kişiler MEISON liderleri oldu. Tepede oluşturulan politbüro benzeri yapıda baskın duruma geldiler. Rejimin parti okulu gibi çalışan kurumunda onların sözü geçiyordu. Ayrıca, şehirlerde oluşturulan mahalli milis güçleri yoluyla silahlı bir güce de eriştiği söylenebilirdi. Rejimin 1976’da ilan ettiği “Milli Demokratik Devrim Programı”nı liderleri Haile Fida’nın kaleme aldığı söyleniyordu. Bu program Maocu “Yeni Demokrasi” anlayışı ile Sovyetik “kapitalist olmayan kalkınma” teorilerinin bir karışımı gibiydi. Yapılacaklar listesi yazılmış ama bunları kimin hayata geçireceği (parti) yazılmamıştı. MEISON ve EPRP, temelde eski devlet bürokrasisinin parçalanıp yerine kitle örgütlerinin konmasını talep ediyordu[i]. Ayrıca Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkında (UKKTH) çok daha ısrarcıydılar. Bu iki konuda Derg’in hızlı ve radikal adımlar atmaya isteği yoktu. UKKTH tanınmakla beraber, özerklik ayarlamalarının yeterli olacağını düşünüyor; Eritre ayrılıkçılarına karşı savaşı şiddetle sürdürmekten yana tavır koyuyordu.

1971’de Maocu “Eritre Halk Kurtuluş Cephesi” (EPLF), ELF’den ayrılarak kuruldu. Sadece Müslümanlara değil Hristiyan halka da dayanarak güç alan parti, Çin’de eğitim görmüş Isaias Afewerki liderliğinde kısa sürede ELF’yi ekarte ederek Eritre’deki mücadelenin öncü bayrağını ele aldı. 1975’te Tigreli öğrenciler “Tigre Halk Kurtuluş Cephesi”ni (TPLF) kurdu. Aynı dönemlerde “Oromo Kurtuluş Cephesi” (OLF) ile “Afar Kurtuluş Cephesi” (ALF) de kurulmuştu. “Batı Somali Kurtuluş Cephesi” (WSLF) de Ogaden bölgesini tekrar Büyük Somali çatısı altında birleştirmek istiyordu. Bütün bu ayrılıkçı talepler karşısında Derg, eski imparatorun ve hakim millet durumunda olduğu varsayılan Amhara merkeziyetçiliğinin politikalarını devam ettirdi.



Sol içinde EPRP ile MEISON arasındaki anlaşmazlık zamanla silahlı mücadeleye dönüştü. EPRP faşist addettiği rejime karşı en ufak bir yakınlaşma göstermekten kaçınıyordu. Bir süre sonra şehirlerde silahlı gruplar oluşturarak MEISON ve rejim yöneticilerine suikastler yapmaya, sabotajlara kalkıştı. Ayrıca Tigre kırsalında gerilla birlikleri oluşturmaya da başladı (ki, bunlar da UKTTH tartışmaları yüzünden sonradan TPLF ile çarpışacaktı). 11 Eylül 1976’da, Etiyopya takvimiyle yılbaşında, Derg yönetimi EPRP’yi bir numaralı düşman ilan ederek savaş açtı. “Beyaz terör”e karşı “kızıl terör” ilan ettiler. İki taraf da lümpen unsurları silahlandırıp birbirlerine karşı kullanıyordu. Derg’e bağlı kebele milisleri, kuşkulandıklarına işkence ediyor, onları yargısız topluca öldürüyor ve cesetlerin kaldırılmasına bir müddet izin vermiyordu. Üzerilerine “karşı-devrimci” tarzı yazılar iliştirilip günlerce sokakta bekletiliyordu. Öldürülenlerin yakınlarından, harcanan kurşunlar için para isteniyordu. Etiyopya devrimine kötü şöhretini veren “Kızıl Terör” barbarlığında kaç kişinin öldürüldüğüne dair tahminler oldukça belirsiz: Birkaç on binden birkaç yüz bine kadar değişiyor!

Kızıl terör en büyük muhalif güç EPRP’yi neredeyse tamamen kazıdı. MEISON’un ulaştığı güçten rahatsız olan Derg lideri Mengistu, 1977 yazında kızıl terörü bu kez onlar üstüne saldı. MEISON rejimle bağını hızla kesip illegaliteye geçse de kısa zamanda tamamen etkisizleşmekten kurtulamadı. Bu iki güç dışında eski öğrenci grubundan entelektüellerin başında olduğu grupçuklar da zamanla tasfiye edildiler ya da Derg bünyesine içerildiler.

Derg, eşitler arası bir komite gibi gözükse de albay Mengistu etrafında toplaşan bir esas çekirdek grup vardı. Mengistu solu ezdiği gibi, Derg içindeki rakiplerini de zamanla tasfiye edip gücü kendinde topladı. En son, 3 Şubat 1977’de sarayda yaşanan bir silahlı çatışmada en yakınındaki ismi de karşı-devrimcilikle suçlayıp ortadan kaldırınca artık tek adam olmuş, Sovyetler Birliği’nden hızlı bir destek mesajı almıştı.


Mengistu rakip sivil solu ezmişti fakat sıkıntıları son bulmamıştı. 1977 yılında Araplardan ve Sudan’dan yardım alan Eritre ayrılıkçıları kısmi başarılar elde etmişti. Ülkenin on dört bölgesinin sekizinde ayrılıkçı hareketler mevzi kazanmıştı. Somali’deki sosyalist hükümet, hak iddia ettiği Ogaden’de ayrılıkçılara açıktan destek veriyordu. Sovyet silahlarıyla iyice güçlenen Somali ordusu, Etiyopya’nın içine düştüğü devrimci karmaşadan yararlanmak istiyordu. Derg henüz ABD ile köprüleri atmamıştı; hatta yakın zamanda modern F5’lerle uçak filosunu güçlendirebilmişti. Fakat daha fazla silah ve yedek parça talebini (Eritre’deki hak ihlalleri sebebiyle) ABD’nin reddetmesi, üstelik ülkedeki Kagnew dinleme üssünü kapatacaklarını ilan etmeleri Derg’e ABD ile ilişkileri kesme bahanesi verdi.

Derg bir süredir zaten Sovyetlerle yakınlaşmış, birçok kadroyu eğitim için Doğu Bloku ülkelerine göndermişti. Sovyetler ise gelişmeleri olumlu gördüğünü ilan etmekle beraber, birkaç yıldır Derg’in atacağı adımları bekliyordu. Kaldı ki, Afrika Boynuzu'ndaki asıl müttefikleri Somali’ydi. Etiyopya ile yakınlaşma, Somali ile olan ilişkileri bozabilirdi.

Etiyopya ile Somali arasındaki ihtilafı çözmek için 1977 başlarında devreye Fidel Castro girdi. Tarafları aynı masa etrafında bir araya getirmiş ve Etiyopya, Somali, Güney Yemen, Cibuti arasında bir sosyalist federasyon kurulmasını önermişti. Plan, muhtemelen Sovyetlerin hazırladığı bir öneriydi. Castro’nun arabuluculuk rolü başarısız oldu. Siad Barre, Büyük Somali hayalinde ısrar ediyordu. Castro da şovenistlikle suçladığı Barre karşısında Mengistu’yu destekleme tavrı aldı. Ülkeye on iki bin asker ve danışman yolladı. Sovyetlerin de tercihi Etiyopya’ya kaydı. En başta, Barre rejimi güvenilir gözükmüyordu. Hep taraf değiştirecekmiş gibi yapan, fazla ABD ve Arap yanlısı bir yönetimdi. Ayrıca Somali sosyalizminin Müslüman bir toplumda ayakta durması hususunda şüpheler vardı. Etiyopya ise, büyük nüfusu, ordusu, prestiji ve Afrika Birliği Örgütü’ne ev sahipliği yapmasıyla daha sağlam bir sosyalizm adayı idi.

1977 yazında Ogaden ayrılıkçılarının yanına, üniformalarını çıkarıp gerilla kılığına giren Somali birlikleri de katılmaya başladı. Bu sırada Mengistu Moskova’ya gitmiş ve bir milyar dolarlık yüklü bir silah anlaşması imzalamıştı. 1973 Arap-İsrail savaşı sırasında ABD’nin İsrail’e silah sevkiyatına benzer biçimde, Sovyetler, içinde 50 Mig uçağı, 200 tank ve taşıyıcı, helikopterler vs. olan büyük çaplı bir operasyona girişti. Sevkiyatı öğrenen Somali, Sovyetlerle ilişkiyi kesti ve ülkesindeki Sovyet subaylarını sınır dışı etti. Öyle ki, sadece birkaç hafta önce Somali ordusuna danışmanlık yapan generaller bu kez Etiyopya karargahına geçtiler. Konvansiyonel savaş başladığında iki tarafta da Frunze Askeri Akademisi mezunu birçok subay birbirleriyle savaşıyordu. Askeri yardım tam anlamda ulaşana değin, karada üstün olan Somali tarafı iç bölgelere ilerleyip zaferler kazandı. 1978 Şubat’ında Sovyet-Etiyopya-Küba ve Yemen birliklerinin karşı taarruzu başladı ve üstün donanımın yardımıyla hızla sonuca ulaştı. Arap destekli Somali ordusu bozguna uğrayıp sınırlarına çekildi[i].


Mengusti için sıra Eritre ayrılıkçılarını püskürtmeye gelmişti. Küba birlikleri Eritre’deki operasyonlarda muharip güç olarak yer almadı. Bunda, Sovyetler dışındaki komünist hareket içinde EPLF’nin mücadelesinin haklı görülmesi yatıyordu. Aslında Sovyetlerin de Mengistu’nun Eritre meselesini ele alışındaki tavizsizliğinden, şiddete meyyalliğinden hoşnut olduğu söylenemezdi.

1970’ler biterken Mengistu muhalefeti ezmiş ve kısmen rahatlamıştı. Artık rejimin konsolidasyonu için, kitlesel meşruiyetini sağlamlaştırmak için, Sovyetlerin de bu kadar ısrarcı olduğu öncü partiyi oluşturmaya daha fazla odaklanabilecekti.

Etiyopya Demokratik Halk Cumhuriyeti

Ortada olmayan partinin kuruluşu ancak devrimin onuncu yılında tamamlandı: “Etiyopya İşçi Partisi”. 1987’de kabul edilen yeni anayasa ile de ülkenin adı konulabilmişti. Yalnız belirtmek gerekir ki, geriye doğru bakıldığında bir ülkede sosyalizmi kurmak için olabilecek en uygunsuz döneme denk gelmişlerdi. Hala ayrılıkçı hareketlerle savaştıkları bir dönemde, periyodik olarak yaşadığı kuraklıklar sonucu 1984’teki dünyayı ayağa kaldıran açlık tehlikesiyle baş başa kaldılar. Burjuva propagandistleri suçu yine sosyalizme yükleseler de, kuraklığın sorumlusu Addis Ababa yönetimi değildi. Evet, özellikle Tigre bölgesini etkileyen felaket esnasında hala TPLF ile didiştikleri doğruydu; daha sonraki zorunlu kırsal yeniden yerleştirme programlarının olumsuz etkileri de ortadaydı. Sonuçta genel olarak bakıldığında tarımsal üretimin seksenli yıllarda arttırılamadığı, dünyanın en yoksul ülkesinin sosyalizmi kurmak bir tarafa, daha kendi halkını besleyemediği ortadaydı. Büyük hedeflerle hazırlanmış on yıllık kalkınma planları tutturulamamıştı. Üretim arttırılamadığı gibi, olan miktar iyice büyütülen bürokrasi ve ordunun harcamalarında kullanıldı. Orduyu ayakta tutmak neredeyse ülke ekonomisinin yarısını yutuyordu. Dönem içinde Sovyetlerden on milyar dolarlık özellikle askeri yardım ve borç birikmişti. Ülkenin geleneksel ihraç malı olan kahvesiyle böyle büyük tutarları karşılayabilmesi ve bir ilk sermaye birikimi sağlaması olanaksızdı. Rejim, ekonomide bir milim dahi ilerleyememiş; aynı zamanda halkın bağımsız örgütlenmesine izin vermek yerine, yukarıdan direktiflerle pasifize etmişti. Grev hakkı olmayan işçilerin reel ücretleri düşmüştü. Derken, Gorbaçov ve reformları dönemi geldi. Bunun anlamı, Sovyetlerin artık açık çekler yazmakta eskisi gibi istekli olmayacağıydı[i].



Seksenlerin sonu itibariyle Etiyopya ordusu EPLF ve TPLF karşısında moral açıdan yıpranmış, ardı ardına mevzi kaybedip çekilen, subay intihar ve infazlarının sıkça görüldüğü, askerlerin firar ettiği bir durumdaydı. Eritre ve Tigre’deki hareketler birçok alanı kontrol ettiği gibi artık başkente doğru ilerlemeye başlıyordu. Mayıs 1989’da Mengistu’nun silah bulabilmek için Doğu Almanya’ya gitmesini fırsat bilen bazı generaller darbe yapmaya kalktıysa da Mengistu’ya bağlı birliklerce tutuklandılar. Mengistu dünyada ve ülkesindeki gelişmelere bakıp Etiyopya’da sosyalizmin yürüyemeceğini söyledi. Partisinin adını “Etiyopya Demokratik Birliği Partisi”ne çevirdiğini ilan etti. Bu özellikle Batı’ya yönelik bir mesajdı. Yurtdışındaki gizli görüşmelerde TPLF ile uzlaşmaya çalıştı ancak sonunda Mayıs 1991’de halen yaşadığı Zimbabwe’ye kaçmak zorunda kaldı. 23 Mayıs’ta, bir başka “Marksist” iddialı güç olan TPLF başkente girmeden birkaç gün önce meydandaki büyük Lenin heykeli yıkıldı.


Yeni “Devrimci Demokrat” rejim

TPLF, Sovyetik Derg rejimine karşı anti-revizyonist pozisyonu savunan bir Marksist örgütlenmeydi. Fakat asıl belirgin yönleri ulusal sorun karşısında duruşları ve UKKTH çerçevesinde Tigre halkının bağımsızlığı veya özerkliğini hedeflemeleriydi. Cephe içinde öncülük yapan kadrolar Arnavutluk Emek Partisi çizgisini kabul ediyordu. Hatta 1985’te yurtdışından AEP’ci partilerden delegasyonların da geldiği bir toplantıyla “Tigre Marksist-Leninist Birliği” (MLLT) kuruluşu ilan edilmişti. TPLF önce bölge halkının güvenini kazandı. Derg’in, özellikle dine karşı bazı aşırılıklarını tekrarlamıyor, kıtlık sırasında halkın yurtdışındaki yardım noktalarına ulaştırılmasını organize ediyordu. Seksenlerin ikinci yarısında artık kendi bölgesi dışına taşıyordu. 1988’de ülkenin farklı bölgelerinden (Amhara, Oromo ve Güney Etiyopya) kendisine yakın güçlerle beraber “Etiyopya Devrimci Demokrat Halk Cephesi” (EPRDF) kuruldu. Bu cephede her yönüyle baskın olan TPLF idi. Hızlı sayılacak sürede Derg’i devirip iktidarı ele aldılar. Bu arada, EPLF de Eritre’yi ele geçirdi.

Doğu Bloğunun çöküşü Batı’da büyük tantanalarla alkışlandığı bir zamanda, Afrika’da bir ülkede AEP çizgisindeki Hocacı bir Marksist partinin iktidara yürümesi garip karşılanıyordu dünyada. Belki sadece AEP’ci partiler TPLF’den umutluydu[i]. Fakat TPLF lideri Meles Zenawi’nin çark etmesi fazla uzun sürmedi. Zenawi Batılı başkentlerde emperyalist siyasetçi ve kapitalistlere artık Marksizmi terk ettiklerini inandırmak için uğraşıyordu. Serbest piyasa ekonomisini, liberal siyasi çoğulculuğu kabul ettiklerini söylüyordu. Belki şöyle denebilir: Zenawi, Etiyopya’nın Deng Xiaoping’i olmaya çalışan bir eski Hocacıydı. O ulusal ve uluslararası konjonktürde ve iktidar konfigürasyonunda, Sovyet ya da Arnavutluk tipi bir rejimin, bir büyük dış donör olmadan ayakta durması mümkün değildi. “Devrimci demokrasi” başlıklı yeni programlarında, eski ideolojik kabullerinin birçoğunun yaşadığı kolayla görülebilirdi: “demokratik merkeziyetçilik”, UKKTH, öncü parti, kalkınmacılık gibi…


EPRDF önderliğindeki geçici yönetim ülkenin yeniden yapılandırılması için diğer ulusal aktörlere çağrı yaptı. Fakat, halen cılız bir halde yaşamakta olan EPRP ve MEISON gibi eski sol partiler bu sürecin dışında tutuldular. Tigre ülke nüfusunun sadece yüzde altısını oluştursa da TPLF’nin egemenliğindeki EPRDF yeni rejimi şekillendiren güç oldu. İlkin Eritre’nin bağımsızlığı resmen tanındı. 1995’teki yeni anayasayla ülkenin siyasal örgütlenmesi etnik temelli bir federalizm şeklinde düzenlendi. Anayasadaki bir maddeye göre her federe devlete ayrılma hakkı da tanındı. Bu, imparatorluk ve Derg rejimleri geleneğinden oldukça radikal bir kopuşu simgeliyordu.

Ekonomik anlamda EPRDF, Derg rejiminin bazı politikalarını tersine çevirdi. Örneğin popüler olmayan ve verimsiz devlet çiftlikleri satıldı. Ekonomideki kimi kontroller ve kolektivizm örnekleri kaldırıldı. İktisatçı Stiglitz’in o yıllarda bizzat tecrübe ettiği gibi, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların önerdiği şekilde büyük ölçekli özelleştirmeler ise yapılmadı. Yani devlet, ekonominin kontrollerini elinden bırakmadı. Çoğu devlet kuruluşu, partiye yakın fonlara veya işadamlarına devredildi.

1998 yılında eski yoldaşlar Zenawi ile Afwerki savaşa tutuştu. İki yıl süren savaşı bitiren Zenawi, TPLF içinde savaşın sürmesini isteyen daha şahin ve sol kanadı onları “Bonapartist” ve devlete bağlı asalak ve rantiyerler ilan ederek tasfiye etti. Böylece tek adamlığı daha da pekişti. 2000’lerle beraber federal devleti bir arada tutmak için daha birlikçi bir söylem kullanılmaya başlandı. Ayrıca neo-liberal politikalar karşısında, devletin çok daha aktif bir rol oynadığı Uzakdoğu Asya kalkınma modellerinden ilham alan bir kalkınmacılık ve yoksulluğu önleme kampanyasına girişildi.

2005’teki seçimlerde muhalefet cephesi mecliste üçte bir sandalye payı almayı başarmıştı. Daha çok federalizmi ülke birliğine bir tehdit olarak gören Amharalılardan oluşan bu muhalefeti EPRDF zor ve baskı yollarını kullanarak ezdi. Meles Zenawi’nin 2012’de ölümü sonrası TPLF’nin iktidar bloğundaki payı zayıfladı; Zenawi’nin yerine daha silik bir başkan oturdu. Birkaç yıl sonra Amhara ve Oromo bölgeleri temelli isyanlar karşısında hükümet sıkıyönetim ilan etti. EPRDF, bu tür isyanlar sonrası her zaman yaptığı gibi, parti içinde yolsuzluk ve kayırmacılığa karşı savaşa açacağını, reformlara gideceğini duyurdu; ancak bu, başkanın istifa etmesini önleyemedi. Bu istifayla birlikte TPLF iktidarı fiilen son bulmuş oldu; çünkü yerine geçen kişi, ilk ismini devrimin (Abhiyot) kısaltmasından almış olsa da partiyle köprüleri atacaktı. TPLF’nin eski istihbarat liderlerinden biri olan Abiy Ahmed, Oromo bölgesindendi. Amhara ve Oromo bölgeleri, TPLF’ye karşı birleşmiş ve EPRDF’nin adını değiştirerek Refah Partisi’ni kurmuştu. Reform vaatleri vardı. Siyasi mahkumları serbest bıraktı. Eritre ile yeni bir barış antlaşması imzaladı. Sonunda Nobel Barış Ödülü’nü aldı.

Son kriz öncesi, Abiy’in ülkeyi seçime götürmesi gerekiyordu. Covid-19 nedeniyle ertelediği seçimleri TPLF kendi bölgesinde gerçekleştirdi ve oyların %90’ını aldığını duyurdu. Abiy’i seçimlerden kaçmakla suçladı. Kasım 2020’de Tigre’de orduya yapılan saldırılar sonrası, Etiyopya ve Eritre orduları Tigre’yi işgal etti. Fakat yakın zamanda bu kez Tigre güçlerinin, karşısındakileri kısmen püskürttüğünü gördük.

TPLF ile Abiy yönetimi arasında esaslı bir farklılık bulunuyor mu diye sorabiliriz. Özellikle 2000’ler sonrası TPLF iktidarında “kalkınmacı devlet” modeliyle oldukça hızlı ve temposunu kaybetmeyen bir büyüme yakalandığı görülüyordu. Devlet; enerji, ulaştırma, haberleşme ve tarım sektörlerinde yüksek oranlarda altyapı yatırımlarına imza atmıştı. Büyük örnekler arasında, Nil üzerindeki tartışmalı yeni Rönesans barajı, Çinlilerin tamamladığı Addis Ababa-Cibuti tren yolu modernizasyonu bulunuyor. Çinliler yol yapımında etkinler ve yabancı sermaye noktasında önde geliyor (Onu Türkiye ve Hindistan takip ediyor.) Tarımsal modernizasyonun yanında tekstil, dericilik ve gıda alanlarında da sanayi gelişiyordu. Yine de sıkıntı, dış borçların birikmesi. İhracat geleneksel olarak kahve ve bitkisel yağ gibi ürünlere dayandıkça, ülkenin bu denli artan yatırımlarını finanse edecek iç kaynağı yaratamıyor. Bir bütün halde, ülkenin dışa bağımlılığı sürüyor, denilebilir. IMF programlarına uymaya pek hevesli olmasalar da Batılı dış yardım ve krediler, Arap, Çin ve Türk yatırımcılar ülkede çarkların dönmesi için gerekli. Aslında ülkede klikler arası iktidar mücadelesi, bu dış aktörlerin birine dayanmak veya onları dengeleyici bir siyaset izlemede kimin öne çıkacağıyla ilgili bir durum. İşçileri veya emekçi kitlelerin çıkarını korumak gibi bir dertleri yok. Rekor sayılabilecek büyüme oranları, giderek artan gelir eşitsizliğini gizliyor. Yoksulun tarafında olduğu, ülkede yoksulluğu azalttığı propagandası yapılan TPLF’in yaptığı tam bir yandaş rant sistemi kurmak olmuştu. Ülkede dolar milyonerlerin artmasıyla övünülüyordu (Bunların en başında da Etiyopya kökenli, dünyada en zengin ikinci Suud vatandaşı olan Muhammed al Amoudi var.) Bir de, Türkiye’nin büyükelçilik websitesine baktığınızda, Etiyopya’daki yatırım ortamı anlatılırken işçi maliyetinin nasıl düşük olduğunu, ülkede sosyal güvenlik sisteminin, emeklilik giderlerinin olmayışından bahsedilmesini bu resmin karşısına koyabiliriz. Dış ilişkiler açısından taraflardan birinin daha Batıcı, ötekinin daha Çinci vs. olduğu da pek fark etmiyor; çünkü bu bölgede koalisyonlar çok sık değişiyor. Dün yoldaşlık yapanlar, iki gün sonra kanlı bıçaklı olabiliyor. Yarın, yakın bir gelecekte Mısır ve Sudan’la doğması muhtemel bir su savaşında ittifakların her zaman değişebileceğini öngörebiliriz.

*

Karşımızdaki aktörler, çoktan Marksist ideolojilerini terk etmiş yapıların günümüze uzanan silik versiyonları.  Temel kaygı ve motivasyonları, etno-milliyetçiliğe dayanıyor. Bitirirken, şu noktayı belirteyim: Çok etnisiteli siyasi toplulukları bir arada tutmada sosyalist hareketlerin başarısız olduğu, milliyetçiliğin türevlerinin her seferinde baskın çıktığını görebiliyoruz. Castro’nun Afrika Boynuzu’nu içeren sosyalist federasyon önerisi gerçekleşebilir miydi? Bileşenler beraber sorunsuz ne kadar yaşayabilirdi? Daha tek bir ülkede (Etiyopya, hadi daha önde SSCB ve Yugoslavya örneklerini de ekleyelim) ulus meselesini halledemeden, daha büyük federasyonlar kurmak daha hayalci gözüküyor. Halbuki, esas amacımız o değil mi?

 


[i] İnternet ortamında erişilebilen “Özgürlük Dünyası”nın 1990, 1991 tarihli değerlendirmelerine şuradan bakılabilir. “Afrika’da devrim ışığı” https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/465-sayi-015/2206-afrikada-devrim-isigi-tigre-bagimsizligina-kavustu-simdi-sira-tum-etiyopyada “Etiyopya’da devrim” https://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/442-sayi-032/2043-etiyopyada-devrim Anlaşılan bir süre daha sürmüş bu heyecan ve beklenti. bak. Yunus Bakihan Çamurdan “Tigre meselesi ve hafıza-i beşer” https://gazete.red/tigre-meselesi-ve-hafiza-i-beser/   


[i] Paul Henze ismini Türkiye solu yakından tanımaktadır. CIA’in Türkiye masasında çalışmış bu isim, uzun yıllar Etiyopya üzerinde de çalışmış; RAND ve diğer kuruluşlar için raporlar yazmıştı. Eline geçen Sovyet belgelerini, GOSPLAN uzman raporlarını ABD için değerlendiriyordu. Oradan Sovyet uzmanların Derg rejimi eleştirilerini öğrenebiliyoruz. Sovyet liderler de ekonominin kötü halinden, Mengistu’nun her sorunu şiddet yoluyla çözmek istemesinden şikayetçidir. EPLF ve TPLF ile masaya oturmasını, sorunları müzakereyle çözmeyi denemesini telkin ediyorlardı. Seksenlerin sonunda zaten rejimi gözden çıkarıp “Ne halin varsa gör” mesajı vereceklerdi. Bak: Paul B. Henze, Ethiopia: The Crisis of a Marxist Economy: Analysis and Text of a Soviet Report, RAND, Nisan 1989. Ayrı bir not olarak, Derg rejiminden kalan Sovyet alacakları pek ödenmedi. Sonraki yıllarda, Rusya bu borçların büyük kısmını silecekti. 


[i] Etiyopya’ya Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle Doğu Almanya silah ve istihbarat konularında yardım ediyordu. Kuzey Kore işbölümünde askeri eğitim noktasında uzmandı. Kaddafi mali destek veriyordu. İsrail, Mengistu rejimiyle gizli ilişkilerini sürdürmeyi ve zaman zaman yardım etmeyi sürdürmüştü; çünkü Müslüman bir Eritre’nin Kızıl Deniz’i bir Arap iç denizine dönüştürmesini önlemek istiyordu. Somali tarafı ise gerici Arap rejimleri, Mısır, İran, Pakistan, ABD ve Çin destekliydi. Afrika Birliği ise tarihsel olgular ne olursa olsun sınırı ihlal eden taraf Somali olduğu için karşı taraftaydı. Somali yenildiğinde uluslararası arenada soyutlanmıştı. Bir daha da ülke belini doğrultamadı.    


[i] 1974 öncesi öğrenci hareketi üzerine birçok kaynak bulunabilir. Ayrıntılı ama taraflı (Maocu) bir bakış için: I.S. Horst, Like Ho Chi Minh! Like Che Guevara! The Revolutionary Left in Ethiopia, 1969-1979, Foreign Language Press, 2020. Yazarın kitabı oluştururken tuttuğu blog: http://abyotawi.blogspot.com/



[i] Ulaş Töre Sivrioğlu, “Afganistan’da ‘Marksist’ İktidar Deneyimi (1978-1992)”, Teori ve Politika, Sayı:80-81, Bahar-Yaz 2020, s.254-305

29 Mayıs 2021 Cumartesi

F-Kelimesini Hatalı Kullanmak

F-Kelimesini Hatalı Kullanmak

Jack Conrad

https://weeklyworker.co.uk/worker/1349/misusing-the-f-word/

 

Liberal ve sol kamuoyu, uç-sağın birbiri ardına gelen seçim zaferleri sonrası dehşete düşmüş yahut şaşkına dönmüş durumda: Hindistan’da Modi ve BJP, Filipinler’de Duterte, Brezilya’da Bolsonaro gibi. Rusya, Japonya, Türkiye, Sri Lanka ve İsrail’den de söz edilebilir. Her şeyden önce de Donald J. Trump geliyor. 3 Kasım 2020’de gerek seçmenler gerek de seçiciler kurulu oyları açısından kesin bir yenilgi almış olsa bile, hala 74 milyon oyu vardı. Bu miktar, ABD tarihinde seçime başkan olarak giren adaylar arasında geçmişte Barack Obama’nın rekorunu yedi milyon farkla kırıyordu.

Aynı şekilde, Trump Cumhuriyetçi Parti’yi sıkıca kontrol etmeyi de sürdürüyor. Cumhuriyetçi Parti taraftarlarının çoğu, Joe Biden’ın seçimi hile ile kazandığına inanıyor, böyle söylüyorlar. Bunlar, Cumhuriyetçi Parti temsilcilerinden Trump’ın ekonomik, sosyal ve dış politikalarını devam ettirmesini istiyor. Trump’ın yeniden aday olmasını istiyorlar; görebildiğimiz kadarıyla, bu pek de olanaksız gözükmüyor. Eğer Biden’ın yeniden ayarlanmış Keynesyenizmi başarısız olursa, Trump’ın 2024 seçimlerini kazanması ve 47. başkan olması pekala mümkün.

Uç-sağ salgınından Avrupa da muaf değil. Tam tersine. Polonya ve Macaristan’da iktidardalar. Polonya’daki “Kanun ve Adalet Partisi” (PiS) ve Macaristan’daki Fidesz; illiberal, göçmen karşıtı, anti-komünist, anti-gay ve eser miktarın çok ötelerinde anti-semitik partiler. Kendi sağlarında da dikkate değer ölçekte örgütler var. Macaristan meclisindeki ikinci büyük parti Jobbik, II. Dünya Savaşı’ndaki Nazi işbirlikçisi Miklos Horthy için özel bir muhabbet besliyor. Parti ayrıca silahsız “yurttaş kuvvetleri” Magyar Garda Mozgalom ile yakın ilişkide. Polonya’da, sağ liberteryanlar, monarşistler ve şovenistlerin bir çeşit birliği olan Konfederacja Ekim 2019 meclis seçimlerinde 11 sandalye kazandı. Konfederacja’nın “Hristiyan değerleri”ne sahip çıkarak, Polonya’ya yönelik uluslararası Yahudi komplosuna karşı çıktığını eklememize gerek yoktur sanırım[i].


Sonra Fransa’da Marine Le Pen’in Milliyetçi Hareketi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, Almanya’da Alternatif, Danimarka Halk Partisi, Fin, İsveç Demokratları, İtalya’da Kuzey Birlik, İspanya’da Vox, ve diğerleri var. Hepsi de yakın zamanda %10 ile %30 arası oy alıyor.

Peki bu küresel, küresel olduğu kadar da komplike ve her biri kendi ulusal geçmişleriyle, koşul ve dinamikleriyle renklenip şekillenen bu fenomeni nasıl değerlendirmeliyiz?

Trump zaten uzunca bir süredir faşist olduğu veya faşist yönelime girdiği için suçlanıyordu[2]. Bu, Kasım 2020 seçim süreci ve başarısız 6 Ocak 2021 darbe girişimi için özellikle revaçtaydı. Alexandria Ocasio-Cortez, Trump’ın “eşikte bekleyen faşizm” olduğu uyarısını yapmıştı[3]. Nick Cohen, eğer Trump bir faşist gibi görünüyor ve bir faşist gibi davranıyorsa, belki de gerçekten bir faşist olabileceği akıl yürütmesini yapıyordu[4]. Bir de, Trump’ın sadece, kimi “faşist özelliklere” sahip olduğunu düşünenler vardı[5]. Bu terimi, düzenli Weekly Worker yazarlarından, ABD’nin uzun süreli devrimci sosyalistlerinden biri olan Daniel Lazare kullanıyordu.

Ekonomistik eğilimde olan solda birçoklarına göre (en bariz olarak Sosyalist İşçi Partisi –SWP- ve onun enternasyonal örgütünden geriye kalanlar arasında) bu “ağır çekim” 1930’lardı[6]. Dünya, yeniden faşizme doğru bir yürüyüşe tanıklık ediyordu. Bu nedenle de, Irkçılığa Karşı Cephesi’nin (sendika bürokrasisi, bir kısım yüzeysel İşçi Partisi milletvekili, pek değerli radikaller ve bir sürü ruhani liderin olduğu “Stand Up To Racism”) pozisyonu şöyleydi: “Nefret suçları ve uç-sağ saldırılar iyice yaygınlaşmış durumda. Irkçı ve faşist sağ, 1930’lardan bu yana en büyük yükseliş sürecini yaşıyor.”[7]

Bugünkü uç-sağ partilerin ideolojik öncülleri arasında, 1920’ler ve 1930’lar “klasik” faşistlerinin olduğu doğrudur. Fakat en aşırı Holocaust inkarcıları, gayrı-resmi dövüş bölükleri, tarihte olanlardan pişmanlık duymayan Hitler fanları bugün çoğu zaman kendilerinden uzak durulan, kaçınılan, hatta yasaklanan kimselerdir. Polonya, bir beyaz üstünlükçüsü ve alt-right figürü olan Amerikalı Richard Spencer’ı men etmiş; Marine Le Pen daha az toksik bir imaj sunmak için kendi babası Jean-Marie Le Pen kovmuştu. Viktor Orban’ın Fidesz hükümeti Magyar Garda Mozgalom’u yasaklamıştı. Şu an tümüyle marjinalize olmuş İngiliz UKIP bile halen eski British National Party (BNP) üyelerini üyeliğe kabul etmemektedir.

Değerlendirme

Bu makaledeki amacım altı tane. İlkin, yalın, tam ve tarihsel olarak kökleşmiş tanımların siyasal yararları üzerinde ısrar etmek. İkinci olarak, “faşist” tehlike üzerine devamlı yalandan imdat istemenin ve ılımlı muhafazakar/liberal kamuoyunu anti-faşist mücadeleye katmak üzere onlara kur yapmanın kayıtsızlık ürettiğini, kafa karışıklığını arttırdığını ve nihai olarak kendimize zarar verdiğini göstermek. Üçüncü olarak, on dokuzuncu yüzyıl öncülleri denebilecek şeyleri ele almak. Dördüncüsü, faşizmi uygun tarihsel ve sosyo-ekonomik bağlama yerleştirmek. Beşincisi, faşizmin burjuva egemen çevreler tarafından nasıl açıklandığını, hangi prizmalar yoluyla teorik olarak değerlendirildiğini incelemek. Altıncı olarak da günümüzdeki durumu ele almak.

İlk ortaya çıkışından bu yana faşizm birçok farklı tanımla karşılanmıştır. (Benito Mussolini, antik Roma’da devlet gücü sembolü olan, ucunda bir balta bulunan değnek demeti fasces’i hareketine sembol olarak almıştı.) Mart 1919’da, terhis edilen askerler, savaş yanlısı eski sendikalistler ve aşırı şovenlerden oluşan 54 kişi programını imzaladığında Mussolini, İtalyan Mücadele Demeti/Birliği’ni (fascisti) oluşturmuştu. Duçe’ye göre faşizm, liberalizme, “tükenmiş demokrasilere”, “Bolşevizmin öfkeli ütopik ruhuna”[8] karşı duruyordu.

Günümüzde, solda faşizm sözcüğü bir siyasi küfürden fazla anlamı olmayacak derecede dejenere edilmiş durumda. Londra’daki metropolitan polis güçleri, fazla heyecanlı göstericilerce düzenli olarak “faşist” diye suçlanıyor; Türkiye’deki gerillacı sol, Kemal Atatürk’ün 1923’te modern devleti kurmasından bu yana ülkenin her hükümetini faşist olarak betimliyor. Faşizm aynı zamanda kolaylıkla, yobaz önyargılarla, özgürlüklerin kısıtlanmasıyla, her türlü milliyetçi şovenizm tezahürüyle eşleştiriliyor. Buna göre, faşizm gelecekteki bir tehlike değil artık. Günümüze de yayılmış bir geçmiş.

Bu kelimeyi kullanmak, muhakkak, söyleyen için duygusal bir katharsis sağlıyor, hedefte kişiden ödüllendirici bir tepki gelmesini de provoke ediyor. Fakat bu, faşizmin hakiki özünü ortaya koymada, kapitalist toplumda tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını, işlevsel olarak karşı-devrimci bir silah olarak nasıl kullanıldığını açıklamada pek fayda sağlamıyor. Bu bir bilgiçlik ya da semantik meselesi değil. Faşizmi tarihten kırpmak, onu az çok, nefret edilecek, gerici, korkutucu, aşağılayıcı bir küfür kelimesi haline indirgemek; bir taraftan 1920’li, 30’lu, 40’lı yıllardaki faşizm kaynaklı devlet baskısı ile olağan devlet baskısı arasında metodolojik bir ayrım yapamadığınız anlamına gelir. Bu ikincisine örnek olarak: 1794 habeas corpus’un askıya alınması, London Corresponding Society’nin kapatılması, William Pitt’in Tory gericiliğinin “Jakobenizm”i bastırmak için düzenli olarak küçük toprak sahiplerini kullanması, Otto von Bismarck’ın 1878 sosyalizm karşıtı yasaları, Amerika’nın geç on dokuzuncu yüzyıl Jim Crow yasaları, Woodrow Wilson’ın 1918 kışkırtıcılığa karşı yasaları, 1950’lerin McCarthy’ci cadı avları, Margaret Thatcher hükümetinin çıkardığı sendika karşıtı yasalar ve madencilerin 1984-85 büyük grevini ezişi…

Faşizme tarihte kök bulmuş tam bir tanım getirmenin; Pitt muhafazakarlarına karşı yumuşaklık, Bismarck’cı kan ve demire meyletme, senatör Joe McCarthy’e sempati duyma, Türk devletini beğenme ya da Thatcherizme yakınlık duyma vs. demek olmadığını söylemek bile gereksizdir. Asıl, faşist olmayanı faşist olarak etiketlemek işçi hareketini karıştırır, elini kolunu bağlar ve onu yanlışa sürükler.

1920’lerin sonu ve 30’ların başında “resmi komünizm”, İşçi Partisi solundan Ramsay MacDonald hükümetine, Alman sosyal demokrasisinden Franklin D. Roosevelt’e kadar her şeyi ve herkesi, dogmatikçe, giderek genişleyen bir faşizm veya faşizme doğru hareketler adı altında sınıflandırmakta ısrarcı oldu. Örneğin, Roosevelt’in “New Deal”i, Britanya’nın en önde gelen komünist düşünürü tarafından “özellikle ekonomik ve endüstriyel alanda, faşist biçimlere geçiş”[9] olarak betimlenmişti (bu kişinin nihayetinde itaatkar da olsa, epeyce zeki olduğu kabul edilmelidir.) Faşizm, varsayıma göre, burjuva demokrasisinin organik bir gelişimiydi. Komintern başkanlık heyetinin güvenilir yöneticilerinden biri olan Dmitry Manuilsky’in yürütme komitesine sunduğu rapora göre, yalnızca bir liberal, “burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir çelişki bulunduğunu kabul ederdi.”[10] Stalin bu yaklaşımı, sosyal demokrasiyle faşizmi “ikiz kardeşler” olarak eşleyerek özetledi[11].

“Üçüncü dönem” teorisi, Almanya Komünist Partisi’nin “sosyal faşist” Sosyal Demokrat Parti ile her türlü ciddi birleşik cephe önerisini reddetmesine yol açtı. SDP kodamanları da böyle önerileri kabul etme eğiliminde değillerdi zaten. Rudolf Hilferding, Otto Wels ve Arthur Crispien gibi liderler, komünistlere karşı “en saldırganca karşıt” bir çizgi istiyordu. Seçimlerde komünistlerin kendilerini “silip geçmek” üzere olmalarından korkuyorlardı[12]. Niyetleri Weimar cumhuriyetini korumak, Nazilerle komünistlere karşı anayasa ve yasallık çerçevesi içinde savaşmaktı. Oysa tabanda işler başka türlü olabilirdi. Diğer bir deyişle, tabandaki bir birleşik cephe, üstteki işlerin seyrini de değiştirebilirdi. Öyle olsaydı ne olurdu, asla bilemeyeceğiz. Ama işlerin gerçekte nasıl olup bittiğini biliyoruz.

Nazilerin oyları %4 düşmesine rağmen, pek de tehlikeli görülmeyen Adolf Hitler, başkan Paul von Hindenburg’un tereddütlü yardımı, şansölye Franz von Papen’in önerisi ile, Alman Milli Halk Partisi’nin koalisyonuyla ve de büyük sanayi, büyük finans ve büyük tarım koalisyonunun desteği ile (Naziler cömertçe finanse ediliyordu[13]) kendini iktidar eyerinin üstüne getirtti. Ocak 1933 sonrası Komünist Parti ve Sosyal Demokrat Parti, şedit Nazi terörünün hedefi oldular: kundaklamalar, dayaklar, suikastler, tutuklamalar, “kaçarken öldürmeler”. İki partiye kapatma kararları hızlıca alındı. Mart 1933’te, sosyal demokrat ve komünist milletvekilleri atılmış bir Reichstag’dan, kendisine diktatoryal yetkiler veren bir kanunu da geçirebilmeyi başardı.

1934-35’de Stalin’in Komünist Enternasyonal’i, ilkin 13. pleniumda sonra da 7. kongrede faşizm analizini “düzeltti.” Georgi Dimitrov, bütün “resmi komünist” partiler tarafından kabul edilen yeni bir formülasyon sundu. Dimitrov faşizmi, “finans sermayenin en gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık ve teröre dayalı diktatörlüğü”[14] olarak yeniden tanımladı. Fakat onun da ilacı, ilk “sosyal faşizm” hastalığından iyi değildi. Faşizm hala, kapitalizmin bir gelişimi olarak görülüyordu. Ancak faşizmin alt edilmesi, kapitalizme karşı devrimci sınıf mücadelesinden de tamamen ayrıştırılıyordu. Sosyal demokratlarla işbirliği yapmayı öğütlemekten de öte, her ülkede (İngiltere, Hindistan, ABD, Fransa, İspanya, Şili vd.) kapı halk cepheleri için ardına kadar açılıyordu. Bu, komünistlerin sermayenin daha az terörist, şoven ve saldırgan temsilcileriyle aynı hizaya girmesine cevaz veriyordu.

Bu parlak fikir, basit aritmetiğe dayalıydı. Komünistler, sosyal demokratlar ve liberaller, faşistlerden çok daha fazla bir miktara ulaşıyordu. Halk cepheleri, bu nedenle hep daha büyük gösteriler, seçimlerde daha fazla oy ve temsilci vaat ediyordu. Bundan sonrası anti-faşist koalisyon hükümetleri ve alınacak bakanlıklar olacaktı. Kapsayıcılık en geçerli formül haline geldi. SWP, aynı mantığı Anti-Nazi League, Stop the War Coalition, Respect, Unite Against Fascism ve Stand Up To Racism gibi derme çatma birlikteliklerinde kullandı. Fakat programatik sınırları belirleyen hep sağ oldu. Ne liberal ekabir, ne Asya kökenli işadamları, ne resmi İşçi Partisi solu, ne de Britanya Müslümanları Birliği kapitalizmle savaşacaktı (belki, zorlanırsa, retorik olarak ve anayasa sınırları dahilinde). Bu türden müttefikleri bir arada tutmak için sosyalist ilkeler, amaçlar ve deklarasyonlar birbiri ardınca feda edilecekti, ta ki toptan bir yok olmaya ulaşıncaya değin. Bu yüzden halk cephelerinin sonu daha fazla güç değil, programatik tasfiyecilik oluyor.

Var olan anayasayı yıkacak, işçi sınıfına iktidarı kazandıracak ve kapitalizmi aşacak bir hükümet oluşturulması yerine; bu anti-faşist, halkçı, ilerici koalisyon hükümeti var olan toplumsal sistem içinde reformlar yapma amacındadır. Sosyalizm bir ultra-sol bölücü sekterlik olarak damgalanarak genel olarak kınanır, direnilir ya da güvenlice uzak bir geleceğe itilerek günümüzden dışlanır.

Uzaklardan Troçki, dördüncü dönemi, çıplak bir sınıf işbirlikçiliği olarak mahkum etmişti. Komintern’in yeni çizgisini, Ağustos 1914’te emperyalistler arası savaş karşısında alçaltıcı bir yenilgi gösteren sosyal demokrasiyle bir tutmuştu. Şöyle dersek, Marseillaise marşı Enternasyonal’i boğmuştu. Komünist Enternasyonal’in “sosyal yurtsever kamp”a katıldığını belirtiyordu[15]. Almanya üzerine yazdıklarıyla Troçki şimdi de güncel olan bazı sonuçlara ulaşmıştı. Faşizm, kapitalist krizin ve kapitalistlerin toplum üzerindeki kontrolünü kaybetmesinin sonucuydu. Bir yönetme sistemi olarak faşizm, burjuvazinin ekonomik olmasa da siyasal iktidardan esaslı olarak el çektirilmesiydi. Kasıla kasıla yürüyen caniler, psikopat katiller ve holiganlar devletin önde gelen makamlarına yerleşiyordu. Askeri diktatörlüklerin zaman zaman liberal ve muhafazakar partileri yasaklandıkları ya da bir süs dekoruna indirgendikleri doğruydu; fakat ordu komutanları da zaten yönetici sınıfın birer mensubuydular. Aynı şey Mussolini ya da Hitler için söylenemezdi (ama Oswald Mosley için söylenebilir).

Kapitalist sınıf için, en azından bir kısmı için, siyasal iktidarın kaybedilmesi kabul edilebilecek bir durumdu. Faşizm, çıldırmış küçük burjuvalardan, lümpen-proletaryadan, hayata küsmüş eski askerlerden mürekkep kitlesel bir plebyen gücü organize eder ve silahlandırır. Fanatik ideolojik bağlılıkları dolayısıyla da Marksizmin “her çeşidi ve rengini” tümden yok etmek için savaşmaya hazırdır. Bu yüzden faşizm içsel olarak askeri emir komuta prensiplerine göre yapılanmıştır. Kara Gömlekliler, “Mussolini ha sempre ragione!” (Mussolini her zaman haklıdır) diye bağırmıştır. Şüphesiz, faşizm “memleketi kurtarma” misyonunu, var olan elitlerin, polis, bürokrasi ve ordu komutanlarının kimi zaman aktif kimi zaman pasif göz yummasıyla yürütmüştür. Sadece komünist öncüler yok edilmezler, işçi sınıfı da “zorunlu bir bölünmüşlük” halinde tutulur[16].

Öncüller

Şüphe yok ki, faşizmin entelektüel kökenleri on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarındadır. Sosyal Darwinizm, ırk sahte-bilimi, devlet tapıncı, romantik milli tarihçilik, anti-semitizm ve enternasyonal sosyalizmin ve organize işçi sınıfının karalanması, I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa yönetici sınıflarının hakim fikirleriydi. Kolonyal imparatorluklar, ırk teorisinde kendilerine dayanak buluyordu. Romantik milli tarih, ülkedeki insan kitlelerini devletin hayali bir topluluğu olarak bağdaştırıyor; Sosyal Darwinizm de onları doğal, hiyerarşik toplumsal düzeniyle uzlaştırıyordu.

Faşist liderler ve onların cırtlak yayıncıları bu hakim fikirleri kendilerince kullanıyor olsalar da, bunu tümüyle demagojik bir tarzda yapıyordu. Amaç bir (karşı) devrim yapmaktı. İktidara giden yolu açmak her şeyden öncelikliydi. Her tür ideolojik manevra, duruş mübahtı. Bu yüzden faşizmin, Aristoteles, Thomas Aquinas, Hegel veya Marx’ta bulunabilecek türden mantıklı bir arka planı yoktu. Mein Kampf’ı okuyun, Mussolini’nin otobiyografisini, ya da Mosley’in “My Life” (Yaşamım) kitabını. Yalanları ve yarı doğruları çıkardığınızda, yazım banal ve çelişkilerle doludur. Aslında hiçbir faşist lider dişe dokunur hiçbir şey yazmamıştır. Faşist ideolojinin “devamlı kayması” sürpriz değildir: “Her açıklama anlık bir durumdan kaynaklanır. Durum değişince de terk edilir.”[17] Faşizm bir takım müphem inançlara sahiptir: liderlik, iradenin gücü, erkekçe disiplin, ulusal kurtuluş. Fakat bunları ve eylemleri sistematik olarak bağlayan bir faşist teori yoktur. İrrasyonalizm, belirleyici özelliktir.

Aynı şekilde, Marie Le Pen’i babasının “faşist kökenleri”[18] yüzünden faşist saymak; Müslüman göçmenleri şeytanlaştırdığı için Victor Orban rejimini bir tür “yumuşak faşizm” saymak[19]; “solcu entelektüelleri tutuklattığı” ve “ülke anayasasını bertaraf ettiği” için Modi’nin BJP hükümetine “faşist” demek[20] de bir abartmayla iştigal etmektir. İrrasyonalizmin liberal bir versiyonu.

Örgütsel olarak, faşizmin on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başları anti-liberal ve anti-sosyalist karşı-devrimci hareketler içinde öncülleri bulunur. Louis Napolyon Bonaparte’ın hareketi ile faşizm arasında gevşek bir analoji kurulabilir. Bunu fazlaca aşırıya vardırmadan, Almanya Komünist Partisi’nin eski liderlerinden olan August Thalheimer uygulamış, başarılı sonuçlara da ulaşmıştı[21]. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş’ında bulduğu etkileyici kavrayıştan yola çıkmıştı. Troçki de “faşizmde Bonapartizmin unsuru bulunduğunu” söyleyecektir[22]. 1848’de Louis Filip’in burjuva monarşisi yıkılır. Halkın, işçi sınıfının başını çektiği devrim, cumhuriyeti yeniden kurar. Fakat ne işçiler ne de burjuvazi iktidarlarını koruyacak kadar güçlüdür. Cavaignac diktatörlüğü Auguste Blanqui’ı yakalayacak ve işçileri bastıracak kadar güçlü olsa da düzeni sağlayamaz. İki sınıf arasında haliyle istikrarsız bir devrim/karşı-devrim karşıtlığı sürer. Bu şartlarda, I. Napolyon’un yeğeni Charles Louis Napolyon Bonaparte talihini bulur.

Bu Napolyon, Fransızların la boheme dedikleri, çürümüş unsurlardan oluşan amorf tabakayı toplar. Bu oynak ama manipüle edilebilir toplumsal tabanla, ustaca bir geniş koalisyon kurar. Proleter ve lümpen-proleterler önüne iyi hazırlanmış devrimci deyişlerle çıkar. Köylüleri, geleneksel aile değerleri ve ulusun görkemini yeniden yüceltmek gibi büyük vaatlerle kazanır. Bu arada, bu Napolyon usuldan finans çevrelerinin yanında yer tutmuştur. CLNB’nin “grotesk bir vasatlık” olmadığı açıktır. 1851’de Fransız ordusunun yardımıyla, bir kendi kendine darbeyle iktidarı alır. Bonapartist devlet kendini toplumdan üste çıkarmıştır. Burjuva siyasal iktidarı bitmiş ama burjuva ekonomik iktidarı, işçi sınıfı tehdidinden de kurtulmuştur.

Boulangist hareket de, bu tür bir ön gösterimdir. General Georges Boulanger, bir kurtarıcı bekleyen toplum önüne atı üstünde çıkan kurtarıcı adamın modelidir. Gerici sağ tarafından kontrol edilen bir demagog olarak işçi sınıfına da hitap edebiliyordu. 1880’ler sonlarında kısa süren bir zirve dönemi oldu. Keskin bir milliyetçiliği parlamentodaki yolsuzluklara karşı kitlesel ajitasyonla birleştiren Fransız İşçi Partisi’nin etkin üyeleri, Marx’ın damadı Paul Lafargue da dahil olmak üzere, Boulangist hareketin “hakiki bir kitle hareketi” olduğunu, teşvik edilirse sosyalist bir karakter kazanabileceği yanılsamasına kapıldılar. Birçok sabırsız solcu gibi Lafargue da tanımadığı bir dalgada yüzmeye çalıştı. Zamanımızın İskoç milliyetçiliği, siyasal İslam, Sarı Yeleklileri, AB’de kalma yanlısı Halkın Oyu hareketi akla geliyor hep. “Onlardan sonra biz”, açıkça dillendirilmeyen slogan. Friedrich Engels bunların yanına bile yaklaşmazdı. Engels, Fransız yoldaşlarına, hem burjuva siyasal düzenine hem de Boulangistlere karşı “kendi bayrağınız altında savaşın” mesajı göndermişti[23].

1899’da kurulmuş Action Française haklı nedenlerle faşizmin “tezi” olarak sayılmıştı (Ernst Nolte[24]). Antisemitizmi milliyetçilik ve hanedana bağlılıkla birleştirmişti. Bir de temel önemde olan ilk “gömlekliler hareketi” vardı: sağcı dövüş müfrezeleri. “Camelots du Roi”, Action Française’nın sokak çetesi olarak başlamış, 1917’de tam teşekküllü bir karşı-devrim milisine dönüşmüşlerdi. 

Şubat 1934’te tabanca, sopa ve bıçaklarla Paris’te parlamentoyu basarak “gülümser ve biraz da bunak” Gaston Doumergue’i başbakanlığa oturtan da bu kralcı-faşist bloktu[25]. Elektrik ve petrol tröstü yöneticisi Ernest Mercier gibi kodamanların içinde olduğu büyük sermaye tarafından desteklenen dövüş bölükleri, cumhuriyetin sonu için ve “Fransızlar için Fransa” diyerek ulumuşlardı.

1905’te kurulan Rusya Halk Birliği de, deklase unsurları, çarlık tarafından desteklenen dövüş bölükleri haline getiriyordu. Dillerinden eksik etmedikleri II. Nikolay naraları ve kalplerinde tanrının yeryüzündeki krallığını başlatma niyazıyla Karayüzler, grevdeki işçilere, devrimcilere ve Yahudilere karşı gaddar pogromlar düzenlediler. Ünlü sloganları, “Yahudiyi yen, Rusya’yı kurtar” idi. Yahudileri Filistin’e göç etmeye “teşvik etmek” istiyorlardı[26].

Dönüm noktası

I. Dünya Savaşı tarihsel bir dönüm noktasıydı. Kapitalizm, tekelci devlet kapitalizmi biçimini alıyordu. Değer yasası, rekabet ve diğer temel yasalar zayıflarken ancak devlet müdahalesi, silah sanayi gibi yönetimsel tedbirler yoluyla ayakta tutulması mümkün oluyordu. Piyasa güçleri kısmen demistifike olmuştu. Politik olarak ifşa olmuşlardı. Sosyalizmin eli kulağındaydı. Yapılacaksa, kolektif sermaye bu geçişi önlemek için, devlet iktidarını yakın dönemli kar hesaplarının üstüne geçirecekti.   

Resmi Avrupa, özellikle de yenik ülkelerde, I. Dünya Savaşı kargaşalığından itibarsız, zayıflamış, iç çekişmelere batmış halde çıktı. Sınıfımız daha önce rastlanmamış bir tarihi fırsatın eşiğindeydi. Bolşevizm parlak şekilde yolu açıyordu. Trajik olarak, diğer yerlerdeki işçi sınıfı örgütleri ya yetersiz kaldılar ya da gayeden sefilce dönüp kapitalizmle uzlaşmayı seçtiler. Burjuva sınıfı tükenmişti, kronik halde dağılmıştı. Fakat işçi sınıfı son devrimci darbeyi vuracak gerekli önderlikten mahrumdu. Faşizm bir karşı-devrimci hareket olarak bu koşullarda patladı.

I. Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’daki hemen her ülkede faşist gruplar, grupçuklar peydah oldu. İlk başta hepsi marjinaldi. Mussolini 1919 seçimlerinde bir tek sandalye bile kazanamamıştı. Nezih toplum bunlara pek de saklanmayan bir aşağılamayla bakıyordu. Hitler bir çatlak olarak dışlanmıştı. Ancak çözülemeyen sınıf mücadeleleri ve tekrarlanan ekonomik krizler anayasal bir kırılma oluşturdu. Faşizmin habis aurası silindi. Mussolini’nin Kara Gömleklileri ve Hitler’in Kahverengi Gömleklileri hakim sınıf gözünde kurtarıcılar olarak görülmeye başlandı (at üstünde olmasalar bile).

Mussolini, 1922’de kral III. Victor Emmanuel’in daveti ve büyük sermayenin aktif teşviki, ordunun koruyucu tarafsızlığının sağlanmasıyla iktidarı aldı. Meşhur Roma’ya yürüyüş tamamen bir tiyatroydu. Mussolini, müesses nizamın kendisine bir kahraman karşılayışı sunacağını önceden biliyordu.  Bir on yıl sonra da, 1929 krizi ertesinde Hitler, muhafazakar sağ ile koalisyon hükümetine girdi.

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Marksistlerin ilk tepkisi biraz karışıktı. Komintern’in Lenin’in de katıldığı son kongresi olan 1922’deki 4. kongresinde, faşizmin İtalya’daki zaferinin suçu kısmen İtalyan komünistlerinin, 1919’dan beri yaygın fabrika işgallerine sahne olan ülkedeki devrimci durumu kendi lehlerine kullanamamasında bulunmuştu. Faşizm esasen büyük toprak sahiplerinin silahı olma görevini yerine getirmişti. Argüman bu şekilde gidiyordu. İtalya, sabit bir evrim şemasında, kapitalizmden feodalizme doğru geriye gitmekteydi. Bu hantal şema üzerinden, burjuvazi mesuliyetten çıkarılıyordu. Burjuvazinin, Mussolini’nin “kara Bolşevizm”inden korktuğu söyleniyordu. Kritik olmasına rağmen, faşizmin zaferiyle beraber işçi sınıfının da stratejik bir yenilgi aldığı gerçeğiyle yüzleşmekten Komintern kaçınıyordu. Faşizm fazla tutunamazdı. İşçi sınıfının tekrar yükselişi gerçekleşmeliydi, hem de çok kısa sürede.

İtalya’da faşizmin başarısı, derin sosyo-ekonomik krizin halen süren etkisiyle birleşince diğer faşist hareketlerin de büyümesine yardımcı oldu. Kaçınılmaz olarak, bazı katıksız taklitler oldu; 1923’te kurulan Romanya Faşist Partisi ve 1924 George Valois’nin Le Faisceau (Fransa) gibi. Fakat faşizm temelde bir milliyetçi şoven harekettir. Clara Zetkin ve Karl Radek’in vurguladığı gibi, böylelikle kitle desteği kazanırlar. Bu yüzden de genel eğilim kendi ülkelerinin milliyetçiliklerine has hileleri, önyargıları ve karşıtlıkları tüm şiddetiyle devralmalarıdır.

Bu halde Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Mussolini’nin faşizminin bir klonu değildi. Aynı şey, Avusturyalı Heimwehr, Macar NYKP, İspanyol Falanj, Polonya’da ABC ve Falanga ile Croix de Feu ve Solidarite Française için de geçerliydi.

Almanya’nın 1939 sonrası kıta Avrupasını büyük ölçüde işgali, işbirlikçi hain gruplar yaratmakla kalmadı, faşist grupları da Nazileşme cazibesine soktu. Sadece, Polonya’daki yerli faşistler bu yola girmeye direnç gösterdiler. Genelde, Naziler o ülkelerdeki faşist muadillerini oralara yönetici satraplar olarak atamadı. Onları imha etmeyi, yurtlarından ayırmayı tercih ettiler. Çoğu, Waffen SS içinde doğu cephesinde savaşmaya gönderildi.

Bazen biçimsiz bir anti-kapitalizm savunulduğu oluyordu. Gregor Strasser’in Nazi partisi içindeki hizbi, tekel öncesi döneme dönme ve feodal ulusal sosyalizm hülyaları kuruyordu. Şunu söylemekle yetinelim ki, gerçek düşmanları sermaye değil; organize işçi sınıfı, sendikalar ve sol kanat partiler, Marksizm ve enternasyonal sosyalizm fikirleriydi.

İktidarı aldıktan sonra faşizm kendi kitlesel tabanını kısıtlamak ve hatta susturmak durumundadır. Sermayenin, kendi başına buyruk serseri ordulara sempatisi olmaz. Bu yüzden Kara Gömlekliler Mussolini tarafından devlete dahil edildiler. Hitler kendi Kahverengi Gömleklilerini katletti. Gregor Strasse, 30 Haziran 1934 Uzun Bıçaklar Gecesinde öldürüldü. Faşizm bu şekilde bürokratikleştirildi ve Troçki’nin söylediği gibi “faşist köklerin Bonapartizmi” oldu.

Açıklama

Faşizm büyük güç siyaseti ve küresel çatışmalarda, karanlık çeperlerden kargaşanın tam merkezine yerleştikçe, muhakkak ki bunu izahatının yapılması gerekli oldu, hem de acilen. Geniş bir yelpazede açıklamalar üretildi. Bunların birçoğu derinden sakattır ve üzerinde fazla durulmaksızın kapı dışarı edilmeyi hak eder.

Hristiyanlık savunucuları faşizmi sekülerleşmenin doğrudan bir sonucu olarak görür. Tanrıyı reddetmekle, insanlık kötülük tarafından ziyarete maruz kalmıştı. Deva bellidir, haçı devral ve dini yeniden tesis et. Muhafazakar aristokratlar faşizmi, hakça düzenlenmiş tarım toplumunun yükümlülüklerinden kurtulan ayaktakımı kitlelerin bir ayaklanması olarak resmeder. Mahzunca, bir gün iktidarın doğal sınıfını yeniden oluşturacakları zamanı ümit ederler.

Liberallere meyleden evrimci biyologlar faşizmi, 1.5 milyon yıl önce Afrika Paleolitik dönem koşullarında erkek beyninin içine işlendiğini düşündükleri saldırganlık ve sürü güdüleriyle izah eder. Bazı radikal feministler de bu görüşü paylaşır.

Psikologlar faşizmin yükselişini ya bir kitlesel psikoz düzeyinde ya da liderlerinin çarpık kişiliklerinde bulmaya çalışır. William Reich, insanlığın “biyolojik olarak hasta” olduğunu ve cinsel baskıdan kurtularak kendini sağaltması gerektiğini iddia etmişti[27]. Çoğu Freudyen karşı çıkar. Tümüyle faşizm liderlerinin, (Mussolini’nin, en çok da Hitler’in) spekülatif klinik incelenmeleri üzerinde dururlar. Raymond de Saussure, Hitler’in yoğun bir Oedipus kompleksi sergilediğini, iktidarsızlığını kapatmak için cinsel enerjisini yönlendirme ihtiyacı içinde olduğunu söyler. Alman Reich’ı böylece bir penis ikamesi olur. Besbelli zırvalıklar.

Çok daha kavrayışlı, yarı-Marksist bir psikolojik yaklaşımı, Erich Fromm’un “Özgürlükten Kaçış”ında (1941) buluruz. Fromm, milyonlarca Almanın nasıl olup da Hitler’den etkilenebildiğini anlamaya çalışmıştı. Kapitalist yabancılaşmayı ve insan öznelliğinin üretim hattında makinada bir dişli derecesine indirgenmesini suçlu bulmuştu. Faşizm insan ruhunda bir yere ait olma ihtiyacına karşılık veriyordu. Almanya’da işçi sınıfının Nazizmle hiç de barışık olmayışı, bu tezin aleyhine işliyor gibi. Daha da kötüsü, Fromm bu duruma etkili bir çözüm, bundan bir çıkış öneremiyor. Demokratik sosyalist toplumu olumlu bir yere yerleştirmekle yetiniyor.

Frankfurt Okulu denen grup arasındakiler gibi, Theodor Adorno da, Almanya’da tüm sınıflar arasında yaygın bir “otoriter kişilik” bulguladığını ileri sürer. Dönem hakkındaki teorinin içsel bir parçasıdır bu. Liberalizm çöküş aşamasındadır. Kapitalizm ve kitle kültürü her şeyi kapsayan totaliter bir toplum yaratmaktadır. Sovyetler Birliği de özünde pek farklı değildir. Herbert Marcuse, faşizmin tekelci kapitalizmin neredeyse kaçınılmaz sonu olduğuna inanmıştı. Bu fikri kısmen değiştirmişti. II. Dünya Savaşı sonrası Batı kapitalizmi, dışındaki demokratik kabuğu koruyor olsa da, temel eğilim sürüye ayak uydurmak ve kişiliği kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda ona tabi kılınmasıydı: yani, totaliter toplum. 1960’larda ABD’de Yeni Sol radikaller tüm neşeleriyle “faşist Amerika”yı suçlardı.

Hannah Arendt ve Zbigniew Brzezinski gibi müesses nizam figürleri, totalitarizm teorisini hazırca benimsedi. En başta gelen üstünlüğü Nazizmle Stalinizm arasında doğrudan bir bağ kurabilme yanıydı. Fakat pek de mahirane olmayan şekilde kapitalizmi totalitarizmden ayırarak teoride bir ters dönme yarattılar. Totalitarizmin bu sağ versiyonunda kapitalizm mutlak suretle özgürlük, demokrasi, seçim ve kişisel haklarla eşitlendi. Mussolini ve Hitler idaresi altında da kapitalizmin gelişip büyüdüğü gerçeği haksız bir şekilde görmezden gelindi.

Okuyucunun bileceği gibi, bugün ana-akım burjuva toplumu entelektüel açıdan kısır olan bu faşizm açıklamasını elektronik ve yazılı medyada, okullarda ve üniversitelerde yaymakta. Var olan durumun sol bir eleştirisi olarak başlayan şey, sağ tarafından iyiden iyiye kolonize edilip sahiplenildi, kendi tersine döndürüldü.

Faşizm ve bürokratik sosyalizmi tek bir fenomen olarak birleştirmek Soğuk Savaş ihtiyaçlarına mükemmelen uymuştu. Kapitalizm üstündeki tüm suçtan arınırken, Sovyetler Birliği sanık yerine kondu. Karl Popper elinde totalitarizm gerçek anlamda tüm bir tarihe yayıldı. Sparta, Çin hanedanlığı, Roma’da Diocletianus, Kalvin’in Cenevresi, tabii Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği’yle beraber aynı başlık altında sınıflandırıldı. Platon, Hegel, Marx ve Nietzsche, Sparta’da helotların (kölelerin) periyodik olarak avlanmasından gaz odalarına uzanan, totaliter insanlık silsilesini oluşturdu.    

Böyle bir felsefe kapitalist sistem için, en başta da Avrupa için hayatiydi. Faşizm sadece Sovyetler Birliği, ABD ve Britanya orduları tarafından mağlup edilmemişti. Eski Alman İmparatorluğu, Yugoslavya, Yunanistan, Arnavutluk, İtalya, Çekoslovakya, Polonya, Fransa, vd. yerlerde radikal partizan hareketler ve halk ayaklanmaları vardı. Kapitalist sınıfın da eli kolu bağlanmıştı. Neredeyse istisnasız bir şekilde, burjuvazi faşizmle işbirliği yapmıştı, hem de çoğu zaman şevkle. Örnek olarak Fransa’da Alman işgalini hoş karşılaşmışlardı. İşçi sınıfı 1936’dan beri sermaye karşısında büyük kazanımlar elde etmişti. Solun güçlerinden korkuluyor ve onlardan nefret ediliyordu. Üst sınıfların yapamadığı işi Alman Naziler yapacaktı.

Diğer ülkelerde de durum benzerdi. 1945 sonrası burjuva Avrupa kendini yeniden icat etme durumundaydı. Faşist geçmiş inkar edilmeli ve ters çevrilmeliydi. II. Dünya Savaşı en güzel zamanımızdı, özgürlük için çıkılan seferdi. Amaç Yahudileri kurtarmaktı, Britanya İmparatorluğu’nu değil. Bunun için, totalitarizm teorisi, holocaust sanayi, ırkçılık karşıtı, anti-faşist UNESCO deklarasyonları… Örneğin, “evrensel kardeşlik etiği”ni bilimsel olarak savunan, insanların ve ulusların hataya düşebileceği, hastalanabileceği konusunda uyaran Temmuz 1950 ırk üzerine deklarasyon[28].

Donald Trump, Marine Le Pen, Viktor Orban ve Nigel Farage gibileri II. Dünya Savaşı sonrası dikkatli bir şekilde kurgulanan bu uzlaşımsal ideolojiye karşı çıkan gerici isyancılar. Ana-akım burjuva çevreleri onlara büyük bir düşmanlıkla tepki gösteriyor; çünkü onlardaki kaba şovenizm, liberal çok-kültürlülüğü reddedişleri, göçmenleri kriminalize etmeleri vb. 1945 öncesi kapitalist toplumun kendi utanç verici geçmişlerini hatırlatıyor. Egemen çevreden pek az tarihçi veya diğer maaşa bağlanmış ikna edici rolünde olanlar, geçmişte ana-akım burjuva düşüncesinin nasıl Sosyal Darwinizmi, ırk teorisini, anti-semitizmi, sömürge haklar karşısında gösterilen kaba kibri teşvik ettiğini hatırlatmaya cesaret edebiliyor. Ne de bunların nasıl vaiz minberlerinden kutsandığını, polis copları ve asker süngüleriyle hayata geçirildiğini…

Tarihin şu zamanında, ne devrimci ne de karşı-devrimci durumdayız. Ne bir işçi sınıfı tehdidi var ne de yükselen bir işçi sınıf hareketi. Üzülerek söylersek, işçi sınıfı kölelerden az biraz daha iyi halde yaşamını sürdürüyor. Evet, Le Pen, Salvini, Orban, Farage’ın faşistler için belli sempatileri var, kendilerinin faşist izleyicileri, yandaşları, sapkınları var. Yine de, en azından şimdilik, siyasal odakları tamamen parlamento ve seçimler çerçevesinde. Faşist dövüş bölükleri toplanıp, eğitilerek dışarı salınmıyorlar. Yarın, elbet bu değişebilir.  

Gerekli bir not. 1920’ler ve 1930’lar gösterdi ki, faşizm sadece uç-sağdan gelmiyor. Mussolini uç-soldan başlamıştı. Sosyalist Parti dergisi Avanti’nin editörüydü. Britanya’da Oswald Mosley İşçi Partisi bakanı olarak göre yapmıştı; yeni partisinin ilk üyelerinden biri ünlü madenci lideri A.J. Cook’tu. Jozef Pilsudski de benzer bir yolculuk yapmıştı. Sol Leh milliyetçiliğinden “devrimci sonuçları olmayan devrimci” darbe gerçekleştirmeye doğru bir yol almıştı[29]. Şimdi de, Blue Labour (muhafazakar İşçi Parti değerleri) içinde farklı renklerde, eski Revolutionary Communist Party/Spiked  ve sosyal emperyalist Alliance for Workers’ Liberty (AWL) gruplarında benzer adaylara rastlayabiliyoruz.

Trump’a dönersek, 6 Ocak’ta gerçekten de faşist çeteleri mobilize etti, onları fişekledi ve yönetti. Yine de onu bir faşist olarak kategorize edemeyiz. Hayır, Trump Bonaparte olma taliplisiydi, Amerika’nın üçüncü sınıf faşist dövüş çetelerini pohpohlayıp onları kullanmak istiyordu. Proud Boys, the Three Percenters, the Oath Takers gibilerinin hiç biri 6 Ocak’ta iktidarı ele alabilecek konumdaydı. Capitol Hill baskını, Trump’ın ABD başkanı kalmak istemesiyle, bunu muhtemelen ordu, polis, gizli devlet, kitlesel medya ve büyük iş çevresinin kendisini destekleyeceği bir olağanüstü hal ilanı yoluyla yapmak istemesiyle ilgiliydi. Fakat daha baştan olmayacak bir senaryoydu bu.

Amerikan Bonapartizmi de haliyle Amerikalı bir biçim alacaktı. Donald Trump egoist, eski bir reality TV showman’i, birçok ülkede faaliyet gösteren gayrımenkul aracısı, milyonlarca izleyicisini ve milyarlarca dolarını kendini reklam etme mücadelesinde siyasal doğruculuk, siyahi haklar ve me-too feminizmine karşı kullanan, doğuştan zengin bir redneck. Daha önce söylediğimiz gibi işçi sınıfı tehdidi dikkati çekecek kadar yok. Ne kitlesel bir sol parti var, ne işleri felç eden bir grev dalgası ne de çığrından çıkabilecek bir sınıf mücadelesi tehlikesi.

Bununla beraber yine de bazı şeyler çeviride kayboluyor. New York Askeri Akademi mezunu olmasına rağmen Trump bir Napolyon değil. Napolyon bir askeri deha iken ve şimdi bile üzerinde çalışılan 60 muharebe kazanmışken, Trump Vietnam celbinden beş kez kurtuldu: Birinde ayağını burkmuştu, diğer dördünün mazereti üniversite öğrenciliğiydi. Buna rağmen sırf kabalık yoluyla, halktaki korku ve sıkıntıları neredeyse içgüdüsel bir yetenekle dile getirmesi ve kolay çözümler sunmasıyla, Cumhuriyetçilerin taçsız kralı olmayı başardı ve koca bir Amerikan seçmeni nezlinde bir kurtarıcı kahraman halinde tapılır hale geldi. Miami’deki Mar-a-Lago’sunun kendi Elba’sı mı St. Helena’sı mı olacağı ileride görülecek.

Ne olursa olsun, Trump’ın 2016 ve 2020’de üzerinde yükseldiği şeyin Biden başkanlığı zarfında buharlaşacağını düşünemeyiz. Eski düzene karşı müthiş bir hoşnutsuzluk var. Milyonlarca Amerikalı için Amerikan rüyası çoktandır bir kabusa dönüşmüş durumda: düşük ücretler, orta sınıf sıkışmış gelirleri, öğrenci borçları, evsizlik, işsizlik, uyuşturucu bağımlılığı, çaresizlik ve korku.

Döne döne büyüyen anaforda

Şahin duyamıyor şahincisini;

Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek;

Kargaşalık salınmış yeryüzüne,

Yükseliyor kana bulanmış sular, ve her yerde

Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni;

(W.B. Yeats, İkinci Geliş, 1919, çeviri: Cevat Çapan)

 

Merkez zemininde siyaset -Joe Biden, Emmanuel Macron ve Angela Merkel- kendini sürekli olarak saldırı altında, yıpranmış buluyor. Covid sonrası ekonomik yükseliş etkisi hızla suya düşüyor, yerini durgunluğa, vekalet savaşlarının büyük güçler arasında savaşlara dönme tehlikesine ve denetimden çıkan iklim değişikliğini meselesini ele almada öngörülen başarısızlığa bırakıyor. İnsanlığın önündeki tercih bundan daha açık olamazdı: Ya sosyalizm ya barbarlık.

 

On beş tez

1) Yabancıları, yolsuzluğa batmış politikacı çevrelerini, göçmenleri, komünistleri, açgözlü kapitalistleri, dini, etnik ve diğer türlerden azınlıkları vs. tahrif edilmiş popülist bir propaganda yoluyla kötülemenin ötesinde; faşizm fiziksel güç kullanır, özellikle de işçi sınıfına karşı.

2) Faşist grup, hareket ve partiler, devletten ayrı olarak karşı-devrimci dövüş çeteleri oluştururlar. Bu faşizmin esas ve belirleyici özelliğidir, bu onu diğer karşı-devrimci biçimlerden ayırır.

3) Faşizm objektif olarak kapitalist sınıf çıkarları uğruna hareket eder. Faşist örgütler çoğu zaman devletin ve tekelci sermayenin kimi bölümleri tarafından yönetilir, finanse edilir, yönlendirilir.

4) Faşizm, kapitalist toplum derin bir kriz içine battığında fakat işçi sınıfının da son devrimci darbeyi vurmak için gerekli örgütten, kararlılıktan ve liderlikten yoksun olduğu koşullarda, kitlesel boyutlarda büyür.

5) Faşizm kendi yolunu kendi açar. Fakat iktidara geldiklerinde faşist parti ve dövüş çeteleri bir bürokratikleşme sürecinden geçer. Üst tabakaları, hakim sınıfla kaynaşır. Alt kısımlar da devlet mekanizmasına içerilir veyahut acımasızca ezilir.

6) Britanya’da günümüzdeki durumda, kitlesel bir faşist hareket gibi acil bir tehlike yoktur, hele hele iktidarı alması gibi bir şeyden söz edilemez. Devrimci bir durum yoktur.

7) Faşist bireylerle faşist örgütleri ayırmak önemlidir. Bireyler açıkça veya özel alanda Nazi Almanyası, Mussolini İtalyası, Oswald Mosley’in Kara Gömleklilerine hayran olduklarını, hatta onları taklit ettiklerini söyleyebilir. Fakat bir faşist örgütü oluşturan şey, karşı-devrimci bir çatışma/dövüş oluşumu kurma amacı ya da fiiliyata geçirmedir.

8) Faşizmi yumurta halindeyken, embriyo halindeyken ezme teorisi tamamen yanılsamadır. Uç-sağa gelirsek, bu [sol açısından]bir saptırıcıdır. Ya soldan ekipler kurarak mukabeleye girişme boşunalığına ya da halk cepheciliği batağına sürükler.

9) Aşırı sağı güç kullanarak imha etme ya da terör yoluyla susturma apaçık olarak başarısız olmuştur. Aynı şekilde, solu örgütsel ve politik olarak burjuva egemen çevrelerle birleştiren halk cepheleri de.

10) Sosyal demokratlar ve anarşistlerin tersine, komünistler hiçbir taktiği (örneğin parlamentarizm, anti-parlamentarizm) bir ilke olarak görmezler. İşin aslı, iş taktiğe geldiğinde, tek ilkemiz hiçbir şeyin otomatik olarak belirlenmeyeceği ya da dışlanmayacağıdır.

11) British National Party, National Front, Britain First, UKIP vd. karşı seçilecek taktikler somut olmalıdır. Aynı zamanda esnek ve değişebilir olmalıdır.

12) “No-platforming”. Söz hakkı tanımama, konuşturmama taktiğinin tamamen meşru olduğunu düşünüyoruz. Aynı şekilde güç kullanımı ve şiddetin de. Faşist dövüş çetelerine karşı, bulabildiğimiz her araçla kendimizi savunmak mutlak hakkımızdır.

13) Aynı ölçüde, barışçıl taktikleri, tartışma ve iknayı kullanma da başka koşullarda meşrudur. Biz, uç-sağ ile (ve de ana-akım burjuva partileriyle) “medeni” bir ilişki şekli aramıyoruz. Bununla beraber, komünistler, uç-sağın elinde ne kadar kitlesel destek varsa onu geri kazanmaya da taliptir. Bu, öncelikle gönülleri ve akılları kazanma mücadelesidir. BNP, NF, Britain First, UKIP veya Brexit Partisi’ne oy verenleri, onların “doğal” tabanı saymıyoruz.

14) Her koşulda kapitalist devletin ve kapitalist sınıfın başlıca düşmanımız olduğunu biliyoruz. Çöken kapitalizmin aksaklıkları uç-sağa cephane ve güç vermektedir.

15) Komünistler, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün savunucularıdır. Apaçık faşist partiler de dahil olmak üzere siyasi partiler üzerindeki devlet yasaklarına karşıyız. Siyaset alanında neyi demenin serbest ya da yasak oluşu üzerine devlet kısıtlamalarına şiddetlice karşı çıkılmalıdır. Bu tür yasaklar ve kısıtlamalar herkesten önce, kaçılmaz halde işçi sınıfının en ileri kısımlarını etkileyecektir. İfade özgürlüğü ve en geniş demokrasi Marksizmin büyüyüp güçlenmesi ve ileride hakim sınıf olacak işçi sınıfını için en elverişli koşulları sağlar. 

 



[2] bak. T. Snyder, The Road to Unfreedom, Londra 2018; C.R. Sunstein (der.) Can It Happen Here? Cambridge 2018; M. Albright, Fascism: A Warning, New York 2018; J. Stanley, How Fascism Works, New York 2018.

[3] The Independent, 6 Ekim 2020

[4] The Guardian, 16 Ocak 2021

[5] D. Lazare, ‘Assault on democracy’, Weekly Worker, 20 Mayıs 2021

[6] İlk, SWP kurucusu Tony Cliff’in kullandığını düşündüğüm bir deyiş. “1990’lar Avrupasını gözlemlediğimde kendimi 1930’ların bir filmini ağır çekimde izler gibi hissediyorum” dediği söylenir. (A. Callinicos, “Crisis and class struggles in Europe today” International Socialism, Yaz 1994, s.39)

[8] B. Mussolini, My Autobiography, Londra, s.65

[9] R. Palme Dutt, Fascism and The Social Revolution, Londra 1934, s.251

[10] M. Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.5

[12] D. Harsch, German Social Democracy and The Rise of Nazism, Chapel Hill NC 1993, s.219

[13] D. Guerin, Fascism and Big Business, New York 1973

[14] G. Dimitrov, The Working Class Against Fascism, Londra 1935, s.10

[15] L. Trotsky, Writings 1935-36, New York 1977, s.129

[16] L. Trotsky, The Struggle Against Fascism in Germany, New York 1971, s.144

[17] F. Neumann, Behemoth, Londra 1942, s.39-40

[18] J. Orr, ‘The many faces of Marine Le Pen’ International Socialism 2020

[21] bak. M. Kitchen, Fascism, Londra 1983, s.71-75

[22] L. Trotsky, The Struggle Against Fascism in Germany, New York 1971, s.444

[23] K. Marx ve F. Engels, CW, Londra 2001, s.197

[24] E. Nolte, The Three Faces of Fascism, Londra 1965

[25] W. Shirer, The Collapse of the Third Republic, Londra 1970, s.254

[26] S.D. Shenfield, Russian Fascism: Traditions, Tendencies, Movements, Armonk NY 2001, s.32

[27] W. Reich, The Mass Psychology of Fascism, New York 1946, s.273

[28] Unesco, Paris, 1952