12 Mart 1947’de ABD
Başkanı Truman kongrede yaptığı konuşmada komünist tehdide karşı Yunanistan ve
Türkiye’ye ekonomik ve askeri destek vermek için 400 milyon dolar istiyordu.
Daha önceden, İngiltere bölgeye anlaşmalar gereği vermesi gereken desteği artık
yerine getiremeyeceğini söylemişti. ABD savaştan sonra komünizme karşı dünya
jandarmalığı görevini baş emperyalist güç olarak üstleniyor, bundan böyle tüm “özgür
ve demokratik” ülkelere bu desteği sunacağını belirtiyordu. Truman doktrini
böylece Soğuk Savaş’ı başlatıyordu.
Bu sıralarda, “Fareler
ve İnsanlar” (1937) ve “Gazap Üzümleri” (1939) ile büyük bir üne kavuşmuş yazar
John Steinbeck “Asiler Otobüsü” (The Wayward Bus) romanını yayınlamıştı.
Kitabın satış rakamları yüksek olsa da eleştirmenlerden pek olumlu değerlendirmeler
gelmemişti. Herkes şöhretinin doruğundaki “Gazap Üzümleri” yazarından daha
büyük ya da daha toplumsal içerikli bir eser beklentisindeydi. Kendisinin
yazdığına göre, o günlerde kafasında yeni bir proje oluşmuştu. Herkesin dilinde
Rusya vardı; tüm haberler, İran’dan Balkanlara, doğusundan batısına Avrupa’da
her şey Ruslarla ve onların niyetleri hakkında akıl yürütmelerle doluydu.
Steinbeck de dediğine göre Rusya’ya gitmeyi, gerçeği kendi gözleriyle görmeyi
ve insanlara aktarmayı planlamıştı.
Bir yazar,
gazeteci, senarist olarak yazmak için, ilham için seyahat etmesi, çoğu kişinin
dışarıdan gözlemlediği olguları içeriden tecrübe etmek istemesi (sahip olduğu
şöhretin kapıları açmakta kendisine sağladığı avantajlar da düşünüldüğünde) anlaşılır
bir durum; yine de bu projenin edebi ya da gazetecilik girişiminden öte bir şey
olma olasılığı da yüksek. Steinbeck’in rolü ve katkısı tam olarak neydi
bilinmez, ancak kesin olan şey, savaş başından beri kendisinin ABD yönetimi ve
istihbarat/propaganda kurumlarıyla bir şekilde iltisaklı olduğudur. Bu, savaş
sırasında kendisi gibi birçok sanatçı tarafından da ortaya konan bir
yurtseverliğin ötesine geçmekteydi: Başkan Roosevelt’le bizzat görüşerek Latin
Amerika’da Nazi faaliyetleri hakkında bilgi vermek, Avrupa’da Nazilere karşı
alınması gerekli tedbirler önermek gibi… Steinbeck’in propaganda için bu
kurumlarla çalışmış olduğunu biliyoruz. “Ay Battı”yı (1942) CIA’in önceli Office
of Strategic Services (OSS) için yazmıştı. İsimsiz bir ülkedeki küçük bir
şehrin bir grup asker tarafından işgali ve sonrasında gelişen direnişi konu
alan kitap, hızla tiyatroya ve sinemaya aktarılmış, Avrupa’da Nazi işgali
altındaki ülkelere kitabın kopyaları dağıtılmıştı. Hemingway’in, böyle bir şey
yazmaktansa kullandığım elin üç parmağını kesip atardım[1], dediği
“Bombalar Düşüyor” (1942) ise Steinbeck’in bizzat katılarak gözlemlediği
Amerikan hava kuvvetlerindeki bir bombardıman uçağı mürettebatının savaş
mücadelesini anlatıyordu. Savaşın sonuna dek, aralıklarla “muhafazakar” New
York Herald Tribune gazetesi için cepheden savaş muhabirliği yapmıştı.
Aslında savaş
öncesi yazdıklarıyla ve faaliyetleriyle “anti-Amerikan” ve komünist olmakla
itham ediliyor, FBI tarafından izleniyordu. Yazarın ilk eşi Carol ABD Komünist
Partisi üyesiydi ve 1937’de ilk kez onunla beraber Rusya’ya gitmişlerdi.
1930’ların sonlarında Steinbeck, partinin “halk cephesi” politikası
doğrultusunda kurduğu ve New Deal dönemi liberal aydınlarıyla beraber
oluşturduğu birliklere ve faaliyetlere katılıyordu. Hem Kaliforniya’da tarım
işçilerinin sendikal mücadelesinin hem de İspanya’daki savaşa karşı anti-faşist
dayanışmanın içindeydi. Politik olarak komünist olmamasına, eserlerinin
“sosyalist gerçekçilik” ölçütlerine tam uymamasına rağmen Sovyetler Birliği’nde
de okunuyor, Sovyet yazar ve eleştirmenlerinin övgülerini kazanıyordu.
Dışarıdan bakıldığında, George Orwell’ın İngiliz istihbaratına verdiği birlikte
çalışılmaması gerekenler listesine neden Steinbeck’i de eklediğini tahmin etmek
zor değil. Ancak biz Orwell’ın ömrünün yetmediği bir geçmişe bakmanın
avantajıyla bu tür bir durumun pek olası olmadığını görebilecek durumdayız.
Steinbeck hayatının ileriki dönemlerinde, (gizli)-komünist olmaktansa tipik bir
Amerikalı Cumhuriyetçi anti-komünistin tepkilerini veren, komünistlerden
nefretini her yerde dile getiren bir siyasi kişiliğe evrilecekti[2].
Gizliliği kaldırılan belgelerde, yazarın 1952’de CIA başı Walter Bedell Smith’e
hizmetini sunmak istediğini yazdığını biliyoruz. General Smith, yazarın beş yıl
önce Moskova’ya gittiğinde konuk olduğu ABD büyükelçisiydi. Bu tür ilişkilerin
içeriğini, süresini haliyle bilemiyoruz ama bizim için önemli olan,
Steinbeck’in Mart 1947’de Rusya’ya neden gitmek istediğinin ardında bunun da
olabileceğini göz ardı etmemektir.
*
Steinbeck, ünlü fotoğrafçı
arkadaşı Robert Capa ile beraber 1 Ağustos 1947’den başlayarak kırk gün
Sovyetler Birliği’nde geçirdi. Steinbeck gezi öncesi evinde kazayla ayağını
kırdığı için geziye iki ay geç çıkmışlardı. Bu sürede Kongre’den Truman’ın
istediği yasa çıkmış, Türkiye ile ABD arasındaki yardım anlaşması 12 Temmuz’da
imzalanmıştı. ABD’nin Marshall planının da ilk adımları atılmaya başlanmıştı.
Sovyetler Birliği, Almanları yeniden ayağa kaldırmak ve tüm Avrupa’yı ABD ekonomik
hegemonyasına almaya çalışmakla suçladığı plana dahil olmayı reddettiği gibi,
Doğu Avrupa’nın dahil olmasını da engelliyordu.
Gezi için
inisiyatif Steinbeck tarafından gelmiş olsa da, gezinin sorumluluğunu ve
düzenlenmesini SSCB’nin VOKS (Yabancı Ülkelerle Kültürel İlişkiler Derneği)
kurumu üstlenmişti. 1925’te kurulan VOKS’un görevi, dışarıda kültürel alanda
Sovyetler Birliği’nin tanıtımını ve propagandasını yapmak, ikili ilişkileri geliştirmekti.
Hem Sovyet yazarlarının, sanatçılarının yurtdışı gezilerini düzenliyor hem de
dışarıdan gelen konukları ağırlıyordu. Geçmişte G.B. Shaw, H.G. Wells, R.
Rolland, H. Barbusse, L. Feuchtwanger gibi yüksek profilli isimlerin Sovyet
gezilerini düzenleyen bu kurumdu. Aslında, VOKS için Steinbeck ne komünist ne
de “ilerici” bir yol arkadaşıydı; herhangi bir angajmanı olmayan, başına buyruk
bir yazardı[3]. Ancak,
uluslararası alanda iki tarafın birbirlerinin niyetini anlamaya çalıştığı bir
durumda, böylesine ünlü bir yazarın gezisinin olumlu olabileceği
düşünüldüğünden geziye onay verilmişti. Ama her zaman, bir diğer André Gide
vakası ihtimaline karşı da dikkatli olmalıydılar (Birkaç ay içinde 1947 Nobel
Edebiyat Ödülü sahibi olacak Gide, 1936’da SSCB’den yetkililerin tüm çabasına
rağmen olumsuz izlenimlerle ayrılmış ve bunları yayınlamıştı). Bu yüzden
Steinbeck’in dönüşünde olumsuz bir şey yazmaması ve Capa’nın kadrajına
Sovyetlerin imajını fazlaca zedeleyebilecek görüntülerin girmemesi için
üzerilerinde “çalışılmıştı”: Ziyaret edecekleri yerler önceden uygun hale
getiriliyor, konuşacakları kişiler uyarılıyor, yanlarında kendilerine
tercümanlık yapan VOKS rehberleri ve görüştükleri yazarlar sık sık ikisini
Sovyetler hakkında bilgilendirmeye çalışıyordu. Tahmin edileceği üzere her
adımları izleniyordu.
Steinbeck,
Sovyetlerde üst düzey parti yetkilileriyle görüşmedi. Daha çok, Yazarlar
Birliği’nden isimlerle temasları oldu. Zaten amaçları da “sıradan” insanlarla
görüşüp tanışmaktı. İskandinav ülkeleri üzerinden geldiği Moskova’yla birlikte,
Kiev, Stalingrad, Tiflis, Batum şehirlerini gördü. Yani sadece “Rusya”yı
görmemiş, diğer cumhuriyetlere de gitmişti; ama o da, çoğu anti-komünistin
kasten tercih ettiği gibi, SSCB demek yerine Rusya demeyi ve bir emperyal
boyunduruk ima etmeyi seçiyordu. Siyasal olarak kendisinden çok daha bilgili
gibi görünen Capa bile, kendisine çıkarılan güçlükler nedeniyle çevresindeki
“yüz doksan milyon Rus’a” (!) sitem ediyordu (Rusya Günlüğü[4], s.176).
Oysa Ruslar Birliğin kabaca yarısını oluşturmaktaydı.
İktidarın tek bir
adama bağlanmasından nefret eden Steinbeck için Sovyetler Birliği’nde görmemesi
mümkün olmayan, en bariz şey Stalin’in her yerdeki mevcudiyetiydi: “Sovyetler
Birliği’nde Stalin’in alçıyla, bronzla, boyayla veya iplikle işlenmiş
gözlerinin görmediği tek bir köşe yok”tu. (s.69) Stalin’in Gori’de doğduğu evi
de gezen Steinbeck şöyle yazıyor:
“Tarihte,
yaşadığı sırada bu kadar hürmet görmüş başka biri daha var mıdır diye düşündük,
bulamadık… Stalin’in her dediği, doğanın kanunlarına aykırı dahi olsa doğru
kabul ediliyor. Doğum yeri şimdiden bir hac merkezine dönmüş durumda… Rusya’da
Stalin’in sözlerine itiraz etmek ya da söylediği herhangi bir şeye karşı
herhangi bir argüman üretmek söz konusu bile olmuyor.” (s.205)
Stalin’in her
yerdeyken, Troçki’nin ismine, sanki hiç yaşamamış gibi, hiçbir yerde
rastlanmıyordu. İnsanlar sessizlik içinde Lenin’in mozolesini ziyaret edip oradaki
fotoğraflarına baktığını anlatan Steinbeck’e göre bu fotoğraflarda tek bir
önemli şey eksikti: Neşe (s.48). Moskova’da sokaklarda da dikkatini çeken
budur. İnsanlar yorgundur, kadınların çoğu makyajsızdır, üstlerinde eski
elbiseler vardır ve “neredeyse hiç gülmüyor ve nadiren gülümsüyor”lardı. (s.57)
Neyse ki, Moskova dışına çıkıldığında sanki halkı daha az somurtkan, daha bir
sıcak ve güler yüzlü bulmuşlardı.
Kiev ve
Stalingrad’a gittiklerinde kentlerin büyük kısmının savaşta yıkıldığını, insanların
konut sıkıntısı yaşadığını gördüler. Özellikle, dümdüz olmuş Stalingrad’da
insanlar halen molozların arasında yaşamaya çalışıyordu. Yeniden toparlanma çok
ağır işliyordu çünkü ortada iş makineleri, ulaşım araçları dahi bulunmuyordu. Gördükleri
işleyen uçak, araba gibi makinelerin çoğu da ABD’nin savaş sırasında Lend-Lease
kapsamında sattığı şeylerdi. Bununla beraber, Steinbeck yiyecek açısından
halkın temel ihtiyaçlara erişim sorunun olmadığını söylüyor: “Ekmek, lahana, et
ve balık gibi, bir işçinin standart gıdası sayılan yiyecekler çok az bir para
karşılığında alınabiliyor.” (s.163) Bunlar karneli olarak dağıtılıyordu. Çok
daha pahalı olan restoranlar ve mağazalar da bulunuyor ama daha çok üst düzey
bürokratlara ya da yurtdışından gelenlere yönelikti. Aslında, karaborsanın
yaygın olduğunu da hemen öğreniyorlar. İşini bilen, tanıdığı olan herkes,
ulaşamadığı, yaptırmadığı bir şeyi karaborsadan temin edebiliyor. Bunun
haricinde, satış noktalarında mal geldiğinde oluşan uzun kuyruklara girmeniz
gerekiyor ve yazar tarafından fark ediliyor. Giysinin özellikle sıkıntılı bir
konu olduğu anlaşılıyor. Birçok genç, kıyafeti olmadığından eski askeri
üniformalarıyla geziyor. Verilen fiyatlara bakılırsa, basit bir pamuklu gömlek
almak bile işçi maaşına göre pahalı sayılabilirdi. Yine de insanlar ellerindeki
paraları, değerini kaybetmeyecek eşyalarla değiştirmeye çalışıyordu; çünkü para
reformu yapılacağı tahmini yapılıyordu. Dolaşımdaki para, hem karaborsayla
mücadele etmek için hem de Almanların bastığı sahte paralardan kurtulmak için
değiştirilecekti. 1947 sonralarına doğru da gerçekleştirildi.
Kırsal kesimi de
görmek isteyen Steinbeck’e, Ukrayna’da iki farklı köy gezdiriliyor.
Çiftliklerde gün boyu onuruna ziyafetler düzenlenen yazar, 1946’ın çok kötü
hasadı sonrasında özellikle kış aylarında yaşanan büyük kıtlıktan hiç
bahsetmiyor. Sadece Ukrayna’da değil, bütün Sovyet kentlerinde etkisini
hissettiren bu kıtlık bir takım asayiş tedbirlerini almayı da zorunlu kılmıştı.
Haziran 1947’de artan hırsızlıkla ya da stokçuluk gibi suistimallerle mücadele
etmek için ceza yasaları ağırlaştırılmıştı. Steinbeck de örneğin, başkasının
ektiği patatesleri çaldığı için on yıl ağır iş cezasına çarptırılan iki
kadından söz ediyor (s.46).
Steinbeck ve Capa,
VOKS’un kendileri için hazırladıkları programdaki filmlerden, gezdirilen
müzelerden sıkılıyor, bunlarla ilgilenmiyor ve bir an evvel bunlardan kurtulmak
istiyorlardı. Sirk, futbol maçı gibi halkın içinde oldukları, rahat
bırakıldıkları yerlerde olmayı tercih ediyorlardı. Eğlenmek için gittikleri her
yerde, Steinbeck’in kulaklarını tırmalayacak kadar kötü çalınsa da,
orkestraların caz/swing tarzı müzikler çaldığını okuyoruz. Bu tarz dans müzikleri
Sovyetlerde de moda olmuştu, birçok ordu birliğinin kendi swing orkestraları
vardı. Ancak, Steinbeck ülkeden ayrıldıktan kısa bir süre sonra bunlara son
verilecek, Batı tarzı dans müzikleri yerine halk dansları çalınması uygun
bulunacaktı.
Müzikteki bu
değişim, diğer birçok kültürel alanda da kendini gösteren Jdanovculuğun bir
tezahürüydü. Jdanov ve ekibi savaş sonrasında Sovyet nomenklaturasında en
tepeye yeniden yerleşmiş, ideolojik radikalizm adı altında Batı karşıtlığını,
anti-kozmopolitanizmi körüklemiş, Batı burjuva kültürüne hayranlığın
belirtilmesini bile hainlik sayan, Batı ile her türlü teması yasaklama yolunu
seçen bir politika tayin etmişti. Batıdan bulaşacak her türlü hastalıktan
kaçınmak için en ufak temaslar bile kesiliyordu. Sovyet vatandaşlarının
yabancılarla evlenmesi, yasaya eklenen bir cümleyle yasaklandı. Şair Anna Ahmatova’nın
dergisinin “Batı karşısındaki ezikliği”, bir felsefe tarihi kitabında Rusların
felsefeye katkılarına az yer verilmesi, kansere karşı etkili bir tedavi geliştirdiği
söylenen iki Rus biyologun Amerikalılarla bu bilgileri paylaşması gibi
bahanelerle Jdanov ideolojik karşı saldırıya girişmişti. Bunlar, Steinbeck
SSCB’deyken ya da ayrıldıktan kısa bir süre içinde yaşandı. “Son günlerde
Rusların kimi ressamları aşağılamaları, kimi müzisyenlere saldırmaları,
Rusların yabancılarla konuşmalarını yasaklamaları çok kötü. Bana üzüntü
veriyor”[5]
diyecekti.
Gezisinin Steinbeck
için hep iç karartıcı anlardan oluştuğunu söylenemez. Belli ki, en çok
hoşlandığı, en rahatladığı yer Gürcistan olmuştu. Gürcistan’ın zaten SSCB
içinde, Ruslar arasında on dokuzuncu yüzyıldan gelen oryantal bir hayranlık
kaynağı olduğunu söylemek mümkün. Herkesin, özellikle tatil yapmak için can
attığı bu yarı-tropik ülkeden Steinbeck de etkileniyordu. “Tabiatın yüzüne
güldüğü bir ülkede yaşadıkları hakikat.” (s.183) Hem ülke, Kızıl Ordu’daki
kayıpların haricinde Nazi işgaline de maruz kalmamıştı. Savaşın en azından
görünür izlerini taşımıyordu.
Steinbeck,
Gürcistan’da neşeli, rahat, yaşamayı seven insanlarla karşılaştığını söylüyor.
Kiev’de Ukraynalı sarışın kadınların güzelliğinden bahsederken, burada
dikkatini çeken ise güzellikleriyle ünlü Gürcü kadınlar değil, daha ziyade
yakışıklı, esmer Gürcü erkekleri oluyor. “Ruhlarında taşıdıkları bireysellik
hissini hiçbir şeyin kırması mümkün değildi” (s.228) diyerek övüyor Gürcüleri.
Kentlerinin eski kiliselerle, yapılarla dolu olduğunu görüp birçoğunun halen rahatça
kullanıldığını söylüyor ve katıldığı bir ayini de uzunca anlatıyor. Tabii ki,
bunun belirtilmesi Sovyetler Birliği’nde dinin baskılandığı argümanına karşı
gösterilecek bir dayanak olarak VOKS’u memnun etmiş olmalı.
Steinbeck,
Ukrayna’da olduğu gibi Gürcistan’da kaldığı süre boyunca da bol bol ziyafetlere
katılıyor, zaten içmeyi oldukça seven biri olarak ikram edilen içkileri içiyor.
Bu sofralarda, yazarlarla ayrıntısını vermediği tartışmalara giriyor. Gürcü
yazarlara da, aydınların, hükümetlerinin her politikasını desteklemek zorunda
olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca, yazarların birer toplum öncüsü olarak
değerlendirildiği Sovyet edebi-politik kültürüne uzak olduğunu, edebiyata
böylesi bir rol yüklenmesini garipsediğini görüyoruz. Bu arada ülkeden
ayrılmadan önceki son günlerde, “bugün şüphesiz Sovyetler Birliği’nin en ünlü
yazarı” olarak tanıttığı Konstantin Simonov’un pek de mütevazi sayılmayacak
sayfiye evine konuk oluyor. Simonov’un “Rus Sorunu” (1946) isimli oyunu o
sıralarda tüm ülke tiyatrolarında oynanıyordu, filme çekiliyordu ve gezi
boyunca Steinbeck’i bunaltacak şekilde kendisine sorulan ve karşılaştırma
yapması istenen konu olmuştu. Simonov’un VOKS aracılığıyla ABD’ye gitmesinden
sonra yazdığı oyun, ABD’li bir gazetecinin Sovyetler Birliği ziyaretinden sonra
gerçek izlenimlerini mi, yoksa patronlarının istediği şekilde “savaş isteyen”,
“saldırgan” ülke yalanını mı yazacağına dair mücadelesini ele alıyordu. Konuya
bakıldığında, insanların Steinbeck’le paralellikler kurmasından daha doğal bir
şey olamazdı. Steinbeck ise oyunu izlemiş ve ilkel bulmuştu. Kimi Sovyet
yazarlarının ve gazetecilerinin ABD’yi yanlış aktardığını düşünüyordu.
Steinbeck ve Capa,
ülkeden ayrılmadan önce Moskova’nın 800. kuruluş yıldönümü kutlamalarına
tanıklık ettiler. Stalin’in katılmadığı törenlerde yabancı ülke misyonları da
temsil ediliyordu. Steinbeck, Tiflis’ten Moskova’ya Türk heyetiyle beraber
onlar için tahsis edilen uçakla gelmişti. Aksilikler sonucu Moskova uçağını
kaçıran Steinbeck, kendilerini uçağa kabul etmekte zorluk çıkaran dört erkek ve
iki kadından oluşan Türk heyeti hakkında şöyle yazıyor: “Yüce devletlerindeki
demokrasiyi korumak için gereken dolarları Amerikalı vergi mükellefleri olarak
bizim ödediğimizi başlarına kakmak istemedik tabii.” (s.234) Havalandırması
olmayan uçak yolculuklarından yine hoşnut olmayan yazar en azından şunu da
ekler: “Karşılaştığımız en güzel kokan Türkler bunlardı. Her biri az önce kuaförden
çıkmış gibi kokuyordu. Sanırım biz havaalanında beklerken gül suyuyla
yıkanmışlardı.” (s.234-235)
*
Steinbeck ve Capa
gezilerini erken bitirerek kırk günün sonunda Sovyetler Birliği’nden
ayrıldılar. VOKS aracılığıyla ülkeyi gezmişlerdi. Kremlin’in turistik kısımları
da dahil olmak üzere yoğun bir “kültürel” gezi programına, kalan zamanlarında
yine ağır bir yeme-içme turuna çıkarıldıklarını görüyoruz. Stratejik kimi
fabrikalara, bölgelere girmelerine, fotoğraf çekmelerine izin verilmiyor; hatta
Capa’nın bazı negatifleri de alıkonuluyordu. “Rusya Günlüğü” 14 Ocak 1948’den
itibaren New York Herald Tribune’de yayınlandı. İlkbaharda da kitap
olarak basılacaktı. Sovyetler Birliği kitaptan pek hoşnut kalmadı, Rusçaya
çevrilmesi de 42 yıl sonra olacaktı. Uyandığı yankılar açısından bakılırsa,
kitap birkaç eleştiri haricinde Steinbeck külliyatı içinde çabucak unutulan bir
yere indi. Soğuk Savaş zıtlaşmasının daha da keskinleştiği, 1943’te
Müttefiklerin gönlünü almak için kapatılan Komintern’e benzer, daha ufak çaplı
Kominform’un Eylül 1947’de kurulduğu ve Jdanov’un sert beyanatlarının olduğu,
ABD’de McCarthyciliğin hızla yayıldığı bir dönemde, “barış isteyen sıradan Rus
halkı” hikayesine ilgi haliyle daha alt sıralara inmişti.
Steinbeck, Nobel
Edebiyat Ödülünü aldıktan bir yıl sonra, 1963’te Başkan Kennedy’in isteği
üzerine, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan bir aylık yeni
bir geziye daha çıktı. Bu kez daha çok, genç kuşaktan yazarlarla görüşmeler
yapmayı tercih ediyordu. Onları Kremlin’e karşı daha “cesur” olmaya çağırıyor,
saklı muhalefeti yüreklendirme adına hareket ediyordu. Birkaç yıl içinde de bu
kez Başkan Johnson’un isteği üzerine Vietnam’a gidecek, Amerikan silahlarını
bizzat deneyecekti.
“Rusya Günlüğü”ne
geri dönersek, yazıların pek yankı uyandırmamasının sebebinin yalnızca
uluslararası konjonktür olmadığını söyleyebiliriz. Steinbeck, sıradan Rus
insanının gerçeğini sunma amacıyla başladığı yolculuğu, “kendi” yolculuk deneyimine çevirmesi, kendi birtakım
temel siyasi tavırlarını sunmanın ötesinde Sovyet politikaları hakkında yorum
yapmaktan kaçınması, siyasi ilgisizliği, teorik tartışmalardan ısrarla uzak
durmasının da gezi notlarının orijinalliğini azalttığını düşünüyorum. Capa’nın
kitapta yazdığı kısa bölümde, bunu tam olarak gösterdiğini düşündüğüm kısımda Capa
şöyle sunuyor Steinbeck’i: “… sadece hakikati yazmaya kararlı olduğunu
söylemesine rağmen kendisine hakikat nedir diye sorulunca, ‘İşte bunu
bilmiyorum’, diye cevap verdi… meraklı Rus halkının sorduğu bütün sorulara ıkınıp
sıkılarak, ‘İşte bunu bilmiyorum’ diye cevap verecek derecede masum gündüz
Steinbeck’i…” (s.176-177). Capa’nın günlerce yanında kaldığı arkadaşı
hakkındaki şakası, bol bol alay ettikleri VOKS’tan rehberleri Hmarskiy’in
kendisi hakkında yazdığı rapordaki betimlemelerle[6] birleştirildiğinde,
Steinbeck’in ilgisizce yazdığı metnin yüzeyselliğinin sebebini de anlayabiliyoruz.
“Tabii ki,
yüzeysel bir metin bu, başka nasıl olabilirdi ki? Varabileceğimiz kesin bir
kanaat yok, sadece Rusların da dünyadaki diğer bütün insanlara benzediğini
söyleyebiliriz. Tabii ki aralarında kötüleri vardır, ama büyük çoğunluğu çok
iyi insanlar” (Steinbeck, s.265)
[1] M.R. Gladstein ve J.H. Meredith “Patriotic Ironies: John Steinbeck’s Wartime Service to His Country” C.E. Zirakzadeh & S. Stow (der.) A Political Companion to John Steinbeck, Kentucky University Press, 2013, s.299-300
[2] Özellikle Vietnam Savaşı’nı olumlaması, Vietnam’a yaptığı gezi ve solcularla diğer polemikleri için bak. J. Steinbeck, Ben Bir Devrimciyim, çev.: A. Yılmaz, Sel Yayınları, 2017, s.120
[3] VOKS’un kendi raporları için bak. V.A. Zubok “The Demise of ‘Socialist Realism for Export’ in 1947: Voks Receives John Steinbeck and Robert Capa” E. Dobrenko & N. Jonsson-Skradol (der.) Socialist Realism in Central and Eastern European Literatures: Institutions, Dynamics, Discourses; Anthem Press, 2018, s.71-88
[4] J. Steinbeck, Rusya Günlüğü, çev.: Deniz Keskin, İletişim Yayınları, 2022
[5] 12 Şubat 1948 tarihli bir mektubu. J. Steinbeck, Mektuplarla Bir Yaşam, çev: Sevim Raşa, Cem Yayınevi, 1991, s.202
[6] “Gazap Üzümleri’ni okuyan bazı yoldaşlarımızın umacağının tersine, Steinbeck SSCB’de, başka ülkeleri gerçekten anlama hevesiyle ya da kendi ülkesine eleştirel bir gözle bakarak büyük toplumsal sorunlarla ilgilenen biri gibi değil; son derece kendini beğenmiş, parası olan, kendisi için her şeyin zaten baştan belli olduğu, kendi zevki için seyahat eden vasat bir Amerikalı gibi davrandı… Sovyet halkıyla muhabbetleri sırasında, zamanının çoğunu içmeye ayırdı. İyi içkiye özel bir düşkünlüğü vardı.” (aktaran, Zubok, a.g.e., s.83)
